16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 16 CUMHUR YET 21 KASIM 2010 PAZAR Fotoğraf: Daniel COLAGROSSİ İki kafadarın pervaneli ördeği, 2002 Eylülü’nde Kopenhag’dan havalanır. Önlerinde 50 saatte katedilecek 6 bin km’lik bir gökyüzü, Bosna, İran gibi soru işaretli 30 durak bulunmaktadır. Saray Bosna, iniş izni vermez. Afganistan gibi Müslüman bir ülke olmasına karşın Türkiye’de kadın pilotlara rastlayınca şaşırırlar! İran hava sahasını açar, Afganistan üzerinden uçmak için gerekli “Amerikan vizesi”ni Meşhed’de beklemelerine izin verir. İzin gelmez. İran da artık kalmalarını istemez. Simone ve Magnus, uçan ördekle Amerikan Awacs’larına yakalanmayı göze alarak Meşhed’den havalanırlar. 1000 fit’lik son bir boğazı aştıktan sonra ki böyle bir uçak için mucize sayılır Afgan hava sahasındadırlar. Awacs’lar elbette görür uçağı, ama indirmezler. Simone, gözlerinde göklerin mavisi, Kâbil’e varır. Feryal’i bulur. Ailesiyle tanışır. Onlara Danimarka’nın haritadaki yerini gösterir. Genç N O K T A S I oğal sarışın, güzelce bir kadın. Kırk yaşlarında, mavi gözlerinde, insanlığa dair bir umut var. Adı, Simone Aaberg Kaern. Danimarkalı bir sanatçı. Aynı zamanda özel pilot. 2002 yılı Ocak ayında, Kopenhag’da gazete okurken Simone, gözüne o günlerde Taliban’dan “azade” Afganistan’da, genç bir kızla yapılan röportaj ilişir. Feryal adlı kız, geleceğe ilişkin hayallerini soran gazeteciye: “Pilot olmak istiyorum...” demektedir. Uçmak arısının çocukken soktuğu Simone, anında karar verir: Feryal’i uçurmak için Kâbil’e gidecektir. Başlar bütçesinin el verdiği ölçüde bir uçak aramaya. Parası ancak 1961 yapımı Piper PA22 Colt tipi, iki kişilik, minnacık bir pervaneliye yeter. Resmi adı OYEAT olan uçağa derhal “Donald Duck” lakabı takılır. Üç saat uçabilecek yakıt depolanan bu uçakla böyle bir yolculuğa çıkmak epeyce risklidir. Ama Simone, hem kararlı, hem de organizedir: TV yapımcısı ve kameraman arkadaşı Magnus Bejmar Both’u, bu maceradan bir belgesel film yapmaya ikna eder, böylece finans sorununu da çözer. D RÖVEŞATA MİNE G. KIRIKKANAT Küresel Mahalle Baskısı sevmiştir uçmayı. Artık daha bir kararlıdır pilot olmaya. Simone, elinden geleni yapmaya söz verir. Afganistan’ı “kurtarmaya” gelen müttefik güçlerin komutanlarıyla görüşür. Hatta Taliban’dan kurtarılan(!) ülkede, iki de Afgan kadın savaş pilotu olduğunu öğrenir. Onları bulur ve pilot olmak isteyen genç hemcinslerine yardımcı olmalarını ister. Amerikan hava üssü ve yeni yetişen Afgan havacılar, Feryal’e eğitim vermeyi kabul ederler. Genç kızın, hava üssünde ilk brifinge katılacağı ve kadın havacılarla deneme uçuşu yapacağı gün gelir, çatar. Eğitmenler, pilotlar, hepsi hazır, Feryal’i beklerler. Feryal gelmez. Simone, hayal kırıklığını dizginlemeye çalışarak genç kızın evine gider, kendisi için seferber olan insanları niçin boşuna beklettiğini, niçin haber bile vermeden caydığını sorar. Gerek Feryal, gerekse bütün aile nazik nazik gülümsemekte, şeker, şerbet, dürüm ikram etmektedirler, hiçbir şey olmamışçasına. Kültür farkı, Batılı Simone’un dosdoğru sorduğu soruya, Doğulunun gülümseyerek savuşturduğu yanıtlarda görülür. Sonunda gerçek ortaya çıkar: Feryal’in pilot olmaya kalkıştığını öğrenen amcalarından biri evi basmış, kızlara özgü ayıptan başlayıp günahkâr kadınlıktan çıkmış ve genç kıza uçmayı da, pilot olmayı da yasaklamıştır. Batılı Simone, Doğulu “aile bağları”nın boğuculuğunu hem anlar, hem de Feryal’in niçin baş kaldırmadığını anlayamaz. Ama Afganistan’a vaat edilen özgürlüğün kolay gelmeyeceği bellidir... Feryal’le vedalaşır. Küçük uçağını Kopenhag’a taşıyacak bir Antonov’a yüklerken, duygularını “Bu karanlık toplumda aptalca özgürlük öykülerimle, kaosa bir pencere açmış gibi oldum” diye anlatır. Mahalle baskısı mı dediniz? Ne mahallesi, ne baskısı? Baskı küresel. [email protected] www.minekirikkanat.com *Belgeselde “Türk komutan Gazi Ongul” diye anılan havacı. “Özgürlük, dünyayı dolaşıp geri dönmeyen bir sözdür.” Henri JEANSON (19001970) PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU Boğalar, Öküzler ve İnsanlar Üzerine Ben mi anımsamıyorum yoksa gerçekten öyle miydi, kesin bir şey söyleyemeyeceğim ama eskiden “kurban” denince aklımıza yalnızca koyunlar ya da koçlar gelirdi sanki daha çok da koyunlar. Boğaları, inekleri, öküzleri kurban etmek düşüncesi ne zaman ortaya çıktı, ne zaman uygulanmaya başlandı, bunu da bilmiyorum. Belki bir yerlerde hep vardı da televizyon bu kadar yaygın olmadığından haberimiz olmuyordu. Artık biliyoruz; tek kişinin altından pek kalkamayacağı bir “olay” olduğundan akrabalar, eşler, dostlar, komşular bir araya gelip ortaklaşa bir büyük baş hayvanı kurban edip hep birlikte sevaba giriyorlar. Küçükbaş yerine büyük baş hayvan kurban edildiğinde kazanılan sevap daha mı büyük oluyor, bu soruyu yanıtlayacak ne haddim ne de yetkim var. Merak eden açar telefonu, Diyanet İşleri’ne sorar. Benim bu konuda tek bildiğim, daha doğrusu televizyonlarda izleyerek öğrendiğim, başta boğalar olmak üzere ineklerin, öküzlerin bu kurban edilme işinden pek hazzetmedikleri. Kutsal bir amaca hizmet ettiklerini bir bilseler belki şimdi davrandıkları gibi davranmayacaklar, “muti” ve “munis” kendilerini bıçağa bırakacaklar, fakat bilemiyorlar. Çünkü onlar hayvan. Tanrı onlara, biz insanlar gibi düşünme, öğrenme, “muhakeme” etme yetisi vermemiş. İplerini kopartıp kaçıyorlar. Kent trafiğine karışıyorlar, otomobillerin, kamyonların, otobüslerin arasında koşuyorlar, arkalarında da tam sevaba girecekken giremeyen öfkeli kurban sahipleri… Ellerinde sopalar, ipler, mavzerler… Haykırarak, bağırarak, küfrederek koşuyorlar. Bir yerde sıkıştırılıyor boğa. Yorgun düşmüş, ağzından köpükler taşıyor. Öfkeli bir sahip ne olur ne olmaz diyerek elindeki mavzeri ateşliyor, kim bilir kaç saçma kurşunu saplanıyor hayvanın bedenine. Sarsılıyor hayvan, ama düşmüyor. Arkası deniz, denize koşuyor, suya giriyor, ama özgürlüğe yüzecek gücü kalmamış. Sahipler seviniyorlar buna; kurbanlarına karşı kazandıkları “zafer”i kutluyorlar, birtakım gürültülü, tuhaf sesler çıkartarak. İçlerinden biri ikisi ellerinde sopalarla hayvanın yanına gidiyorlar, yarı bellerine kadar suda. Zafer sarhoşluğuyla hayvanın sırtına, boynuna vuruyorlar sopalarıyla. Hayvan çaresiz. Bedeninden kanlar sızan kurbanı karaya güdüyorlar. Islak çakılların üzerine çöküyor hayvan, sahipler seviniyor, koca hayvanı acemice bağlıyorlar. Çekerek, döverek, itip kakarak, sürükleyerek, söverek yenik düşmüş hayvanı arka kapağı açık bir kamyonete yüklüyorlar. Kamyonet, üzerindeki kutsal yükü ve o yükle sevaba girmeye aday, öfkesi durulmuş insanlarla kesim yerine doğru yola çıkıyor. Görüldüğü, izlendiği kadarıyla sahipler nedense hep erkek oluyor. Kurbanlık seçimi bir erkek işi yani, kadın karıştırılmayacak kadar ciddi bir iş! Hayvan pazarlarında hep onlar var, hangi hayvanın alınacağına onlar karar veriyor, seçimi de, pazarlığı da onlar yapıyor. Boğalar kesesi elverişliler arasında büyük rağbet görüyor. İnek, bildiğimiz “inek” işte. Öküz de “öküz”. Boğa ise başka, o bir erkeklik simgesi. Kurbanın bu temel niteliğiyle alıcı arasındaki “özdeşleşme” seçimde belirleyici bir rol oynuyor olabilir mi? Bu sorunun yanıtı boğanın kaçtığı durumlardaki benzer görüntülerde saklı bence. Hayvanının erkekliğinin kendisininkinden daha güçlü olduğunu bilen sahip, ortaya çıkan beklenmedik ilk olanakta önce özdeşleştiği, özdeşleştiği ölçüde de giderek kıskançlık beslemeye başladığı boğaya işkence ederek içinde biriken aşağılık duygusunu dışarı kusuyor, öküzler gibi. İşkencecilere özgü bir ruh hali bu; bildiğimiz, yaşadığımız, tanık olduğumuz. Yoksa bir canlı başka bir canlıya neden işkence etsin ki? Simone Aaberg Kaern’in “Savaş Bölgesinde Bir Gülücük” adını taşıyan belgeselini, bence küresel medyanın en ilginç, en bilgilendirici yayınlarını yapan televizyon kanalı ARTE’de izledim. Aynı anda Türk kanallarında birbirinden kötü Amerikan filmleri, ne gülmesi, ne de ağlaması bitmek bilen “aşk” dizileri ve göbek deliğini dünyanın merkezi sananların, burunlarından öteye geçmeyen vizyonlarıyla “demokrasi” kurtardıkları tartışma programları vardı. Karşıtlar bile birbirine benziyordu: Bu sığlık ve zekâsızlıkta, tartışmakta bile “özgür” değillerdi, çünkü. kız, kendisini uçurmak için tanımadığı bir kadının bunca uzaklardan gelmesine inanamayacak kadar şaşkındır. Hayır, hiç uçağa binmemiştir. Evet, pilot olmak istemektedir, hem de nasıl... Annesi, babası ve kardeşleri de karşı değildirler. Ve Feryal, özgürlük olduğuna inandığı gökyüzünde ilk kez uçar, sonra bir daha, bir daha uçar, Simone’un bazen kumandasını ona verdiği Donald Duck’la. Afganistan’da konuşlanan Türk havacılardan Gazi Öngül’ün* elinden “ilk uçuş” sertifikası bile alır. Çok ÇED KÖŞESİ OKTAY EKİNCİ HAYVANLAR İSMAİL GÜLGEÇ Beyoğlu’nda ‘AVM’! Aşırı yükselmesinden ötürü haklı eleştirilerin odağı olan Beyoğlu’ndaki “Demirören Alışveriş Merkezi” (AVM) inşaatının “fazla katlar”ı yıkılabilecek mi? “Komşusu” tarihi Serkil Doryan binasıyla “aynı” yüksekliğe indirilerek İstiklal Caddesi’ndeki “özgün siluet” korunabilecek mi? Bayram tatiline girerken bu soruların yanıtı hâlâ “meçhul”ken; her yönüyle “çıkarcı”ları gözeten bir yasayla, koruma kurulunu işlevsiz kılmak için oluşturulan “Yenileme Kurulu”nun onayladığı “azman” proje ise yürürlükteydi... Gerçi Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, onaylı projeyle gerçekleşen “yükselme”nin “uygunsuz”luğunu kabul ederek “müfettiş görevlendirdi”ğini söylemiş; Belediye Başkanı Misbah Demircan da “Mutsuzum, inceletiyoruz” demişti... (Radikal28 Ekim 2010) tü örnek”le başlayan tartışmalar, malum yasanın ve keyfî yetkilerin iptalini sağlayarak “hayırlı” bir gelişmeye de “vesile” olsun... Sorun yine çözülmüş sayılır mı? Bence “hayır”... Çünkü asıl sorgulanması gereken, İstiklal Caddesi gibi İstanbul’un Osmanlı’dan gelen tarihsel “alışveriş merkezi”nde, AVM gibi, bu kültürel birikimle çelişen bir işleve izin verilebilmesidir. İstiklal Caddesi’ndeki “ticareteğlence kimliği” yüzlerce yılın birikimidir. Bunun sağlanmasında ise kuşaktan kuşağa ‘ora’da hizmet veren esnafın, tarihi işyerlerinin ve mağazaların tanımlanamaz değerdeki katkısı, emeği ve anıları vardır. Bu tarihsel emeğe ve anılara, kültür yoksunu dev bir rakibin getirilmesine, ne “Yenileme Kurulu”nun, ne de koruma kurulunun hakkı vardır. KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK ‘ G ’ [email protected] [email protected] www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com BULMACA SEDAT YAŞAYAN Beyoğlu’nda ‘izinli’ yükselen AVM (Radikal25.10.2010) Ancak, şu “Yenileme Kurulu” denen garip örgütlenmenin, tam da bu gibi “rant amaçlı” uygunsuzluklara hizmet etmek için kurulmasını; aynı amaç için de SİT bölgelerinde “Yenileme Alanları” uydurularak koruma kurullarının “devre dışı”na çıkartılmasını sağlayan yasa, her ikisinin de “bilgisi dahilinde” düzenlenmişti. Şimdi Demirören AVM işte bu düzenlemeden yararlanırken kimse demiyor ki “böylesi kent düşmanı yasanın iptali gerekir.” Ve kimse demiyor ki “Koruma kurulu varken, hatta bu kurul 2004’te Serkil Doryan’ın hizasının aşılamayacağına ‘karar’ bile vermişken, ‘yetkisini kötüye kullanan’ ‘Yenileme Kurulu’nun ortadan kaldırılması gerekiyor.” AVM’lerin kent dışına çıkartılmasını öngören “AB uyumlu” yasa tasarısının tam 6 yıldır Başbakanlık’ta neden bekletildiği sorgulanmadan; yine AB ülkelerinin bu gibi “kent içi AVM” projelerini terk ettikleri bilinirken Beyoğlu’nun göbeğine “heyula” bir AVM’ye ‘evet’ diyen “kafa” nasıl bir “muhafazakâr”dır? Ben Bakan Günay’dan, Başkan Demircan’dan ve tüm ilgili, yetkili kişi ve kurumlarla kurullardan, sadece fazla katların değil, “Beyoğlu’nda AVM” kararının iptali için gereken uygarlık duruşunu bekliyorum. “Caddei Kebir” esnafının ve müdavimlerinin de aynen böyle düşündüklerini umuyorum... Kentlerimizde, sadece yüksek AVM’leri değil, tüm AVM’leri sorgulayacak günlere kavuşmak dileğiyle... [email protected] ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI [email protected] UYDUDAN NAKLEN HAKAN ÇELİK [email protected] ‘Velev’ ki yıkıldı! Peki, “velev” ki Demirören binasının fazla katları yıkılmış olsun... Hatta bu “kö 1 2 3 4 5 6 7 8 9 SOLDAN SAĞA: 1/ Shakespeare’in 1 “Othello” adlı oyunundaki kadın 2 kahraman. 2/ Ki 3 ra... Kuran’ın her 4 tümcesi. 3/ “Makak” da denilen 5 bir maymun... Ço 6 ban, deveci ve gö7 çebelerin giydiği bir tür kepenek. 4/ 8 Ayak direme... 9 Yemek. 5/ Ömür 1 2 3 4 5 6 7 8 9 boyu konuşmama ilkesine dayalı bir Hıristiyan 1 K A Y N A R C A tarikatının üyelerine ve 2 A L A D A İ R E rilen ad. 6/ Eylemleri 3 Y A Z M A B A R olumsuz yapmakta kul 4 N M A K S U R E lanılan ek... Çiy, şeb 5 A D A K İ T Z nem. 7/ İki iletken ara6R A S İ M İ T sında meydana gelen son İ Ş derece ışıklı elektrik bo 7 C İ B U T İ T İ K İ şalımı... “Franz ”: Ün 8 A R A R E R E Z Ş İ F lü Çek yazar. 8/ İzmir’in 9 Seferihisar ilçesinde ünlü bir antik kent... Bursa’nın Gemlik ilçesinin antik dönemlerdeki adı. 9/ “Victor Hugo’nun “NotreDame’ın Kamburu” adlı romanındaki Çingene kızın adı. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Sarmısak dilimi... Yaprakları çay gibi haşlanarak içilen bir Güney Amerika bitkisi. 2/ Güzel kadın... Bir sövgü sözü. 3/ Yakındoğu’da ve özellikle Cezayir’de konuşulan Arapça, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca karması dil... Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da küçükbaş hayvanların kışı içinde geçirdikleri dam. 4/ Toprakta biriken fazla suların çeşitli yollarla boşaltılması... Tavlada “üç” sayısı. 5/ Her çeşit kabın üstünü örtmeye yarayan nesne. 6/ Eski dilde su... Hintlilerin, bağlı oldukları tarikatı belirtmek için alınlarına çizdikleri işaretlere verilen ad. 7/ İnce dantel... Sefalet çeken, yoksul. 8/ Bitki... Bir bilgiyi gösteren simgeler dizgesi. 9/ Kâğıtları bir arada tutmaya yarar çengel... Baston. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle