09 Ocak 2025 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
12 KASIM 2010 CUMA CUMHURİYET SAYFA kultur@cumhuriyet.com.tr KÜLTÜR 17 Laurentiis hayatını kaybetti Kültür Servisi İtalyan medyası, kariyeri boyunca 500’e yakın filmi beyazperdeye taşıyan ünlü İtalyan film yapımcısı Dino de Laurentiis’in hayatını kaybettiğini bildirildi. 91 yaşındaki De Laurentiis’in ABD’nin Los Angeles kentinde öldüğü açıklandı. İtalyan yapımcının imzasını taşıyan filmleri arasında, 1957 yılında Oscar kazanan Federico Fellini’nin çektiği “La Strada”, “Serpico”, “Akbabanın Üç Günü”, “King Kong” ve “Kuzuların Sessizliği”nin devamı olan “Hannibal” da var. ODAK NOKTASI AHMET CEMAL Bebekleri katil, katilleri çocuk yaptık. Sıra katilleri kahraman ilan etmekte! Paranın Kültürü Neyi Kurtarır? Bilinçli kültür uygulamaları, parayı araç olarak kullanarak kültür üstüne kültür üretebilir. Buna karşılık sadece kendi kendisiyle sınırlı bir tüketim kültürüne dönüşen para, sonuçta yalnızca insanı ve onu insan kılan tüm değerleri, bu arada da sanatı, edebiyatı ve düşünceyi tüketmenin en korkunç aracı olup çıkar. Buradaki korkunçluk, tüketim gücüne kavuştukça ve tükettikçe dünyayı daha bir yaşanmaya değer bulmak gibi bir yanılsamanın pençelerine düşen insanın, gittikçe artan hızla yaklaştığı bir tuzağın farkına asla varamamasıdır. Bu tuzak, insanın sonunda yalnızca başkalarınca elinden alınabilen parçalardan oluşma bir mekanizmaya dönüşmesi, buna karşılık kendi üretimi olan bir Ben’den yoksun kalmasıdır. Bu noktaya bir kez varan, artık her yitirdiği parçanın ardından onu nereden/kimden satın alabileceğinin derdine düşmüştür. Bu insan türü, elinden her alınanla birlikte daha büyük AVM’ler (alışveriş merkezleri) aramak ve bulmak ihtiyacı içersindedir. Bu yüzden, yaşadığı kentin tarihselmimarikültürel mirasını gittikçe daha çok yok etmek pahasına da olsa, yeni AVM’lerin yapımını destekler ve gerçekleştirir. Bu, onun için kaçınılmaz bir yazgıdır, çünkü hep başkalarınca elinden alınabilen parçalardan oluştuğundan, o parçalara el uzatmak isteyenlerin gözünde kendisi de bir AVM’den başka bir şey değildir. Ayakta kalmayı, başkalarının gözünde hedeflediği geçerliliği/kişiliği kazanmayı ancak bu temel niteliğini, yani AVM olmasını koruyabildiği sürece başarabilir. Çünkü bütün parçalarını tükettiği, başkalarına çekici gelebilecek hiçbir parçası kalmadığı gün gelip çattığında –ki, o günün gelmesi, yaşama biçimi olarak tüketmekten başkasını bilmeyenler için engellenemez yazgıdır! artık bütün dükkânları bomboş, dolayısıyla da hiçbir alıcıya çekici gelemeyecek bir AVM’ye dönüşmüş demektir. Para ile satın alınamayacak, yalnızca kendi üretimiyle edinebileceği hiçbir şeye sahip bulunmadığından, taşıdığı insan adı, artık insanı insan kılan tüm içeriklerden yoksun bir kalıbın adıdır. Günümüzde çoğalan mallar içersinden seçilenlere dikkati çekme hedefinin çok ötesine geçerek ‘yapay ihtiyaçlar’ yaratmanın bilimine dönüşmüş olan reklamcılık, bu kalıpları olabildiğince çoğaltmanın birincil aracıdır. Yıllar önce Viyana’da, Avusturya Edebiyat Kurumu’nun şimdi hayatta olmayan, yakın dostum, kültür tarihçisi Dr. Wolfgang Kraus’la şehrin ana caddelerinden birinden geçtiğimiz sırada, kendisi çok büyük bir mağazanın vitrinini göstererek şöyle demişti: “Bakın, burası 15 yaş arası çocuklar için giysiler üreten çok büyük bir kuruluşun şubelerinden biri. Geçenlerde merak edip içeri girdim ve saydım. Her yaş için kırkı aşkın giysi modeli var. Bir gün gelecek, insanlık bu israfın bedelini çok ağır ödeyecek...” Sanırım o gün çoktan geldi ve bedel ödeme süreci de başladı. Daha doğrusu, çoktandır ödenmekte olan bedelin ne olduğu iyice belirginleşti. İnsanlık, böylesine bilinçsiz bir tüketimin bedelini kendi hayatını irili ufaklı vitrinlere dönüştürerek ödemekte. Ve kendinin dışında gemi azıya almış olan tüketim furyasına katıldığı ölçüde, farkında olmaksızın kendini de bir mala indirgemekte! acem20@hotmail.com Bizi affet Abdi İpekçi... Bebeklerden katil, katillerden çocuk ürettiğimiz bir düzende yaşarken katillerin “star” ilan edildiğini, alkışlandığını, hatta örnek gösterildiğini zaman zaman yaşadık. Dört duvar arasında cezasını çekmesi gerekenlerin hapishane çıkışında alkışlandığı, ellerine Türk bayrağı tutuşturulup poz poz fotoğraf çektirildiği, “Türkiye seninle gurur duyuyor” nidalarının atıldığını gördük… Ancak bunca pervasızca, bunca meydan okuyarak, geçmişi ve gerçekleri bunca yok sayarak, basın ahlak ve ilkelerine bunca ihanet ederek ama en, en önemlisi vicdanların sesini bunca yok sayarak yapılanını bugüne dek görmemiştim… Abdi İpekçi’nin katiliyle devlet televizyonunda, TRT’de yapılan röportajdan söz ediyorum. O programda katil, “suçsuz” ilan edildi. Sanki Abdi İpekçi cinayeti yaşanmamış, bu ülkede öyle bir olay olmamış gibi yapıldı. Ülkemin en namuslu, dürüst, ilkeli gazetecisi otomobilinde bir akşam vakti kurşunlanmadı... 1 Şubat 1979 yaşanmadı. O günden sonra çok şey değişmedi gibi… Yakalanan katil askeri cezaevinden kaçırılmadı… Katile sahte pasaport tedarik edilmedi, yurtdışına çıkması sağlanmadı gibi yapıldı… O programda o iki sözcük Abdi İpekçi sözü geçmedi! Ü ç gündür anlamaya çalışıyorum… Anlayamıyorum! O programı izleyenler, sanki bir bilirkişi, bir “otorite”yi dinlermiş gibi, bugüne dek her ağzını açtığında bambaşka zırvalar anlatan katili dinlediler. Başbakan’ın tepkisine gelince, o da ibretlikti. Kendisine sorulduğunda, devlet televizyonundan bir katilin propagandasının yapılmasını çok doğal karşılıyor; devletçilik değil özgürlük olduğundan dem vuruyordu… Affedersiniz ama bu Başbakan değil miydi, referandum öncesinde 12 Eylül’ün hesabını soracağını söyleyen? Bugüne dek yurtdışında yabancılarla konuştuğumda, eğer konu “Papayı vuran Türk”e gelirse onun nasıl bir katil, bir kukla, bir tetikçi olduğunu anlatır, çalıştığım gazetenin yöneticisi, birçoğumuzun hocası, eşsiz bir gazeteciyi öldürdüğünü söylerdim. Dinleyenler şaşar, bu gerçeği bilmemenin utancını, öfkesini yaşardı. Anlaşılan artık Türkiye’de de unutturulmak isteniyor bu gerçekler. Bakmayın başlıkta sadece Abdi İpekçi’nin adını verdiğime… Söylemek istediğim bizi affet Abdi İpekçi, bizi af fet Uğur Mumcu, bizi affet Ahmet Taner Kışlalı, bizi affet Hrant Dink… Hepinizden af diliyorum. Tüm çocuklarınızdan, yakınlarınızdan da… Bilin ki unutturmayacağız. Gerçekleri unutturmayacağız. İR OYUN, BİR FİLM, BİR SERGİ Sevgili okurlar, eğer ülkemin devlet televizyonu tarafından bunca aşağılanmamış olsaydım, bugün sizlerle bu hafta izlediğim bir oyun, bir film ve bir ser B ‘ JAME E L ÖDÜL Ü 2009’ S E RGİ S İ SA K IP SA BA N C I MÜ ZESİ’N D E İslam sanatının çağdaş sanatta yansımaları Kültür Servisi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), İslam