24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

KENT VE KÜLTÜR HUKUK POLİTİKASI Hayrettin Ökçesiz hayret@akdeniz.edu.tr Max Horkheimer: "Sözde kendisinden kaynaklandığı şeyler için bile olsa, düşüncenin sigaya çekildiği yerde barbarlığın başladığı sınır yer alır.” Düşünce Özgürlüğüne İki Kaldıraç Hukukçular yasaları aydınlatır, ama kimi zaman da yasalar hukukçuları… Yasalar hukuka sevk edilen hammaddeler gibidir. Onlar orada işlenir, değerlendirilir ve hukukun toplumsal işlevine uygun biçimde etik ve sosyolojik geçerlilik kazanır. Normatif geçerlilikleri böylece hedefine ulaşmış olur. Yasaları sindiren hukuk yine yasalarla devrimsel dönüşümler yaşayabilir. Tüm bu nedenlerle yasa–hukuk ilişkisi epeyce sorunlu bir ilişkidir. Kötü yasa bu bakımdan sayıları çoğaldıkça kötü hukuka doğru götürür. Kötü hukuk da kötü bir yaşama… Bu ilişkide düşünce özgürlüğü bakımından olumlu bir gelişmeye işaret etmek istiyorum. Pozitif hukukumuza 1988 ve 2004 yıllarında giren iki yasayla düşünceyi özgürleştirmenin iki önemli kaldıracını kazanmış bulunuyoruz. Aşağıda bu iki aracın birbiriyle olan ilişkisini ve hukuk düşüncesine getirdiği yeni bakış açısını kısaca irdeleyeceğim. Düşünce özgürlüğüne –uzun erimde çekilebilecek tek sınırın gerçek kişilerin kişilik haklarının korunması olduğunu düşünüyorum. Ancak bu sınırın sınırları bakımından, kaynak İsviçre Medeni Kanunu’na (md. 28a)1985 ve Türk Medeni Kanunu’na (md. 24/2) 1988 yıllarında giren bir hukuksal düşünce figürüne dikkat çekmek istiyorum. Bu madde bizim bağlamımızda şöyle diyor: "(…) daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar (…) sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır." Bir önceki yazımda 2004 tarihli yeni TCK md. 301/4’ün (eleştiri amacıyla yapılan) düşünce açıklamalarının suç oluşturmayacağı hükmü üzerinde durmuştum. Düşüncenin ne zaman kişilik haklarına saldırı sayılmayacağını da bilmek istediğimizde, bu ikinci "daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar" kaldıracını kullanarak, böyle bir yararı dile getiren bir düşünce açıklamasının her zaman hukuka uygun sayılacağını görüyoruz. İleri aşamada, bir ifadenin "Düşünce" olması durumunda salt bu özelliğiyle buradaki kamusal yarar ölçütünün koruma alanına girebileceğini de söyleyebiliriz. Düşüncenin özgürlük alanının olabildiğince genişletilebilmesi için bu her iki kaldıracın (TCK md. 301/4 ve TMK md. 24/2) uygulama alanlarının da genişletilebilmesi gerekmektedir. Bunları kendi hukuk alanlarında olduğu gibi, çapraz olarak birbirlerinin alanında da kullanabilmek yolunda genişletici bir yoruma doğru yürümenin yerinde olacağını düşünüyorum. Bu yönde bir genişletici yorumu haklı ve zorunlu gösteren en önemli gerekçe, tüm hukukun kilit taşı niteliğindeki "İnsan Onuru"nu temellendirmede Düşünce’nin taşıdığı anlamdır. Bu anlamın derinliğini önce kitapların, ardından insanların yakıldığı bir ülkede, tüm bunların tanığı olmuş bir filozofun, Max Horkheimer’ın şu sözüyle vurgulamak istiyorum: "Sözde kendisinden kaynaklandığı şeyler için bile olsa, düşüncenin sigaya çekildiği yerde barbarlığın başladığı sınır yer alır.” Ünlü filozof Immanuel Kant’ın sözüyle, düşünce özgürlüğünün "tüm özgürlüklerin kalkanı" olduğunu da anımsatmalıyım. Bir başka büyük filozofun; Pascal’ın, düşüncenin insan için değerini gösteren şu şiirsel sözlerine de burada yer verilmelidir: "Yeryüzünde en kırılgan şey olan bir kamıştır insan yalnızca. Ama düşünen bir kamış... Onu yok etmek için tüm evrenin kendi kendini donatması gerekmez. Hafif bir rüzgâr, bir su damlası onu öldürmeye yeter. Fakat evren onu yok edecek olsa bile, insan kendisini tahrip eden şeyden daha asildir. Çünkü o, öleceğini bilmektedir. Tüm evrenin onun üzerindeki üstün gücünün ayırdındadır. Ama evrenin bundan hiç haberi yoktur. İşte tüm onurumuz düşünmekte yatmaktadır." (Alıntılar için bkz. H.Ökçesiz, Düşünceyi Açıklamanın Sınırları Üzerine Kısa Bir Not, b.y.: Mehmet Küçük’e, Haz.: Doğan Özlem, Ankara 2003, s.25 vd.) Temellendirdiği insanlık onurunun layıkıyla anlaşılıp korunabilmesi için düşüncenin, özellikle sınır durumlarda dahi özgürlüğünden yana olmalıdır. Yarar/zarar hesabı yapıldığında bile düşünce özgürlüğü lehine karar vermenin kamuya daha yararlı olduğu her zaman görülebilir. İstanbul 2010: Geçmişimize yeni bir pencere İstanbul’un evrensel imgesi İstanbul’un tarihini yansıtır. Bu tarih Roma ve Bizans’ın Konstantinopolis’i ve Türklerin İstanbul’udur. İstanbul Türk tarihinin göçeryerleşik simbiyotik evreleri içinde şekillenmiş ve bu kentte sonlanmış Batı’ya göç tarihini simgeler. Doğan Kuban – Deniz İncedayı K onstantinopolisİstanbul dünya yer isimleri içinde en yüklü sözcüklerden biridir. Sadece Babil, Atina, Jerusalem Kudüs, Roma, Konstantinopolisİstanbul’un anımsattığı tarihi olgularla boy ölçüşecek imgeler saklar. Paris ve Londra bu kentin tarihi yanında cüce gösterilerdir. Bu tarihe sahip çıkmayanlar bu efsanevi kentin dünya tarihindeki yeri konusunda doğru bir yargıya sahip değillerdir. ‘İstanbul Avrupa Kültür Başkenti’ adını çok isteyenler de İstanbulun Konstantinopolis’siz bir Avrupa kültür başkenti olamayacağının bilincine varmalıdırlar. J. Conrad’ın ”Orada her hikâyenin yer alacağı kadar yer, her tutku için yeterli derinlik, her kurgu için bir sahne ve milyonlarca hayatı gömmek için yeterli karanlık vardı" sözü İstanbul için söylenebilir. İstanbul sonsuz bir kenttir. İstanbul2010 ‘Avrupa Kültür Başkenti’ deyimi, İstanbul’un tarihi statüsü ve tarihi konumu yanında ağırlıksız, turistik bir reklam sözcüğüdür. Fakat eğer kentin idarecilerini yüz ağartıcı birkaç düşünce geliştirmeye teşvik ederse önemli bir işlev görmüş olacaktır. Kent tarihine layık bir törensel olguya hazırlanmak için bugün İstanbul’u İstanbul yapan üç temel olguyu belirtmek ve onların kentin gelecek imgesine potansiyel katkılarını vurgulamak istiyoruz. Bunları kent ve deniz, kentin ulaşımı ve kent ve tarih İstanbul2010 ‘Avrupa olarak adlandırıyor ve kentin fiziksel oluşumunda alacakları yeri vurgulamak istiKültür Başkenti’ ilan yoruz. edildi. Dört yıl sonra utanılmayacak bir İstanbul ulaşımı sunmak istiyorsak, Eski İstanbul’un kentsel güzelliğinin başında deniz ulaşımı ile ticaret arasındaki sıkı ilişkinin geldiğini anımsamak gerekir. İSTANBUL VE DENİZ İstanbul’u deniz yaratır. İstanbul planlamasının temeli deniz kıyılarını, özellikle Boğaziçi ve Haliç’i, topografyası ve doğal örtüsü ile birlikte İstanbul imgesinin nişanları olarak algılamak ve değerlendirmektir. Buna ağırlık vermemiş bütün planlar kent tarihine ihanet eden çevre ve tarih duyarsızlığının işareti olan belgelerdir. İSTANBUL’UN TARİHİ VARLIĞI Göç eden nüfusun baskısı ve politikacıların ortak olduğu arazi yağması ve yapı spekülasyonu, İstanbul’un kendisini tanımlayan tarihi yapısını; konut ve konut dokusu, kentsel mekân ve boyut bağlamında yok etmiştir. Fakat tarihin bütün çağlarını yansıtan anıtlarımız var. Boğaziçi saygısız ve bilinçsiz bir planlamaya ve yasadışı yerleşme alanlarının yoğunluğuna karşın topografyası ile olağanüstü bir doğal sit niteliğini korumaktadır. Anıtlar ve Boğaziçi, İstanbul’u dünyanın en güzel kentlerinden biri yapmakta devam ediyorlar. Bu varlık, bilinçli ve yaratıcı bir planlamanın yardımı ile kentin kimliğini geleceğe taşıma olanağına sahiptir. CBT1031/14 22 Aralık 2006 İSTANBUL’UN ULAŞIMI İstanbul’un kaotik dinamiği ulaşım kargaşasında sergilenir. Ulaşımın zaman zaman ‘collapse’ olması, kentlere egemen olan kırsal kültürün düşünsel yetersizliğini simgeler. Nüfusları iki haneli milyonları bulan kentler yaşarlar. Fakat hepsi kalp hastaları gibidir. Zor nefes alırlar. Motorlu araç kullanımı bu kentleri boğmuş, çirkinleştirmiş ve insan yaşamını arabaya, asfalta ve kötü havaya tutsak etmiştir. Daha 20. yüzyılın birinci yarısı bitmeden Jane Jacobs bütün Ame
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle