Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
BİLİM TARİHİ B İ L İ M KÜLTÜR Hollandalı doktor Christiaan Eijkman, (beri beri) hastalarıyla, hastalanan tavuklar arasında benzerlikleri gözlemlemeseydi, B1 vitaminini bulamayacaktı. Dr. Erdal Atabek B, vitamini nasıl bulundu? 3 milyar dolarlık yatırım Genetik mühendlsleri, gen konusunu ayrıntılarıyla çözmeye uğraşırken, bitkiler ve hayvanlar üzerinde çalışmalar yoğunlaştı. Vehbi Belgil Gen aktarma tekniğine H ollandalı bir doktor, ülkesinin sömürgesi olan Endonezya'ya gitmeseydi, B vitamini belkl yine bulunurdu, ama başka bir yerde, başka bir zamanda. Bir keşfin yapılışı, bilim tarihinde şimşeğin çaktığı andjr. Ne var ki, bu an kendiliğinden gelivermez. Rastlantılar, meraklı bir gözlemcilik, olayları birbirine bağlama yeteneği gibi sayısız etkenin bir araya gelmesi bilim tarihinde bir şimşeği çaktırır. Hollandalı doktor, Endonezya'nın bugünkü Jakartası'na geldiği zaman yıl 1886'dır. Hastanede çalışmaya başlar. Görevi, patolojik, anatomi ve bakteriyoloji laboratuvarı direktörlüğüdür. Hastane, adına beri beri denen bir hastalığa yakalanmış Endonezyalılarla doludur. Bu hastalığa yakalananların kasları güçsüzleşir, zorlukla yürürier, sinir sistemleri bozulmuştur. Hastalığın nedeni bilinmemektedir. Hastalığın nasıl iyileştirileceği bilinmemektedir. Hastalara, sindirimi kolay diye düşünüldüğünden, parlatılmış, beyazlatılmış pirinç verilmektedir. Hollandalı doktor, hastanenin tavuklanna da bu pirinç artıklarını verir, onları böyle besler. Bir süre sonra, tavuklar da kanatlannı güç hareket ettirmeye başlarlar, yürüyüşleri bozulmuştur. Gene de, hastanenin aşçısı, tavukları "iyi" pirinçle beslemenin sayurganlık olduğunu söyleyip karşı çıkmasa, belki de durum pek anlaşılmayacaktı. Aşçının karşı çıkması üzerine, tavuklara, işlenmemiş "kötü" pirinç verilmeye başlanır. Hollandalı doktor, bir süre sonra tavukların iyileştiğini, kanatlannı eskisi gibi hareket ettirebildiklerini hayretle görür. Tavukların yürüyüşü düzelmiştir. Işte o zaman, doktorun merakı "pirincin parlatılması" üzerine yönelir. Pirinç parlatılırken ne olınaktadır? Pirinç parlatılırken, iç kabukları ayrılmaktadır, böylece "parlak, beyaz" pirinç elde edilmektedir. öyleyse, pirincin iç kabuğunda bir madde vardır ve bu madde, kaslarm güçsüzlüğünü düzeltmekte, yürüyüşü normale döndürmektedir. Burada işe doktorun gözlem gücü, olayları birbirine bağlama yeteneği kanşır. Hastanede yatan beri beri hastaları ile hastalanan. tavukların gösterdiği belirtiler birbirine çok benzemektedir. öyleyse, beri beri hastalığını da "doğal, parlatılmamış, iç kabukları çıkarılmamış" pirinçle iyi etmek olanağı var mıdır? Evet, vardır. Burada, Endonezya'da, bilim tarihinin bir yıldızı daha parlamıştır. Bu öykü, Hollandalı Christiaan Eijkman'ın öyküsüdür. Amsterdam Üniversitesi'nde tıp eğitimini yaptıktan sonra gittiği Endonezya'da yaptığı çalışmalardan sonra 1898 yılında Hollanda'ya dönmüş, Utrecht Üniversitesi'nde görev almıştır. Bulunan madde B, vitaminidir. B, vitamini 1926 yılında saf olarak elde edilecek, Thiamin adı verilecektir. 1929 yılında Nobel Tıp Ödülü Christiaan Eijkman'a verilir. D C anlı hücrelerin içinde neler bulunduğu 1953'e kadar kesinlikle bilinmiyordu. Bütün bilinen, kromozom denen 46 parça idi. Fakat bunların gizi bilinmiyordu. 1953'te bu giz çözüldü: Kromozomların "gen" denen ve ip merdiven gibi birbirlerine dolaşmış uzun şeritlerden oluştuğu anlaşıldı. Canlıların bütün özellikleri bunlarda belirlenmişti. Genlerin okunması yazılmalarına da olanak sağlıyordu. "ARAP" sözcüğünün her harfini bir gen sayarsak, bunların yerlerinin değiştirilmesi, yeni sözcükler yaratılmasını mümkün kılıyordu: "PARA", "ARPA" gibi. Müthiş bir buluştu bu. Bu yolla doğada olmayan canlılar yaratılabileceği gibi mevcut canlıların özellikleri de değiştirilebilecekti: Kırmızı gözlü, çok uzun boylu bebekler gibi. Tabii işin hayali yanı idi bu. Tıptaki uygulama, kalıtım hastalıklarını ortadan kaldıran çalışmalar olabilirdi. Buluş, uzun incelemeler sonucu, ancak 9 yıl sonra Nobel Armağanı ile Ödüllendirıldı. Ama genlerin yerlerini değiştirerek yeni özellikler yaratma çabaları daha ilk günden başlamıştı. "Gen mühendisliği" (genetik engineering) denen meslek böylece ortaya çıktı. ilk gen laboratuvarlan kurulmaya başlandı. Ancak tam başarı için hangi genin hangi özelliği belirlediğinin de bilinmesi gerekıyordu. Bu da 1978'de, "kesici enzim" (Restriction Enzyme)lerin ödüllendirilmesi ile öğrenildi. Biri İsviçreli, ikisi Amerikalı iki bilgin bulmuştu bunu: Arber, Nathans ve Smith. Bu yolla, kromozomlar küçük parçalara bölünüyor, her genin neyi belirlediğini anlamak mümkün oluyordu. 1980 başlarında yeni bir tartışma konusu ortaya çıktı: Bir bilgin veya şirket, yarattığı canlı üzerinde patent hakkına sahip olmalı mı idi? Bir bilgin, petrol yiyen bir mikrop yaratmış, patentini almak için hükümete başvurmuştu. Derken, iş Amerikan Yüksek Mahkemesi'nin önüne geldi. Mahkeme lehte karar verdi. Tabii, patenti alınan şey, yöntem idi. Başka birisi de başka bir yöntemle aynı şeyi yaratabilirdi. Sonradan, yasa değişikliği ile konuya daha da açıklık getirildi. Bugün, bitkide amaç, soğuğa, kara, buza, zararlılara, kuraklığa dayanıklı; kendine musallat böcek ve mikroplarla kendi savaşabilen; kendi gübresini kendi üretebilen bitkiler yaratmak. Karda, buzda kurumayan bitki doğada çok. Bunlardan alınacak bir gen ile bahçe bitkileri de buzda ölmeyebilir. Yine doğada kendi yetişen bitki, düşmanları ile savaşımını dikenle, pis koku ile, zehirle sürdürebiliyor. Böyle bir bitkiden alınacak genlerle tarla, bahçe bitkileri de aynı duruma getirilemez mi? Toprağı azotlayarak gübreleyen bitkinin özelliği böyle olmayan ürünlere aşılansa insanlık gübre derdinden de kurtulamaz mı? Aylarca güneşin kızgın sıcaklığında susuz "oruç tutan" bitkinin geni, aynı özelliği bahçe bitkilerine de verirse sulama diye bir sorun kalmayabilir. Kır domatesi böyle bir türe en çok yaklaşan bitki değil mi? Az su ile yetinen bir türün bu özelliği daha da ıleriye götürülemez mi? Hayvan ömrü bile gen mühendisliği konusu oluyor. Verimliiiği azalan veya kalmayan bir çiftlik hayvanı, uzun yaşarsa, gençliğinde verdiği yararı silip götürmüş olur. Bu yüzden bunların ömürlerinin de buna göre ayarlanması düşünülüyor Bugün, köylümüz, işe yaramayan hayvanını ya kesiyor ya da ölsün diye sokağa atıyor (yılkı atı). Bu daha mı iyi bir yöntem? Süt yerine ilaç üreten inekler, koyunlar da düşünülüyor. Bu uğurda pek çok çalışma var. Sırf gen mühendisliği alanında çalışan 400'den çok kuruluş var Amerika'da. Bunların bu yılkı toplam yatırımları 3 milyar doları aşacak. Paranın 2 milyar küsurunu Amerikan hükümetı karşılıyor. Ürünü petrol olan bitkiler ve petrol üreten mikroplar üzerinde de duruluyor... Bu noktada şu soru sorulabilir: Peki, genbilimin elinde bu kadar olanak var da bu soylenenler hemen neden yapılmıyor? "Henüz" yapılamıyor da ondan. Çünkü, gen konusu henüz bütün ayrıntıları ile çözümlenmiş değil. işe dışardan bakan bir kimse, genleri, raftaki bardak gibi sanır. Susadı iseniz elinizi uzatır, bardağı alır, suyu içersiniz. Genler böyle değil; hiçbirisi, DNA sarmalı içinde rastgele sıralanmamış. Herbirinin öbür genlerle birçok organik ilişkisi var. Gözle kulağın yerlerini değiştirirseniz ikisi de iş yapamaz. Çünkü, İkisi de, kafatasımızdaki yerlerinde çevreleri ile organik bağlar içinde. Vites kutusundaki bir dişliyi çıkarırsanız kutunun çalışmasında aksaklık olur. Kısaca, genlerin bu hısımlık, komşuluk llişkileri henüz tam bilinmiyor. Birçok buluşların ilerde gerçekleşecekleri, bu yüzden yinelenip duruyor. D 13 "istemezük'çüler Şimdi, örneğin göz rengini belirleyen gen alınıp başka bir göz rengi geninin yerine konabiliyordu. Tabii bilim kurguculara gün doğmuştu. Bu konuda en akla gelmedik kombinezonlar düşünülebilirdi. İlk yolu "Brave New World" (Yeni Bir Dünya adı ile çevrilmişti) adlı yapıtı ile ingiliz Aldous Huxley göstermişti; 1932'de. O zamanlar gen men diye bir şey bilinmiyordu henüz. Şimdi bilim çıkış yolunu göstermişti. En akla gelmeyecek şeyler yapılabilirdi. Tabii şom ağızlılar hemen harekete geçti: Bilim, insanları nereyegötürüyordu?Tekniği uygulayacak Hitler gibi bir adam bebek çiftlikleri kurup buğday üretir gibi asker üretemez miydi? İnsanlık düşmanı bir bilgin, olmayacak bir mikrop veya virüs yaratıp çaresi bilinmeyen hastalıklara yol açamaz mıydı? (AIDS o zaman için bilinse idi güzel bir silah gibi kullanılabilirdi.) Daha çok din çevrelerinden gelen bir görüşe göre, Tanrının yarattığı dünya oylece kalmalı idi. insanın bunu değiştirmeye hakkı yoktu. Ancak bu savdakiler dünyada her şeyin tamamen insan yapısı olduğunu unutuyorlardı: Meyveler, sebzeler, bitkiler üzerinde insanoölu on binlerce yıl çalışmış, bunların en iyilerini yetiştırmişti. Dağdakı armutu, ahlatı ayı bile yemiyordu. Madenler, tamamen insan yapıtı idi: Çelik, alüminyum, çinko... gibi. Doğada katır diye bir hayvan da yoktu. İnsan doğayı da kendisi için yaşanabilir hale getirmişti: Kaldı ki insan eli ile yaratılan bir bitki, yine insan eli ile yaşamını sürdürüyordu. Öyle olmasa idi kırlar, bahçeler, durmadan tohum ıslahı gerekmeden, patlıcan, biber, şeftali, kiraz... ile dolardı. Bu bitkiler, yediğimiz şekilleri ile doğada yoktu. Neden yapılmıyor?