sanatına ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Londra’daki Victoria ve Albert Müzesi (V&A) tarafından 2009 yılında başlatılan Jameel Ödülü’nün ilk sahiplerinin yapıtlarından oluşan “Jameel Ödülü 2009” sergisi, bugün Sakıp Sabancı Müzesi Atlı Köşk’te sergilenmeye başlanıyor. Küratörlüğünü V&A Müzesi’nden Tim Stanley’in üstlendiği sergide, “1001 Sayfa” adlı eseriyle 2009 Jameel Ödülü’nü kazanan İran asıllı sanatçı Afruz Amighi’nin yanı sıra, finale kalan Hamra Abbas, Reza Abedini, Hassan Hajjaj, Khosrow Hassanzadeh, Susan Hefuna, Seher Shah, Camille Zakharia ve İstanbullu tasarımcı Sevan Bıçakçı’nın eserleri de yer alacak. İslam geleneğinin zengin ve dinamik yapısını güncel bir yorumla sunan sergi, 9 Ocak 2011 tarihine kadar ziyaret edilebilecek. Her ulustan ve inançtan sanatçı ve tasarımcıya açık olan ve 2 yılda bir verilen Jameel Ödülü’ne katılım, aday gösterilme yoluyla oluyor. Jameel Ödülü; çağdaş uygulamalarla İslamın zengin sanatsal mirası arasındaki etkileşime ilişkin farkındalığı arttırmayı ve İslam kültürünün daha geniş bir zeminde tartışılmasına katkıda bulunmayı amaçlıyor. “1001 Sayfa” adlı eseriyle 2009 Jameel Ödülü’nü Afruz Amighi kazandı. giden aldığım sonsuz tadı paylaşacaktım. Şimdi çok ekonomik yazmak durumundayım. Tiyatro Pera’da izlediğim “Vanya Dayı”, Nesrin Kazankaya’nın çevirisi, yönetimi ve Şafak Eruyar’ın dramaturjisiyle “farklı” diyebileceğim, ama her zerresine Çehov sıcaklığı, Çehov hüznü, Çehov gülümsemesi sinmiş, üzerinde titizlikle çalışılmış, çok özenli bir prodüksiyondu. Selçuk Yöntem (Astrov), Nesrin Kazankaya (Yelena), Aycan Sümercan, Can Kolukısa’nın oyunculuklarıyla taçlanan; Levent Öktem’in (Vanya) alışılmışın dışındaki yorumuyla beni şaşırtan bir prodüksiyon… Nitelikli bir Çehov oyunu izlemek isteyenler kaçırmasın… “Prenses’in Uykusu” Çağan Irmak’ın yeni filmi beni kalbimden yakaladı. Ah biliyorum şimdi herkes bu filmin bizi masal dünyasına falan götürdüğünü söyleyecek… Oysa bence öyle gerçekçi ki! Hani gerçekten daha gerçek! Hiç söylenmeyenlere, yok sayılanlara, görmezden gelinenlere dokunan bir film. Duyarlılığı yücelten, yaşama, yeryüzüne, geleceğe bir damlacık umutla bakmamızı sağlayan bir film. Sevinç Erbulak harika oynuyor. Sevgili Altan Erbulak kızıyla kıvanç duyacaktı görebilseydi. Genco Erkal, Alican Yücesoy harika bir ikili, diyaloglarına doyamıyorsunuz. İlk kez izlediğim Çağlar Çorumlu rolüne “cuk oturmuş!” Animasyon destekli filmde daha jeneriği izlerken içimde çiçekler açmaya, kelebekler uçuşmaya başladı. Sinemadan gülümseyerek çıkmayı ne çok özlemişim meğer… Bu hafta heyecan duyarak izlediğim sergi ise İstanbul Modern’deki Kutluğ Ataman’ın “İçimdeki Düşman” başlıklı, Türkiye’deki ilk retrospektif sergisi… Onu taa başlangıcından beri izliyorum, dünyadaki çağdaş sanat alanındaki önemli yerinin bilincindeyim; yurtdışında birçok sergisini izledim. Ama burada eserlerini toplu halde görmek yine çok çarpıcı geldi. Gerçekle kurguyu bir arada kullanıyor. Sorgulamaktan, (kimlikleri, tarihi, belleği, alışkanlıkları, tutsaklıkları, ötekileştirmeyi, parçalanmışlıkları sorgulamaktan) hiç vazgeçmiyor. Sergiyi gezeceklere bir öneri: Mutlak ama mutlak, açıklamaları okuyarak sergiyi gezin. Yoksa tüm katmanları “göremezsiniz.” Her üç olaya da tüm emeği geçenleri kutlarım. www.zeyneporal.com Abdi İpekçi. Beyaz Müzayede’ye yoğun ilgi Kültür Servisi Beyaz Müzayede, 2010 2011 sezonunu, çağdaş ve modern sanat müzayedesiyle açtı. 13’üncü Beyaz Müzayede’de, satışa çıkan 333 eserin neredeyse tamamı yeni sahipleri ile buluştu. İlk bölümü 6 Kasım’da gerçekleştirilen Beyaz Müzayede’nin ikinci bölümü ise önceki gün İstanbul Nişantaşı’ndaki Sofa Hotel’de yapıldı. 120 adet tuval eseri olduğu bilinen Neşet Günal’dan “Sorun Sorum 5”, 625.000 TL ile müzayedenin en yüksek değere satılan eseri oldu. Fahrelnissa Zeid’den bir başyapıt olan “Yeniden Doğuş” adlı eser 500.000 TL’ye satılarak müzayedenin ikinci en yüksek değere alıcı bulan eseri oldu. O şimdi tek başına Lamb grubunun eski solisti Lou Rhodes Babylon’da solo çalışmalarından örnekler verdi DENİZ ÜLKÜTEKİN abylon’un konuğu, çoğunuzun ismini değilse bile sesini çok iyi tanıdığı bir müzisyendi. Lou Rhodes 2000’lerin başında Lamb grubunda “Gabriel” ve “Gorecki” gibi slow triphop örneği şarkılarla ünlendi. O artık müzik hayatına tek başına devam ediyor. Aslında geçen yıl yapılması planlanan ama Emiliano Torrini konseri gibi İzlanda’daki yanardağ patlamasının külleri altında çarşamba akşamına kadar ertelenen konserde basta Jon Thorne ve çelloda Danny Keane’le beraber son albümü “One Good Thing”den “Each Moment New” gibi şarkıların da bulunduğu bir repertuvar seslendirdi. Lamb yıllarını hatırladığınızda Rhodes gibi bir müzisyenin müzikal anlamda geçirdiği değişim oldukça etkileyici. Onun sahnesinde artık onlarca elektronik enstrüman değil sadece birkaç akustik tamamlayıcı var. Aslında Rhodes zaten tam da istediği dönüşümü henüz Lamb dağılmadan önce kafasında oluşturmaya başlamış... “2004’te grup dağıldığında zaten ilk solo albümüm Beloved One için şarkılarımı yazmaya başla B mıştım. Sanırım uzun süredir bir çeşit basitlik arayışı içindeydim ve teknoloji altyapılı müziğin getirdiği sınırlardan kurtulmak istiyordum” diyor. Son albümü “One Good Thing”le birlikte Lamb’deki karamsar imajı iyice dağıttığını ve artık umut veren bir sesi olduğunu söylediğimde hayatının zor bir döneminde albüm üzerinde çalıştığını ve sesindeki umut veren yansımanın da zorluktan çıkışa işaret ettiğini kabul ediyor. Yine de bu farklar geçmişin üzerine tamamen sünger çektiği anlamı taşımıyor. Hâlâ bazı konserlerde Lamb’deki ortağı Andy Barlow’dan yardım alıyor. Aslında Rhodes’un akustik tarza dönmesinin altında yatan bir başka sebep de Lamb’in dışında Massive Attack ve Tricky gibi isimlerin önderlik ettiği triphop tarzının bu günlerde revaçta olmaması hoş, Rhodes Lamb’in bu kategori içinde değerlendirilmesinin de çok kabul edilir olduğunu düşünmüyor. Bugünlerdeyse elektronik müzik camiası içinde dubstep tarzını oldukça revaçta buluyor. Ancak popüler akıma kapılacak gibi değil. Akustik işleri dinlemeyi daha çok seviyor. Peki onlar kim? “Bufjan Stevens’ın yeni işlerini ve Bombay Bicycle Club’ın Flaws albümünü dinliyorum” diyor. Son olarak bir müjdeyle bitiriyor konuşmamızı. Hayranlarının hâlâ bir ümit beklediği yeni Lamb albümü için “Evet, bir kaydımız olacak, üzerinde çalışıyoruz” diyor. Yine de Babylon’daki akşam Lamb’den çok da fazla iz taşımıyordu, Rhodes bundan pek de şikâyetçi değil: “Sahnede seyirciyle bir şeyler paylaşmak her zaman çok özeldir. Kayıt sırasında daha çok sanat yaptığınızı hissediyorsunuz. Sahnedeyse çok daha ani bir etkileşim var.” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle