24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI etki yaratmadığı türünden ipe sapa gelmez bir tartışmaya giriyorsunuz. Oysa, tüm bunları destekleyen herhangi bir bilimsel veri yok. Nitekim, çok daha sıkı bir biçimde denetlenen ilaç şirketleri tarafından üretilen ürünler biyolojik açıdan özdeş hormonlara kıyasla çok daha katıksız ve güvenli. Somers biyolojik açıdan özdeş hormonlar konusunda elimizde kayda değer veriler bulunmayışının nedenini bu hormonlara patent hakkı tanınmamasına ve bu yüzden de endüstrinin parasal desteğini alamamasına bağlıyor. Peki, ilaç şirketleri bu bileşikleri neden incelemeye almıyorlar? Michael Thorner Constantine: Bir başkasının ürettiği ürünün güvenli ve verimli olup olmadığını neden araştırayım ki? Somers’in,”Ürünümü denemediler” demesi doğrusunu söylemek gerekirse çok saçma. Üründen gelir sağlamayı amaçlayanın deneme sorumluluğunu da üstlenmesi gerektiğine inanıyorum. Bu işten gelir sağlayan biyolojik açıdan özdeş hormonları üretenler, bu hormonlarla ilgili kitapları satanlar ve bu konuda tanıtım turnelerine çıkanlar. Dunaif: Bu noktada sanırım ufak bir karışıklık söz konusu, çünkü Suzanne Somers’in sözünü ettiği biyolojik açıdan özdeş östrojenler kimi ilaç şirketleri tarafından piyasaya sürülen ürünle aynı şey. Sonuç parametreleri açısından bu hormonlarla Premarin’in (ilaç şirketleri tarafından üretilen bir tür östrojen) aynı şey olduğunu ortaya koyan, ancak Kadın Sağlığı Girişimi kadar kapsamlı olmayan kimi araştırmalar var. Farklı biçimlerde üretilen bu östrojenlerin biyolojik açıdan farklı olduklarını ortaya koyan herhangi bir veri yok. Biyolojik açıdan özdeş hormonların denemeden geçirilmemesi, bence insanları dehşete düşürecek türde nedenlerden kaynaklanıyor. Amerikan Besin ve İlaç Yönetimi bu endüstrinin düzeninden sorumlu değil. Öyle ki, birileri ne idüğü belirsiz bir şey üretiyor ve bin türlü entrika çevirerek biyolojik açıdan özdeş hormonların ilaç şirketleri tarafından üretilen ürünlerden çok daha güvenli oldukları görüşünü satmaya çalışıyor. Oysa, bunların tümü yalan. Dobs: Kanımca halk araştırma yapmanın karmaşıklığı konusunda kimi zaman oldukça saf bir tavır sergiliyor. Öncelikle, araştırma son derece pahalı bir işlem. Kadın Sağlığı Girişimi, ya da erkeklerde testosterondan yararlanılarak yapılan karşılaştırmalı bir araştırma milyarlarca dolara mal oluyor. Bu tür bir araştırma epey uzun bir zamanı, yüklü miktarda parayı ve çok sayıda deneğin katılımını gerektiriyor. Dunaif: Şimdilerde olaya epey karşı çıkılıyor. Vioxx piyasadan çekiliyor. Avandia sorgulanıyor. Bir yandan basın ve kongreden, “Yeterince denemediniz. Olumsuz etkilerini ortaya koymak amacıyla 5000 kişi üzerinde bir araştırma yapmadınız,” türünde suçlamalar gelirken, halk da,”Bizlerden bir şey gizliyorsunuz. Bir komplo söz konusu,” diyor. SORU: Bu da, dönüp dolaşıp insanların mucize ilaç peşinde oldukları görüşünde düğümleniyor. Genç kalabilmek konusundaki bu saplantı niye? İnsanlar ezelden beri yaşlanırlarken, bu dirimsel yazgı şimdilerde neden bir hastalıkmış gibi algılanıyor? Dunaif: Kadınların toplumsal deneyimleri bu yüzyılda daha önce hiç olmadığı kadar çarpıcı bir değişime uğradı. Ancak, dirimsel yapımız toplumsal koşullarımıza ayak uyduramadı. Meslek yaşamına otuzlu kırklı yaşlarında atılan kadınlar var. Üreme olanakları açısından, menopoza yakın hatta menopoz sonrası gebeliklerle, sınırları zorluyoruz. Bu yüzden, bedenin çok erken bir toplumsal yaşta çökmeye başlaması kadınlarda büyük bir hoşnutsuzluk yaratıyor bu korkunç bir tezat. Thorner: Bence kamu sağlığı açısından karşılaşacağımız asıl sorun, bu ülkede çok sayıda insanın giderek daha güçsüz ve kırılgan duruma gelmesi. Yaşlı nüfusun daha fazla olduğu bir toplumda tüm bu insanlara sahip çıkılması ekonomik açıdan olanaksız duruma gelecektir. SORU: O halde, yaşlanmayı önleyici sağaltımla hangi noktaya varabiliriz? Bu girişim malum amaç olan yaşlılıkta zinde kalmanın yanı sıra, tüm bu toplumsal ve ruhsal sorunlara da çözüm getirebilir mi? Rosenthal: Eninde sonunda, bedenimizi koruma açısından inanılmaz sonuçlara ulaşabiliriz. Ancak insanlar dış görünüşlerine karşın yine de bir yığın ruhsal sorunla baş etmek zorunda kalacaklar. Üstelik, yaşlanmakta olan beynin içyüzünü de tam anlamıyla kavramış değiliz. Alzheimer ve bunamaya bağlı her türlü hastalığa çözüm getirmekten yoksunuz. Öyle ki, bedensel açıdan kusursuz ama zihinsel açıdan yetersiz bir yığın insanın yaşadığı bir toplumla karşı karşıya kalmamız işten değil. Dunaif: Gelecekte yaşlanmayı önleyici sağaltımlara sahip olsak bile, bu olanaklardan yararlanma konusunda çok ciddi farklılıklar yaşanacak. Bu da bizleri, kırışıkların yoksulluğu, alımlı tenle yüksek libidonun varsıllığı simgelediği toplumsal bir açmaza sürükleyebilir. Rosenthal: Yaşlanmadan söz ettiğimizde, gerçekte olumlu yönlerini göz ardı ediyoruz. Çoğumuz meslek yaşamımızın doruk noktasına kırklı, ellili, hatta altmışlı yaşlarımızda ulaşıyoruz. Yaşamın amacı, bu süreyi yaşlanma korkusuyla geçirmek değil, yaşamak ve ona bir katkıda bulunmaktır. Araştırmalar da gösteriyor ki, en mutlu insanlar yirmili yaşlarındaki insanlar değil. Hayrettin Ökçesiz hayret@akdeniz.edu.tr İnsan Onuru, Düşünce Özgürlüğü ve Sivil İtaatsizlik üç kavramından her biri diğer ikisini temellendirir. Bu kavramlar çevresinde ileri sürülen düşünceler, red ve kabuller, tercihler, hukukun çok farklı biçimde kavrandığının kanıtlarıdır. Bu kavramlardan herhangi birini belirli nedenlerle olumlarken diğerlerini aynı nedenlerle yadsımak, bizi çok farklı bir kıyıya fırlatır. Hukukta Felsefi Duruş Göstergeleri Değerli Düşün Adamı İlhan Selçuk’a Rita Urgan Kaynak Discover Aralık 2007 CBT 1097/ 15 28 Mart 2008 Hukukta felsefi duruşun doğrudan göstergeleri olarak gördüğüm şu üç kavram: İnsan Onuru, Düşünce Özgürlüğü ve Sivil İtaatsizlik aynı zamanda birbirlerinin haklılık nedeni olduklarının da doğrudan göstergeleridir. Bunlardan her birini diğer ikisinin temellendirdiğini açıklıkla görebiliriz. Bu kavramlar çevresinde ileri sürülen düşünceler, red ve kabuller, tercihler hukukun pek çok yönden, çok farklı biçimde kavrandığının kanıtlarıdır. Bu farklılıklarla hukukta duruşun çeşitliliği gözler önüne serilir. Bu kavramlardan herhangi birini belirli nedenlerle olumlarken diğerlerini aynı nedenlerle yadsıyorsak, bunlardan her biri kendi varlık nedeniyle diğerlerini yok veya kısıtlı sayıyorsa bu bizi çok farklı bir kıyıya fırlatır. Bu durumda, ilk ilişkideki birlikte vücut bulma, gelişme yerine, birbiriyle çatışarak ardı ardına bir yok olma söz konusudur. İnsanın onurunun, düşüncenin özgürlüğünün, yurttaşın direnmesinin, her birini diğer ikisinin yadsınmasına yol açacak biçimde kavramakla, tümünün hayatımızdan nasıl çekip gideceğini aslında kolaylıkla görebiliriz. Bu sonuç bize ancak bir faşizmi getirebilir. Ancak bir faşizmde bu nedenle biz bir “hiç” olabiliriz. Bu üçü bizim zihnimizi, yüreğimizi terk ettiğinde biz gerçekten bir hiçiz demektir. Kendi içimizde değil yalnızca, birbirimizin gözünde de bir hiç! Öte yandan bir hiçleşmeyi, bu kavramların sistem içerisinde gördükleri işlevlerini ortaya koyarak ve onların aslında sistemin işleyişine uygunlukları ölçüsünde bir anlam taşıdıklarını söyleyerek de dile getirebiliriz. Biz buna göre “insan onuru”na, “düşüncenin özgürlüğü”ne, “sivil bir itaatsizliğe” ait oluruz. Bunların sisteme uygun, sisteme hizmet eder biçimde hayata geçirilebilmesinin organik makineleriyiz demektir bu. Bu da bir hiç olmaktır. Bu işlevsellik anlayışını yadsımanın kibirli olmak suçlamasıyla karşılanacağını düşünebiliriz. Bununla, Luhmann’dan Nietzsche’ye geriye doğru bir köprünün üstünden geçerken altından tarihin derin, ateşten ırmağının aktığını görebiliriz. İnsan onuru bir işlevsellik değilse, ancak bir kibirliliktir, dersek insan soyunu ve bireyini nereye taşıyor oluruz? Bu kaygılar bizi özün varoluştan önceliği ve sonralığı arasındaki tartışmada ikincisine katılmaya çağırır. Heteronom bir “Selbstdarstellung”la (Luhmann); önceden ve dıştan verilmiş bir kendiliğin sunulmasıyla, otonom bir “Selbstbestimmung”un (Kant); kendini kendi başına belirlemenin hukuktaki felsefi duruşunu trajik bir karşıtlık olarak algılamanın ipuçlarını pozitif hukuk normlarında açık seçik olarak bulabiliriz. Düşüncenin özgürlüğünün ve direnme hakkının insan için taşıdığı değerin ancak otonom bir insanlık onuru kavramıyla açıklanabileceğini söyleyebilirim. Heteronom bir insanlık onuruyla ancak imana ve itaate, veya işlevsel bir uyumluluğa gidilebilecektir. Buradaki bir düşünme ve direnme bile, bizi onurlandıran otorite uğruna yeltendiğimiz ve kendisine olan inanç ve itaat duygularımızın gerektirdiği tutumlarımız olmaktan başka bir şey değildir. Düşünme ve direnme bizi bir yaderke (indeterminizm) taşıyan ve bu nedenle ancak içerikleriyle belirlenmiş hak ve özgürlükler olabilecekken, otonom bakışla bu tinsel edimlerimiz, içeriğiyle meşru görülebilme ölçütünden bağımsız, kendi başına varlıklarıyla bir hak ve özgürlük olmak değerine sahiptir. İlkinde araçsal, ikincisinde amaçsal bir nitelik taşımaktadırlar. Otonom insan onuru kavramı düşüncenin ve direnmenin kendi başına, koşulsuz bir anlam ve değer taşıması gerektiği sonucuna götürmektedir. Hukukun sınırları veya çerçevesi olarak hangi insan onuru kavrayışını hukuk politikamızda esas alabileceğiz? Herhangi bir “İnsan Onuru” kavrayışını ölçüt almaksızın hukuk üzerine düşünmek olanaklı mıdır? Sivil itaatsizliği düşünce özgürlüğüyle temellendirirken, düşünce özgürlüğünün de sivil itaatsizlik alanlarının bulunduğunu, bulunması gerektiğini ancak otonom bir insan onuru felsefesiyle ileri sürebiliriz. Düşüncenin özgürlük koşulunu koşulsuz bir direnme hakkıyla gerçek derinliğinde kavrayabiliriz. Arthur Kaufmann’ın “hukukun özünün direnme hakkı olduğu” saptaması bize tüm özgürlük düşüncesinin temelinde bu bilincin yattığını gösteriyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle