Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
AylakBilgi BilimPortre TahirM. Ceylan Kişisel Devlet Eskiden babanın adını düşürmek vardı. Babayı düşürür, anandan da vazgeçer, adam olurgiderdin, ta ki başka bir kadın seni kendi çocuğu yapana kadar! Onun gibi artık toplumun adını düşürmek, bir kişisel devlet kurmak gerekiyor. On dönüm toprak alsam, suyumu artezyenden çıkarsam, komşu devlet bir kadından da çocuk yapsam ne dersiniz? Sözlükte geçmeyen kelimelerden anayasa uydursam, öylesine laf olsun diye, anayasaya göre yaşayacak değilim de. Mithat Paşa'nın 7 Zilhicce 1293 tarihli Kanuni Esasi'sini bile iki yılda Abdülhamit çöpe attığına göre, anayasalar uyulması için değil, insanlarda bir tazelik yaratmak için hazırlanır. Sonra sultaniye üzümü diksem bağlara ve ürünlerini zeytinyağlı suya bandırıp kurutarak kehribar sarısı yapsam ve kapı önüne koyup gelene geçene satsam; bir de "Kişisel TekamülAkademisi" kursam, "mana gerek dava gerekmez" diyebilecekleri toplayamaz mıyım başıma sizce? Benim uhrevi bir hayatım, hem peygamber hem terzi olan Hz. idris 'ten bu yana gelen bir ahlakım var. Beni mali hülyaya daldıran bu suç ve para dünyasından kendimi azlediyorum; tertemiz ırmaklar başka yataklarda akıyorsa neden bu kirli nehirlerin kenarında bir hayat kurayım? Bakınız beynimdeki her hücre karmaşık bin bağlantı oluşturuyor neredeyse ve onun gibi çok incelikli dalgaları var. Beynim uyanıkken bu dalgalar bölgesel ve seçici, uykudayken global ve seçmeden çalışıyor. Bu beyinde her gün on milyar hücrenin on trilyon bağlantısını entegre ediyorum; hem de ne için, kuyruklarda fatura ödemek, A TM'lerden üç kuruşluk maaş çekmek, altı ay önce aldığım ütünü'n taksitini ödemek ya da popstargibi rezilliklerin olduğu kuyruklarda ömür törpülemek için. Bunca kıymeti, insan değerinin hiçe sayıldığı yerlerde var olmak için mi kullanacaktım? Yüzyıl sonra benim için şu denecektir: "Farklı kombinasyonlar yapan olağanüstü bir elektriksel devreydi (beyin entegratifsinir devreleri olarak çalışır). Akım yetmiş yıl cazur cuzur geçmeye devam etti, sonra kömürleşti; neticede kapasite büyük, ürün küçük, entropi sönük, verimlilik düşüktü!" 0 zaman insanlar sizleri arsamdan kovuyorum ve kendimi kendim yönetmek u'zere, faturasız, kuyruksuz, parasız, silahsız, tehditsiz, sömürüsüz bir dünya olarak kendi arsamda kendi devletimi kuruyorum. Nasıl babanın adının düşmesi için, birinin sizi baba görmesi gerekiyorsa, toplumdan gitmem için de, toplumun baba, benim de çocuk rolünden çıkmam gerekiyor. Toplum gitsin, toplumu gitmiş insanda yalnızca başlar ve vajinalar kalıyor (şizofren resimlerinin iki tigür'u). Demek ki üreyeceğim ve düşüneceğim; kalanı düşecek bendeni Platonun mağarasına (nesnenin gölgeden ibaret olduğu yaşam) çekilmeye hazırım. Toplumdan bıktım, erkeklere daima, kadınlara neredeyse her zaman yalan söylüyorum; aylardır şöyle iç döker gibi sevişmiyorum, görü'ntüm grenli, dünyam donuk ve kasvetli. Dışım rol icabı aydınlık ve de Delhi'deki 953 pencereli billur gibi bir Hava Mahal olarak görünüyor şimdi ama, içim loş ve penceresiz kapkaranlık bir Şiş Mahal gibi bu alacakaranlık toplumunda. insanlarla konuşuyorum belkiama, laflarım karşılıksız senetler gibi, kişisel devletimi kurarsam dilim değil ,ancak beynim şü'phem yokyeniden bir Tac Mahal olacak. Dağ başında çobanlar birer kişisel devlettir mesela. İnsansızlık onların özgürlüğü olmuştur. internet bizi dağ başı çobanları pekala da yapabilir. Eskiden insansız kalmak işlevsiz olmak anlamına geliyordu, bugünse insansızlık yaratıcılık anlamına geliyor artık. Çünkü insanlar ilişki zorunluluğu yaratarak, pek çok yaratıcılığın yatağı olan iç dünyamın tüm lezzetini alıp götürüyorlar. Dış dünya, iç dünyanın enerjisi olsun diye vardır, halbuki içimin dünyası dışarıya çerez oluyor her gün. Belkiyarın kimselerin içeri girmediği, topraklarıma ruhumu hasırın üstüne pestil serer gibi serdiğim bir kişisel devlet kurabilecek durumdayım artık. Evet, şimdi tek kişilik bir devlet kuruyorum ve orada prensipsiz birisi olarak yaşıyorum, ismimi de serseri koyuyorum. Bu devlette toplumun doğrusunu bilmek değil, kendiyanlışlarıma ağız dolusu gülmek istiyorum, kendi ürettiğim bilgiyle yaşayıp, kendi bağımın şarabını içmek istiyorum artık; müsaade eder misiniz? tmceylan@supemnline.com YÛZYILIN SİNİRBİLİMCİSİ GAZİ Ö dül, Cumhuriyetin Sinir sistemi ameliyatlarında mikrocerrahi tasarımlan, yöntemleri ve geliştirdiği mikrocerrahi araçgereç ile tıbbi devrimler yaratan, Yüzyılın Beyin Bilimcisi seçiien, Dünya Nöroşirü'rji Akademisi ilk altın onur ödülü verilen Prof. Dr. Gazi Yaşargil'in, TBMM tarafından verilen ilk Milli Egemenlik Onur Ödülii töreninde yaptığı konuşmayı sunuyoruz.. Profesör M. Gazi Yaşargil z > « Nisan 2005, Perşembe J I günü TBMM başkanı M/ L Sayın Bülent Annç Milli Egemenlik Onur Ödülü'nün bana verildiğini bildirdiğinde çok gururlandım ve çok sevindim. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı üyelerine ve milletime candan teşekkür ederim. Bu ödül bana ve genç kuşaklara güç verecektir. "Onur Ödülüne" layık görülmüş olmam birdenbire yetmiş yıl evvelki bir haüramı canlandırdı; 23 Nisan 1935 tarihinde, Ankara Cebeci İltekin İlkokulu öğrencileri olarak Ulus alanındaki törene katılmaya hazırlanmıştık. Okulumuzun müdiresi bayrağı taşımakla beni görevlendirdiği anda mutluluktan uçmaya başlamıştım. Eve döndüğümde kitaplarıyla meşgul babama beni çok kıvançlandıran bu olayı heyecanla anlattığımda; "Oğlum, bugün hava pek sıcaktı, bayrağın o koca direği sana ağır gelmedi mi" diye sormuştu. "Bayrak, kendini ve beni kolayca taşıyıverdi" yanıtını verince anneme dönüp, bak şu kızanın şevkine diyerek saçlarımı okşamıştı. BENİM İÇİN NEDENECEK mıştı. Türkiye'de ve beş kıtadaki sosyokültürel, sosyoekonomik, siyasal, felsefi ve teknolojik gelişmeleri devamlı ve dikkatle izledim ve kendi çapımda katkılarda bulunmaya çalıştım: 1960 yılında "Batının görevi" isimli Almanca yazdığım bir ufak kitabım Batı Avrupa devlet makamları ve Batı basını tarafından ilgiyle karşılandı: İşçilerimize Batı'da kapıların aralanması için anahtar oldu. DEVRİM VE SAĞLAM TEMELLER Sevinçten şevk kelimesinin manasını soramamıştım. İçime sanki bir kıvılcım düşmüştü. Bu ateş içimde devamlı yanar, sizlerde de olduğu gibi. Sizin ve milletimizin bana layık gördüğünüz "onur ödülü" bayrağımız gibi hepimizi şevklendirsin. Bu çok anlamlı "onur ödülü", ulu önder ATATÜRK ve cesur yandaşlarının, metin halkımızın benzersiz irfan, irade ve azimle yarattıkları laik Türkiye Cumhuriyeti devrimine büyük katkıları olan sayısız şehit, gazi, kadın, erkek İlk Cumhuriyet kuşaklarına da sunulmuş bir ödüldür. Uygartığa örnek bu devrim sağlam temeller üzerindedir. İkinci Dünya Savaşı en kızışmış "ahval ve şeraiti" içerisindeyken özenle tasarladığım mesleki emelime erişebilmek için ülkemin coğrafi sınırlarından ayrılıp Ekim 1943'te Avrupa'ya tıp tahsiline gitmiştim. Geçen yıllar boyunca ulusumun, insanlığın ve tüm varlıkların geleceği her an ilgi alanımdaydı. Vatanı ve milleti sevmenin ve yükseltmenin bin bir yolu olduğunu Cumhuriyet devriminin ilk büyük şairlerinden Orhan Veli bir şiirinde ne güzel açıkla İLKESİZSERSERİ AVRUPA, ORTA ASYA İLE KAFKASYA VE ANADOLU KÖKENLİ Osmanlı kültürünün en ö'nemli simgelerinden biri olan Edirne'deki II. Beyazid Külliyesi'nin mimari, estetik mükemmelliği ve tababet alanında dünyada ilk defa kullanılan musiki ve gıda tedavisi yöntemleri 1962 yılında yayımlanan bir yazımın konusuydu. Geçen hafta Edirne'ye yaptığım ziyarette bu külliyenin onarılarak dünya kültürüne kazandırıldığını görmekten mutluluk duydum. Tıp ile ilgili yayınlarda dünyada ilk defa 1465 tarihinde dört yüzü aşkın renkli minyatür resimle ameliyatlarını gösteren Amasyalı büyük hekim ve cerrah Şerafettin Sabuncuoğlu'nun Türkçe yazdığı benzersiz eserini başka bir yazımda açıkladım. <3 Ağustos eMfc