19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
IŞIK KANSU Uğur Mumcu’nun izinde yürüyerek, kitaplarını, yazılarını gözden geçirerek günümüzü, çevremizde olup biteni anlayabilir, algılayabilir miyiz? Kuşkusuz evet! Uğur Mumcu’nun yazıları, araştırmaları, bize bıraktığı kalıt, yalnız bir gazeteci için değil, toplumbilimciler, stratejistler, tarihçiler için de eşi bulunmaz bir hazinedir. Mumcu’nun siyasal kimliğinin, dünyaya ve yurda bakış açısının olgunlaşma döneminin 1960’lı yıllar olduğunu söyleyebiliriz. O yıllara ilişkin saptama ve yorumları çok sağlam temele oturur. Bir yazısında şöyle der: “1960 sonrası, ‘antiemperyalist’ bilinçle yetişen yüksek öğrenim gençliği, ‘petrol ve madenlerin millileştirilmesi’, ‘bağımsız dış politika’ gibi konuları savunarak, yasal yollarla seslerini duyurmaya başladılar: Gençlik, ulusçu, toplumcu ve devrimci bilinçle halkı uyarmaya ve uyandırmaya çalışıyordu. Karşı eylem planlandı hemen…” Yaşı 50’nin üzerinde olanlar, bizzat yaşadıkları için o dönemi komando kampları ile öğrencilerin bağımsızlık, özerk üniversite ve özgürlük istemlerine karşı yapılan baskılar ile anımsarlar. Mumcu’nun aktardığı “karşı eylem” işte budur. Ve 12 Mart. Yüzlerce aydın ve gencin hapishanelere atıldığı, kontrgerilla işkencehanelerinden çığlıkların yükseldiği, Uğur Mumcu’nun sakıncalı piyade yapıldığı günler... Ülkemiz, 12 Mart sonrası 1980’e değin süren çok kanlı bir döneme girer. Onlarca yazısı vardır Mumcu’nun öldürülen insanlarımız üzerine. Gazeteci Abdi İpekçi’den Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’a ve şimdi adlarını hiç anımsamadığımız terör kurbanı birçok insanımız üzerine. Hiçbirini ayırmaz, kınar katledilmelerini. Evinde öldürülen Mersin Ağır Ceza Hâkimi Halit Velioğlu’ndan da, bir duvara slogan yazarken kurşunlanan henüz 20 yaşındaki Sinan Soner’den de söz eder. Gaziantep’te öldürülen SSK Hastanesi Başhekimi Orhan Özbay’dan, doktor Rauf Yılmazer’den, doktor Berces Seden’den de söz eder. 12 Eylül öncesinde yaşamını yitiren yurttaş sayımızı, bir acı, bir hüzün abidesi gibi açıklar bize: “5 bin 300 kişi...” Bu sayıyı Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktası sayılan Sakarya Meydan Savaşı ile kıyaslamak Uğur Mumcu’nun saptamasını doğrular: “22 gün 22 gece süren Sakarya kanlı kapışmasında şehitlerimizin sayısı Sabahattin Selek’e göre 3 bin 282, Turgut Özakman’a göre ise 5 bin 700 kişidir. 1970’li yıllarda yaşadığımız o iç çatışmada, o karanlık kör dövüşte yitirdiklerimizin sayısı ise ne hazindir ki, Sakarya Meydan Savaşı’nda şehit düşenlerimizle hemen hemen eşittir.” Mumcu Kürt Türk’e, Türk Kürt’e kırdırılıyor ? 1992’de, Irak’ın Kuveyt’e girmesi üzerine patlak veren “Körfez bunalımı”nın yaşandığı dönemde Uğur Mumcu, yaptığı bir konuşma aslında günümüzü de anlatıyor: “Dünya, tıpkı I. Dünya Savaşı öncesi olduğu gibi, pergelle, cetvelle bölünüyor ve pergelle, cetvelle sınırlar çiziliyor. 1933 yılında Amerikan şirketleri Suudi Arabistan petrollerini ele geçirdiler. Aramco şirketini kurdular. Yine Batılı petrol şirketleri, İran’da Dr. Musaddık’ı devirdikten sonra İran petrollerine egemen oldular. İşte bugün Kuzey Irak’ta yaşanan kavga, yıllık 16 milyar dolar geliri olan Musul ve Kerkük petrollerine Batı şirketlerinin egemen olma kavgasıdır. İşte bu kavga için Kürt Türk’e, Türk Kürt’e kırdırılıyor.” Uğur Mumcu kalemiyle, yaşadığı dönemin, hatta öldürümünden sonra topluma bıraktığı yapıtları ile bugün yaşadığımız dönemin bile tanıklığını yapmış, yalnızca tanıklığını yapmakla kalmamış, irdelemiş, somut öneriler geliştirmiş, yön göstermiş, yarına gemici fenerliği de yapmış bir yurtseverimizdir. Bir gazeteci, bir yazar, bir aydın olarak zorlu yolları aşarak, zaman zaman bir ceylan gibi narin ve ince ince sekerek, zaman zaman bir ak güvercin gibi barışın simgesi olarak, zaman zaman bir aslan gibi cesaretle karanlık olayların üzerine koşarak, soluk soluğa taşıdığı bilgi ve bilinç hazinesini yaşamı pahasına bugünkü kuşaklara, gelecek kuşaklara taşımıştır. Uğur Mumcu, bizim belleğimizdir. Uğur Mumcu görevini yapmıştır. Sıra şimdi onun yaşamı boyunca çok değer verdiği toplumunda, halkında. Sesleniş yazısında dediği gibi: “Ey halkım unutma bizi, unutma bizi!” 3 GÖZLEM UĞUR MUMCU belleğimiz Petrol ve Siyaset Son yıllarda yaşanan olaylarda petrol kaynaklarının payı yok mu? Ortadoğu’nun kısa tarihi, petrol paylaşım tarihidir. Bu petrolü paylaşanlar da Batılı şirketlerdir. Londra’da kurulan “Kurd Oil” şirketiyle, bir eski CIA görevlisinin şirketi arasında kurulan ilişkiler, Ortadoğu’daki bu eski paylaşım planının 92 modelidir. Bu paylaşım planının en somut örneklerinden biri 50’li yıllarda İran’da yaşanmış; İran petrollerini millileştiren Başbakan Musaddık, CIA’nın düzenlediği bir darbe ile devrilmişti. O yılları yaşayanlar, “Dr. Musaddık ve General Zahidi” adlarını anımsayacaklardır. Dr. Musaddık, 1933 yılında İran petrollerini işletmeye başlayan “AngloIranian Oil Company” adlı şirket gelirlerindeki İran payını artırmak istemiş, bu istek reddedilince de 1951 Martı’nda şirketi millileştirmişti. Bu şirketin hukuk danışmanlığını Amerikalı “Sulivan & Cromwell” şirketi yapmaktaydı. Bu avukatlık bürosu, iki kardeş tarafından yönetilmekteydi: John Foster Dulles ve Allen Welsh Dulles... Allen Welsh, aynı zamanda “AngloIranian Oil Company” şirketine kuruluş sermayesi sağlanan “J. Henry Schroeder” şirketinin Amerika’daki şubesinin yönetim kurulu başkanıydı. Allen Welsh Dulles, 1947 yılından beri CIA’nın üst yöneticilerindendir. John Foster Dulles, 1952 yılında Dışişleri Bakanı oldu, kardeşi Allen Welsh de CIA başkanlığına getirildi. Dr. Musaddık, 1953 yılı Şubat ayında Şah Rıza Pehlevi’yi tahttan ayrılmaya zorlamış, Şah Roma’ya kaçmıştı. Musaddık’ın devrilme planları Dulles kardeşlerce yapıldı. Şirketin millileştirilmesinden iki yıl sonra, 19 Ağustos 1953 günü düzenlenen darbe ile Dr. Musaddık devrildi, yerine General Zahidi getirildi. Bu iktidar değişikliğinden sonra İran’a Amerikan yardımları başladı. Dr. Muhammed Hidayet Musaddık, önce ölüm cezasına çarptırıldı, sonra bu ceza üç yıl hapse çevrildi. Dr. Musaddık, 1967 yılında öldü. Ölümüne kadar da “SAVAK”ın gözetiminde yaşadı. Dr. Musaddık’ı deviren General Zahidi kimdi? İran güvenlik güçleri bir Amerikalı general tarafından yeni baştan örgütlenmişti. Zahidi, bu işlerde Amerikalı tuğgeneralin yardımcısı olarak görev yapmıştı. Bu Amerikalı tuğgeneralin adı Norman, soyadı Schwarzkopf’tu. Bu Schwarzkopf, Körfez Savaşı’nda Birleşik Kuvvetler’e komuta eden Orgeneral Norman Schwarzkopf’un babasıydı. Dr. Musaddık’ın devrilmesini Tuğgeneral Schwarzkopf sağlamıştı. Dr. Musaddık’ın devrilmesinde en büyük yardımı sağlayan da eski Amerikan başkanlarından Roosevelt’in torunu Kermit Roosevelt’ti. Dr. Musaddık’ın devrilmesinden sonra General Zahidi, petrol gelirlerinin paylaşım planının Amerikalılar tarafından yapılması için başvurdu. “AngloIranian Company”nin gelirlerinin yüzde altmışı bir konsorsiyuma bırakıldı. Amerikalı Herbert Hoover’in başkanlığında bir paylaşım planı ile şirket Amerika, İngiltere, Hollanda ve Fransa şirketleri arasında bölüşüldü. 5 Ağustos 1954 günü anlaşmayla “Royal Dutch/Shell” yüzde 14, Fransız “Compaigne Française des Petroles” şirketine yüzde 14 pay verilirken aslan payı, “British Petroleum” adını alacak olan AngloIranian şirketine ayrıldı, beş Amerikan şirketine yüzde 8’lik paylar verildi. Bu paylaşım planını yapan Hoover, Dışişleri Bakanı Dulles’ın yardımcılığına getirildi, Roosevelt’in torunu da “Gulf Oil Corporation”un başına! Dr. Musaddık devrilmiş, “ganimet” paylaşılmıştı. Dr. Musaddık’ın yerine başbakan olan General Zahidi için İran Şahı’nın eşi Prenses Süreyya anılarında şunları yazacaktı: Zahidi’nin hayli rüşvet aldığı söyleniyordu. Anlattıklarına göre bankadaki serveti birdenbire 600 bin dolara yükselmişti... Bugün Kuzey Irak’ta buna benzer olaylar yaşanıyor. Batılı petrol şirketleri, “Kürt Federe Devleti” toprakları içinde kalan petrol kaynaklarını paylaşmak için kim bilir ne planlar yapıyorlar? Kimleri, nasıl kullanıyorlar? Cumhuriyet, 15 Aralık 1992 İkiz Kuleler ve Rabıta 1980’lerin ikinci yarısında Rabıta olayına girer, derinlemesine araştırır Mumcu. 12 Eylül yönetiminin, emperyalist başkentlerden dikte ettirilen “Yeşil Kuşak” tasarımının uygulama alanını döker gözler önüne... Geliriz 11 Eylül 2001’e, Amerika’da ikiz kulelerin vurulmasına... Amerika’ya yapılan terörist saldırıyı gerçekleştirenlerle ilgili soruşturma sonuçlarına göre, teröristlerin bir kısmı Suudi kökenliydi ve bu teröristler Suudi kökenli Usame bin Ladin’in talebeleriydi. Peki, Usame bin Ladin kimin talebesiydi? Fransa Bilimsel Araştırma Merkezi yöneticisi Gilles Kepel’in araştırmalarına göre, Ladin, Suudi Arabistan’daki Kral Abdülaziz Üniversitesi’nde şeriat dersleri veren Abdullah Azzam’ın talebesiydi. Abdullah Azzam kimdi? Yine Fransız yazara göre Azzam, Sovyetler’in Afganistan’ı işgalinden sonra aralarında ABD ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu ülkelerce desteklenen ve Peşaver’de Usame bin Ladin ile birlikte “cihat” çağrısı yaparak Müslüman ülkelerden gelen gönüllülerin “savaşçı” olarak yetiştirilmesini amaçlayan projenin yürütücüsüydü. Azzam’ın en önemli özelliği de aynı zamanda Rabıta’nın “eğitim bölümü” sorumlusu olmasıydı. Mumcu’nun 1980’lerde Türkiye’de sorguladığı, araştırdığı Rabıta, ölümünden yıllar sonra 2011’de ABD’de ikiz kulelerin vurulması ile dünya gündemine girmişti! Katliamları sorguluyor Bilerek istenerek kışkırtılarak çıkarılan olaylarla yitirdiklerimiz arasında bireysel olarak öldürülenlerin yanı sıra 1 Mayıs 1977’de İstanbul Taksim’de 34, Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta 104 yurttaşımızın toplu kıyımları da vardır. Sorgulanmaz mı bu dönem? Elbette sorgulanır. Uğur Mumcu da, yazılarında onu yapar. Gazeteci Abdi İpekçi’yi öldüren Mehmet Ali Ağca’dan söz eder. O Ağca ki, birkaç yıl sonra Papa’yı öldürmeye kalkar, yıllar sonra da Türkiye’ye iade edilir. Abdullah Çatlı’dan söz eder. O Çatlı ki, geçmişte yaşanan birçok terör olayını yaratan birçok karanlık ilişkinin sorumlusu, Mumcu’nun ölümünden yıllar sonra meydana gelen Susurluk kazasının ardından “Türk Gladyosu”nun en önemli ismi olarak resmi raporlara geçer. Kanlı 1 Mayıs Devletin namus borcu ÖZGEN ACAR O pazar günü Cağaloğlu’nda Cumhuriyet’in tarihsel “Pembe Köşkü’ne” karşıdan bakan “Genel Yayın Yönetmeni” odasında çalışıyordum. Telefonum çaldı. Arayan Ankara Haber Müdürümüz Işık Kansu idi… Titrek bir sesle o acı haberi şöyle verdi: “Ağabey! Uğur Mumcu’yu öldürdüler. Arabasına bomba koymuşlar!” Yirmi yıllık gizem sürüyor! Bu öyküyü sıkça yazdığım için artık klasikleşti! Ama bu kez değişik bir yol izleyeceğim. Bugünkü gençler o günün siyasal ve basın ortamını bilmezler. Bu nedenle Uğur’u anlamaları için o ortama gidelim! Uğur’u, Cumhuriyet’in Ankara bürosunda genç bir gazeteci olarak çalışırken tanımıştım. O yıllarda, fakültelerin öğrenci dernekleri demokrasi ve özgürlük mücadelesine yönelik 1960 öncesinin alışkanlığı olan bildirilerini gazetelere iletirlerdi. Bu bildiriler, haber olarak gazetelerde yayımlanırdı… SBF Öğrenci Derneği Başkanlığı yaptığım için bu bildirileri coşkuyla haberleştirirdim. Önceleri öğrenci derneği, sonraları AÜ Hukuk Fakültesi öğretim üyeleri adına Uğur Mumcu da bildiri getirirdi. Uğur, öğrenciyken gazetemizin kurucusu “Yunus Nadi Ödülü” yarışmasını “Türk Sosyalizmi” yazısı ile kazanmıştı. Bildiri getirenlerden biri de, gazetecilik öncesinde tanıdığım Meteoroloji Genel Müdürü Ümran Çölaşan’ın ODTÜ’de okuyan oğlu Emin idi. Yanılmıyorsam Emin, Uğur’dan yaşça 45 ay daha büyüktü. O da Cumhuriyet’in kurucusu Yunus Nadi’nin rakibi Milliyet’in kurucusu Ali Naci Karacan adına konulan ödülü SBF’den sınıf arkadaşım İcen Börtücene ile birlikte yayımladıkları araştırmaları ile iki kez kazanmıştı. Bir başka bildiri olayını ilk kez burada açıklayacağım. 12 Mart Muhtırası öncesinde 1213 yaşlarında bir çocuk kapıyı çaldığında ben açmıştım. “Fikret (Otyam) Ağabey’i görmek istediğini” söyledi. “İçeri gel!” dedim, girmedi. Otyam kapıya çıktı. Bir kâğıt ile masasına döndü. Daktilosunun başına geçti, yazdıklarını Ankara Temsilcimiz Kemal Aydar’dan önce okumam için bana verdi. Okudum! Deniz Gezmiş ve arkadaşları, bu küçük ulak aracılığı ile son eylemlerinin kamuoyuna duyurulması için yeni bir bildiriyi Otyam’a göndermişlerdi! Otyam o günleri yazmalıdır. 24 Ocak’a dönelim! Uğur’un öldürülmesi üzerine, ertesi günü Ankara’ya gittim. Yağmurlu bir günde birkaç yüz bin insan Uğur’un cenaze törenine katıldı. Sonrasında SBF’den “sınıf arkadaşım” MİT Müsteşarı Büyükelçi Sönmez Köksal’dan “görüşme” isteminde bulundum. Her zamanki nazik, çelebi, diplomatik davranışıyla konuştu. Çekmecesinde “Uğur Mumcu’yu kim öldürdü?” gibilerden bir “dosya” duruyor olmalıydı! Bu tek dosyanın, sonraları rafları doluşturduğunu tahmin edebiliyorum. Aklımda kaldığı kadarı ile Uğur’un öldürülmesi hakkında şunları söylediğini özetleyebilirim: “Şu andaki bulgularımız Türkiye’den İran’a giden aşırı dincilerin oradaki Kum kentinde, dinsel ve terör bağlantılı eğitimlerinden geçmiş kişilerden birinin Uğur’u öldürdüğünü düşünüyoruz. Ayetullah yönetimi Türkiye’de Atatürkçü, laik bir devleti görmek istemiyor! Orada eğitilmiş kişi/kişilerin bu olayı gerçekleştirdiği anlaşılıyor! Soruşturmamız, Türkiye içinde ve dışında sürüyor…” O günlerde TC yöneticileri “cinayeti çözmenin, devletin namus borcu olduğunu” söyledi. Aradan 20 yıl geçti… Bu “namus borcunu” gerçekleştirme noktasına dönmeden çok önceleri, 1960 öğrenci olaylarını anımsayalım! 28 Nisan İstanbul Üniversitesi’nde Menderes’in demokrasiye karşı davranışlarına tepki olarak gösteriler yapıldı. Yaralanan, ölen öğrenciler oldu. Bu olaylara tepki olarak 29 Nisan’da Ankara’da SBF ve Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olayları yaşandı. Bazı yaralanmalar oldu. O akşam TBMM’de DP’nin ünlü “muhalefeti ve bir kısım basınını soruşturan” komisyonu toplandı. Hani günümüzde “Kuvvetler ayrılığı olmamalı” diyen hukuksal mantık var ya, o gün de bu “yasama” komisyonu, “yargı” yetkisiyle donatılmıştı. Komisyon, sağcı bir sınıf arkadaşımızın ihbarı ile “yasama” kurumu olan TBMM”nin bu komisyonu o gece 3 SBF öğrencisi hakkında “gıyabi tutuklama” kararı çıkarttı. Muhbirliği saptanan sınıf arkadaşımız, “bir yıllığına üniversiteden ihraç” edildi. Sonrasında SBF’yi bitirdi. İçişleri Bakanlığı’na girdi… Müsteşar yardımcılığına kadar yükseldi. Önceki yıl yaşamdan göçtü. Ölenler aleyhinde konuşmayacağım için, daha önce verdiğim adını, bugün yazamayacağım için özür dilerim. Hükümet, müsteşar yardımcısı sınıf arkadaşımı, Uğur’un ölüm bağlantısını irdelemek, görüşmek üzere Tahran’a gönderdi. Ayetullahların karargâhı ve İslami teröristlerin eğitildiği Kum kentinde de incelemeler yaptı. Döndü… Raporunu verdi… TC’nin istihbaratı ve güvenliğiyle görevli bir sınıf arkadaşımın “Kum kenti” bağlantısını, bir başka sınıf arkadaşım “Öyle bir bağlantı yok” deyince Uğur’un dosyası tozlu raflara kaldırıldı!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle