24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

“Din başka; eğitim, hukuk ve yönetim başka” Sayın Nevzat Aksoy: Türban’da Kördüğüm (CBT, 8/2/2008) başlıklı yazım hakkında görüşlerinizi (CBT, 29/2/2008) ilgiyle ve sevinerek okudum. Sevinmemin nedeni açık. Yazdıklarımı hâlâ, hem de dikkatli okuyanlar var. Ayrıca böyle karşı görüşler bana demek istediklerimi biraz daha açmak olanağı veriyor. Hasan Yazıcı, Profesör, İstanbul Ünivesitesi “Doğru yol sanırım ‘özenti çağdaşlık’tan vazgeçip uygar olma çabasına yönelmektir. Uygarlığın temeli bilimsellikle birey hak ve özgürlüğüne saygıdır. Bilimselliğin gelişeceği yer eğitim kurumlarımız, birey hak ve özgürlüğünün korunacağı yerse bağımsız yargı organlarımızdır... Bilimsellikten vazgeçmeyen, bağımsız yargı organları yücelmiş bir ülkede ne teknolojinin göz boyaması kitleleri aldatır ne de türbanın kaypaklığı ‘cihat’a dönüşür”. Bu alıntı Cumhuriyet gazetesinde 19 yıl evvel yazdığım bir yazıdan (13 Aralık 1989). Demek son yazımda dile getirmeye çalıştıklarım, en azından benim için, öyle bugüne özgü bir “tepki” değil. Sayın Aksoy mesleğiniz gereği herhalde anımsayacaksınız türban kördüğümünün ilk düğümleri bu ülkenin başına herkesten önce laik oturup laik kalkanlar tarafından atılmıştı. 12 Eylül generalleri ve onların uzantısı YÖK silahşörleri en az bugünün laikçileri kadar laiktiler. Türban ise söz konusu toplum mühendislerinin sola karşı cin bir yol olarak düşündükleri ve tabii dıştan da destek gören İslam köktendinciliğinin giderek kontrollerinden çıkması üzerine buldukları ve yine “cin gibi” bir orta yoldu. Ve tabii her orta yol gibi oldukça sorunluydu ve bizim de bu günlere gelmemizde korkarım büyük katkısı oldu. Bana laikliği Cumhuriyetin vazgeçilemez ilkeleri arasında görüp görmediğim gibi oldukça önemli bir soru yöneltiyor, bir de yazınızın sonunda kendiniz bir laiklik tanımı yapıyorsunuz. Size göre laiklik, “Devlet, kamu ve toplum düzeninde yurttaşların devletle ve birbirleriyle ilişkilerinde, din kuralları yerine bilimsel hukuk kurallarının geçerli olması”. Önce belirteyim ki “laiklik” denilen kavramın tam ne olduğunu, sizin bu tanımınızdan sonra dahi, gerçekten pek bilemiyorum. İnsan aklının en üst değer olduğu kanısındayım. Seküler ahlak ve onun uzantısı olan hukukun ise uygarlık yolunda aklın en önemli çıktıları olduğuna inanıyorum. Buna karşın yakın tarihimizde ve bugün kullanıldığı bağlamda laiklikle ilgili önemli bir dizi sorun görüyorum ve bunları sizinle paylaşmak istiyorum. Umarım emekli bir tarih hocasıyla emekliliği yaklaşmış bir tıp hocasının karşılıklı yazışmasına da bir “fildişi kule” etkinliği diye burun kıvırmazsınız. 1931’de ilk kez CHP’nin 6 okunda yer alan laiklik kavramı bana göre Cumhuriyet devrimimizin oldukça işlevsel (pragmatist) bir düşünce aygıtı. Özetle ne diyor? Din başka; eğitim, hukuk ve yönetim başka. Sizin de benim de akıla en üst değeri verdiğimizden gidersek, bu ayrım ilk bakışta gerçekten çok işlevsel ve albenili. Ancak biraz daha düşünürsek aynı işlevsellik ve belki de kolaycılık altında şu da yok mu? Din kavramının temelleri akılla açıklanamaz. Akıl ise ne Hz. Muhammed’e gelen “oku” emrini açıklar ne de Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i asasıyla ikiye bölmesini. Bu mantığı daha da sürdürdüğümüzde din kavramının insanoğlunun değil de gerçekten doğaüstü bir gücün çıktısı olduğunu kabullenmemiz gerekmez mi? Biz laikiz diye haykırırken egemenliğinden çok korktuğumuz o din kurumuna belki de en etkili ve kalıcı akıl desteği sağlamıyor muyuz? Sayın Aksoy benim okumaya çalıştığım tarih, insanoğlunun bu “akıl–din ” ikileminin, din üzerine düşünmenin, tartışmanın uygarlık tarihinde çok önemli bir yeri olduğunu söylüyor. Edebiyat, sanat, seküler hukuk ve hatta üniversite hep bu akıldin tartışması potasında gelişmiş. İnsanoğlunun her türlü yaratıcılığının en derininde kendi geçiciliğinin bilinci, akılla dini, yani aklın en zorlandığı yeri, bağdaştırma çabası var. Halbuki biz ne yapmışız? Aklı ve dini kendi kendimize verdiğimiz komutlarla ayırmayı, din üzerine düşünmemeyi, tartışmamayı yeğlemişiz. Namaz cimnastik için kılınır, oruç mideye iyidir örneklerindeki kestirmecilik her şeyden önce, eğer gerçekten önem veriyorsak, aklımıza saygısızlık olmuyor mu? Eğer gerçekten doğaüstüne değil de insan aklına en üst değeri vermek istiyorsak dini, böyle bir yaklaşımın tüm rahatlığına ve kolaylığına rağmen, akıl irdelemesinden uzak tutamayız. Dediğimin bizi zorlayacağı açık. Ancak belki de bilinçli, bilinçsiz hep bu zorluktan kaçıyoruz. Belki o nedenle bu toplumda insanları hep inanan veya inanmayan diye ikiye ayırıveriyoruz. Sorgulayanların da olabileceğini düşünmek dahi istemiyoruz. Sorgulamak gerçekten zor. Ancak bu zorluk aynı zamanda uygarlığın da en önemli yapı taşlarından. Cumhuriyetimizi içini bir türlü dolduramadığımız, dışına da her çeşit üniforma giydirmeyi çağdaşlık saydığımız alıntı ezberlerle korumakta da giderek ne denli zorlandığımız açık değil mi? Özetle, uygarlığın vazgeçilemezi aklın kestirmesi pek olmuyor. Bilmem sorunuza yanıt verebildim mi? ‘Devrik tümce’ nasıl özgürleşti? Ömer Demircan demircan4@yahoo.com.tr B Devamı 22. sayfada CBT 1095/ 21 14 Mart 2008 ir zamanlar, eylemi ya da fiili sonda bulunmayan bir tümceye “kuralsız” anlamında “devrik cümle” deniyordu. Birçok yazar bunu doğruluyor. Ataç, “Benim devrik cümlelerle yazmama kızıyorlarmış, Türkçe değilmiş benim yazdığım, dili bozuyormuşum,... sizin kurduğunuz cümle onların bildiklerine uymayınca da... , kurallara aykırı olduğunu ileri sürüyorlar....” diyor. O konuda bir tartışmaya Yaşar Nabi de katılarak Hasan Âli Yücel’e: ‘... bizim öğrenciliğimiz (?19171929) sıralarında pek sıkı olan devrik cümle yasağını biraz gevşetmek gerektiğine de inanıyoruz.. ... diye yanıt veriyor”. Eyüboğlu da: “... Bilim adamlarımız, devlet adamlarımız, hatta başyazarlarımız kullanmıyorlar henüz devrik cümleyi. ...” diye yakınıyor. Özbeöz Türkçe olan bir işleme “kuralsız” denir mi!? Dil Devrimi (1928) Dil Devrimi (1928) önöncesinde ‘devrik cesinde ‘devrik tümce’nin tümce’nin neden “ya neden “yasak” olduğunu anlamaya çalıştım. “Divan” şiisak” olduğunu anlarinde eski düzyazı metinlemaya çalıştım. rinde noktalama yokmuş. “Divan” şiirinde eski Şiirde anlatım birimi ‘dize’ ya da ‘satır’dır. Bir anlama düzyazı metinlerinde sorunu çıkmaz. Düzyazıda ise anlatım birimi ‘tümce’dir; noktalama yokmuş . noktalama yoksa tümce sonu nasıl belirlenecek? Elbette her tümcede yüklemi sona getirerek: “Türkçe bir tümce fiille biter” denip çıkılmış işin içinden. Öyle bir kural noktalama öğretimi için de zorunludur. Çünkü, devrik bir tümcede yüklem ardına atılan öge türü belirlenemediği için, öğrenilebilir bir kural da biçimlenememiş; ilkin Tanzimat gazeteciliği ile düzyazıya giren noktalama ile de “devrik” tümce seçilememiş, yüklemson anlatım öylece kemikleşmiş. Üstelik, Osmanlıca uzun tümceler de devrik işleme uygun değil. Nitekim Ataç 1942’de devrik tümceye geçerken: “Ama uzun cümlelerle yazmak elimden gelmedi, baktım hem akıcı olmuyor, hem de her yanı karanlık içinde kalıyor. Bıraktım... ‘Öyle ise konuştuğum gibi yazmağa çalışırım, belki onu başarırım” der. Öyleyse, ilk romanların içindeki karşılıklı konuşmalarda devrik tümce neden hoş görüldü? Her katılanın sözü ayrıldığı, noktalama sorunu yaşanmadığı için. Yoksa P. Safa, Sait Faik’i “konuşur gibi” yazdığı için acımasızca eleştirmezdi. Savunanlar da: “Şayet Sait’in nesrinde konuşur gibilik varsa evet! Fakat yine de ancak Sait kadarı”. dediler. Geçenlerde bir dost: “Leylâ Erbil, ‘Cüce’ içinde devrik tümceyi yanlış kullanıyor” demesin mi! Tam da ‘devrik tümce’ incelemelerimi bitirdiğim sırada o sav beni şaşırttı. Kitabı bulup okudum, sanı doğru çıkmadı. Erbil üzerine bir yazısında
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle