25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TARTIŞMAEDİTÖRE MEKTUP Üniversite ve bilimbazı kişisel tecrübelerim Şimdi hayatımın sonuna gelirken ilerideki bilim adamlarımıza bir tavsiyem var: Bilimsel yaratıcılık tek bir insanın beyninin içindedir. Sakın "hocanızın" sultasına boyun eğmeyin. Bu sizin rahatınızı sağlamayacaktır, ama bilim dünyasına kalıcı eser vermenizin yolunu açacaktır. Yavuz Nutku, Prof. Dr.; TÜBA üyesi etti. Hakemimiz dürüsttü. Neticede ben otobüs ve tren biletlerimi yazılı bir özür mektubu kaşılığında verebileceğimi söyledim. Bu herkes tarafından kabul edildi. Biletleri vermemden sonra uzun bir süre hiç cevap alamadım. Sonra hakeme müracaat ettim ve yazılı özür mektubunu nihayet aldım. Bütün bu olaylarda beni en çok üzen ise benim ODTÜ’de sıfırdan alıp haklı olarak yükselttiğim ve iyi bir araştırmacı olarak yetiştirdiğim öğrencimin bana "Yavuzcuğum gerçekten Ankara’ya gitmişmiydin" lafıydı. Hiç şaşırmamam gerekiyormuş, çünkü o sonunda işi bilimsel hırsızlığa kadar ileri götürdü. CBT1046/20 6 Nisan 2007 lbette yazının başlığından kastettiğim ülkemizdeki üniversiteler ve onların evrensel bilime katkıları. Ancak bu çok çetrefil bir konuymuş. Üstelik benim bu konudaki ilk tecrübem de Amerika’da oldu. Hayrettir! Princeton Üniversitesi dünyanın en iyi üniversiyelerinden biri olmasından öteye, Cumhuriyet’in ikinci nesli hakkında bir karşılaştırma yapmamızı da sağlamaktadır. Ahmet Çakmak Amerika’ya göç etti ve sonunda Princeton’da mühendislik bilimlerinde profesör oldu. Bütün Amerikan üniversitelerinde olduğu gibi başarısı kurumuna önemli kontratlar kazandırmasından kaynaklanıyordu. Erdal İnönü ise göç etmedi. Doktora sonrası kısa bir süre Princeton’daydı ve orada Wigner ile beraber matematiksel fiziğin en önemli yöntemlerinden birini keşfetti. Ben ise üçüncü nesil olarak Çok eskiden bütün bunlardan habersiz, elimi babam bana kolumu sallayarak Princeton Fizik Bölümü’nde çalışmaya başlaAtatürk’ün yazdığı dım. geometri kitabını Derken bir gün eşim burada göstermişti. Bütün bir Türk daha olduğunu ve matematikçi olduğunu söyledi. Üsdevlet işleri aratelik aynı lojman blokunda otusında Atatürk’ün ruyormuşuz. Çok sevindim ve Cumhuriyet nesilhemen tanışmak istediğimi söylerini rasyonel düledim. Ardından eşim karısının şünceye yöneltmek iki gözü iki çeşme ağladığını söyledi. Buna omuz silktim ve için seçtiği en ona kendisinin de çok iyi bildiönemli reform bu ği gibi matematik ve fizikte araştırmacıların insan ilişkilegeometri kitabıydı. rinde pek başarılı olamadıklarını söylemekle yetindim. Anlaşılan herkes birbirinden haberdarmış, çünkü bir akşam lojmana yürürken yolda adımın Türkçe telaffuzla bağrıldığını duydum. Hemen durdum ve arkama döndüm. Tanıştık. Princeton’da fizik ve matematik binaları, Jadwin ve Fine Hall, aralarında bir muhteşem yeraltı kütüphanesi ile komşudurlar. Dedim ki "Ya şu işe bak, benim ofisim Jadwin Hall’ın Fine Hall’a bakan cephesinde, belki senin ofisin’de Fine Hall’dan Jadwin’e bakıyordur. Ancak biz iki Türk, en üst bilim alanlarında çalışanlar, nedense hiç tanışma fırsatı bulamamışız." "Yooo" dedi, "ben Türkiye’de matematikçiyim ama Amerika’da mühendis olarak çaışıyorum. Ofisim mühendislik binasında." Komşu olamazdık. Ancak Ecevit kışında Türkiye’ye döndüğümde Boğaziçi Üniversitesi’nde aynı bölümde çalıştık. Bu da matematik idi. Ülkemizde matematik pek gelişmemiş bir konu olduğundan bölümü hangi öğretim üyeleri ile dolduracaksınız? İlk başta kendilerini matematikçi ilan eden mühendislerle. Bir keresinde hastalığı dolayısıyla bu mühendis arkadaşın dersine girdim ve hayretle gördüm ki, bu en temel lisansüstü ma E tematik dersinde kendi teksir notlarından başka okutulabileceği bir kitap bulamamış! Sonra başka kimler matematiğe paslınır. Kişisel sebeplerden dolayı istemediğiniz matematiksel fizikçilerle. Tabii bazı sahici matematikçiler de araya sıkışıyor. Örneğin Ali Ülger. Konularımızın farklılığına rağmen benim Boğaziçi Matematik Bölümü’nde konuşabildiğim tek insandı. O da bir yeraltı matematikçisiydi. Sekreterimiz Nuran’ın deyişiyle tuvalete bile gizli gizli gidiyordu. Kısa süre sonra mühendis arkadaşımız matematik bölümü başkanı oldu. İşyerinde sürtüşme, verimliliği kısıtlar. Bu durumda yapılacak tek şey hiçbir şeye karışmadan bilimsel çalışmalarınızı aynen bir yeraltı faaliyeti gibi yürültmektir. Ben de öğle yaptım. Ancak sulh için bu bile yeterli değilmiş. Derken bir başka mühendis matematikçi dekan oldu. Ben onlarla ahbap çavuş ilişkileri içinde olmadığım için pusuda bekliyorlarmış. Bu fırsatın bir doçentlik sınavıyla ellerine geçtiğini sandılar. O esnada Suudi Arabistan’da çalışan Yılmaz Akyıldız Ankara’da yapılacak olan doçentlik sınavına müracaat etmişti. Ben de jüri üyesi olarak seçilmiştim. Eğer sanıyorsanız ki üniversitedeki bütün saçmalıkları yeteneksiz öğretim üyeleri yapıyor, yanılıyorsunuz. Bunun için ileride bir parantez açarak Yılmaz’ın doçentlik sınavının hikâyesinin evveliyatını anlatacağım, ancak şimdi benim şahsen tanık olduğum onun ikinci doçentlik hikâyesine devam edeyim. Otobüs Bolu’dan geçerken uçuruma uçan bir otobüs çıkarılıyordu. Biz tellerin altından geçerek Ankara’ya vardık. Doğru Tosun Terzioğlu’nun evine gittim ve akşam misafirleri oldum. Ertesi gün Yılmaz Akyıldız çok başarılı bir sınavdan geçerek doçent oldu, Ben de ona cüppemi giydirdikten sonra akşam treniyle İstanbul’a döndüm. Huzurluydum, çünkü önemli bir yanlışı düzelttiğimi düşünüyordum. ‘BİR BİLEN’ Gelelim Yılmaz Akyıldız’ın doçentlik sınavının ilk etabına. Bunun önemi şuradadır: Alıştık artık yeteneksiz öğretim üyelerinin etraflarında topladıkları yeteneksiz öğrenciler ve onların hepsinin kurdukları bilimsel sultalara. Bu üniversitelerimizin geleneksel yapısıdır. Bu kısır döngüyü kırmak için seneler sonra Ayşe Erzan ve Selman Akbulut’la beraber Feza Gürsey Enstitüsü’nü kurduk. Ancak çok yetenekli araştırmacılarımız, hatta evrensel standartlarda tanınan matematikçilerimiz bile bilimsel sulta gibi iğrenç bir yolu seçebiliyorlar. Hayrettir! Yılmaz Akyıldız benim bir çalışmamı ileriye götüren bir makale yazmış ve tam ilk doçentlik sınavının yapılacağı ay bunu uluslararası hakemli bir dergide yayımlamıştı. Doçentlik jürisi 5 kişiden oluşuyordu ve en kıdemlileri "köpek" namıyla maruf İTÜ Matematik Bölümü başkanıydı. Bu zata son derecede büyük saygım var, çünkü Sokrat’ın tavsiyesinı tutarak bilmediğini bilecek kadar sağduyulu bir insanmış. Yılmaz’ın doçentlik tezi ona jüri üyesi olarak ulaştığında "bir bilene" müracaat etmiş. O sıralarda Erdal Bey TÜBİTAK Temel Bilimler Araştırma Enstitüsü’nü, şimdiki adıyla Feza Gürsey Enstitüsü’nü kurmuştu. Ancak kısa bir süre sonra politikaya atılınca bize TÜBİTAK yönetimi tarafından müdür olarak uygun görülen, bir başka İTÜ mühendis matematikçisiydi. Kendisi Gebze’de uygulamalı matematik bölümü başkanıydı ve Erdal Bey’in yakın ahbabı olmasına rağmen Temel Bilimler’e katılmamıştı. İşte bu zat "bir bilenin" ta kendisiydi. Bu bir bilen büyüğümüz Yılmaz’ın tezini bir fırfırladıktan sonra tezde hiçbir yeni netice olmadığına karar vermiş. İşte buna binaen "köpek" namındaki meslekdaşımız bütün jüriyi ikna ederek Yılmaz’ın doçentlik müracaatının 50 reddedilmesıni sağlamış. HAKKIMDA SORUŞTURMA Ama o da ne, döndüğümde Boğaziçi Üniversitesi hakkımda soruşturma açmıştı. Gerekçe, doçentlik sınavı için Ankara’ya gitmem gerekirken gitmediğim ve dersime de girmediğim idi. Bu konuda fen fakültemizin mühendis matematikçisi dekanıyla yaptığım ilk konuşmada tamamen bir yanlış anlamadan kaynaklanmış olması gereken bu sorunun çok kolay halledilebileceğini söyledim. Sınavda olup olmadığımın sadece sınavın yapıldığı Ankara Üniversitesi Fen Fakültesine bir yazı ile sorulması yeterliydi. "Yooo" dedi hazret "bu üniversitemizi küçük düşürür!" Peki ya benim gibi haksız ithama uğramış bir öğretim üyesinin üniversitemizde çalışmasının üniversitemizin şerefine uygun mu olduğunu sorduğumda, elinin tersiyle bana psikoloji bölümünden bir bayanı soruşturmaya hakem tayin ettiğini tebliğ SES BANTLARI GERİ O sıralarda Cahit Arf emekli olmuş ve 3040 yıl önce İnönü ödülüyle almış olduğu Bebek’teki evinde oturuyordu. Hep ona uğrayıp anılarını teybe alıyordum. Bizden önceki nesilde Türkiye’de 2 matematikçi vardı, Cahit Arf ve Gündüz İkeda. Karakterleri ise tam zıttı. Cahit Bey ben küçük dağları yarattım havasında hep devam etti. Öte yandan Gündüz Bey çok mütevazı bir insandı. ODTÜ’de
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle