Katalog
                    Yayınlar
                
                - Anneler Günü
 - Atatürk Kitapları
 - Babalar Günü
 - Bilgisayar
 - Bilim Teknik
 - Cumhuriyet
 - Cumhuriyet 19 Mayıs
 - Cumhuriyet 23 Nisan
 - Cumhuriyet Akademi
 - Cumhuriyet Akdeniz
 - Cumhuriyet Alışveriş
 - Cumhuriyet Almanya
 - Cumhuriyet Anadolu
 - Cumhuriyet Ankara
 - Cumhuriyet Büyük Taaruz
 - Cumhuriyet Cumartesi
 - Cumhuriyet Çevre
 - Cumhuriyet Ege
 - Cumhuriyet Eğitim
 - Cumhuriyet Emlak
 - Cumhuriyet Enerji
 - Cumhuriyet Festival
 - Cumhuriyet Gezi
 - Cumhuriyet Gurme
 - Cumhuriyet Haftasonu
 - Cumhuriyet İzmir
 - Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
 - Cumhuriyet Marmara
 - Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
 - Cumhuriyet Oto
 - Cumhuriyet Özel Ekler
 - Cumhuriyet Pazar
 - Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
 - Cumhuriyet Sokak
 - Cumhuriyet Spor
 - Cumhuriyet Strateji
 - Cumhuriyet Tarım
 - Cumhuriyet Yılbaşı
 - Çerçeve Eki
 - Çocuk Kitap
 - Dergi Eki
 - Ekonomi Eki
 - Eskişehir
 - Evleniyoruz
 - Güney Dogu
 - Kitap Eki
 - Özel Ekler
 - Özel Okullar
 - Sevgililer Günü
 - Siyaset Eki
 - Sürdürülebilir yaşam
 - Turizm Eki
 - Yerel Yönetimler
 
                        Yıllar
                    
                    - 2025
 - 2024
 - 2023
 - 2022
 - 2021
 - 2020
 - 2019
 - 2018
 - 2017
 - 2016
 - 2015
 - 2014
 - 2013
 - 2012
 - 2011
 - 2010
 - 2009
 - 2008
 - 2007
 - 2006
 - 2005
 - 2004
 - 2003
 - 2002
 - 2001
 - 2000
 - 1999
 - 1998
 - 1997
 - 1996
 - 1995
 - 1994
 - 1993
 - 1992
 - 1991
 - 1990
 - 1989
 - 1988
 - 1987
 - 1986
 - 1985
 - 1984
 - 1983
 - 1982
 - 1981
 - 1980
 - 1979
 - 1978
 - 1977
 - 1976
 - 1975
 - 1974
 - 1973
 - 1972
 - 1971
 - 1970
 - 1969
 - 1968
 - 1967
 - 1966
 - 1965
 - 1964
 - 1963
 - 1962
 - 1961
 - 1960
 - 1959
 - 1958
 - 1957
 - 1956
 - 1955
 - 1954
 - 1953
 - 1952
 - 1951
 - 1950
 - 1949
 - 1948
 - 1947
 - 1946
 - 1945
 - 1944
 - 1943
 - 1942
 - 1941
 - 1940
 - 1939
 - 1938
 - 1937
 - 1936
 - 1935
 - 1934
 - 1933
 - 1932
 - 1931
 - 1930
 
                    Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
                    Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
                    Sayfayı Satın Almak İstiyorum
                
            
                CMYB  C M Y B  SAYFA CUMHUR YET 24 EK M 2010 PAZAR  12 PAZAR YAZILARI dishab@cumhuriyet.com.tr  Memlekete  para  yollayanlar Biraz önce Yılmaz Onay’ın da bulunduğu  bir ortamda romanından uyarlanan  “Yazılar Filmatik” filmini izleyip sonrasında  film hakkında söyleştik. Filmde Hollandalı gibi  yetişen bir Türk kökenli gence “Türk  olduğunun hiç de hoş olmayan bir şekilde  yüzüne çarpılması” ve sonrasında başlayan  kimlik sorgulaması işleniyor. Bol keseden  “Yabancı” damgasının vurulduğu yerlerde  aslında kimin kendisine yabancılaştığı ve  gerçek yabancı olduğu akıcı bir dille  anlatılıyor. Dil bayrağımız Türkçe ile  Belçika’da tiyatro yapılmasına sanat yönetmeni  olduğum Binfikir Tiyatro Okulu ile katkıda  bulunmaya çalışıyoruz. Flamanlarla Valonların  aralarının kızıştığı zamanlardayız. Taraflar dil  konusunda oldukça hassaslar. Flamanca  Fransızca çatışmasında güme giden ise bizim  Türkçe oluyor. Brüksel’de Binfikir Tiyatro  Okulu 20102011 eğitim yılı açılışını yapan  ustaların ustası Erol Günaydın durumu gördü  ve “Flamanca ve Fransızca da oyun oynayın,  ama hiçbir zaman Türkçeden  vazgeçmeyin!” diyerek uyarma ihtiyacı  hissetti.  817 Ekim tarihleri arasında 10 günlük bir süre  için Brüksel’e gelen Türk tiyatrosunun yaşayan  çınarı Erol Günaydın, yılların bilgi birikimini  genç tiyatrocu adaylarına aktardı. Günaydın 6  Aralık 2009 tarihinde de Binfikir Tiyatro  Okulu’nun davetlisi olarak geldiği Belçika’da  Binfikir’in “Saint Nicolas, Nasrettin Hoca ve  Gülmeyen Kız” adlı çocuk oyunu kapsamında  meddah ve geleneksel tiyatroyu anlatmış ve  Binfikir’in yayımladığı çizgi romanın tanıtım  resepsiyonuna katılmıştı. Hatta “Erol  Günaydın, Belçika’da mı yaşıyor abi?” diye  soranlar oluyor.  Bizim gençlerin oyununu izleyen  Günaydın, tiyatro ve  televizyonlarda Türkçenin yanlış  kullanılmasına dikkat çekerek  “İstanbul ve Ankara’da,  televizyonda kullanılan Türkçe  Türkçe değil. Türkçe kaybolmuş  gitmiş, erimiş gitmiş. Türkçeyi  mahvetmişler. Spikerler bile  bilmiyor Türkçeyi. Bugün sadece  Anadolu lehçesiyle konuşulan  oyunlar yazıyorlar. Hiç güzel, akıcı bir  Türkçeye rastlanmıyor televizyonlarda.  Üzüldüm. Burada gördüğüm Türkçe çok  daha güzel onlardan. Tebrik ediyorum,  teşekkür ediyorum. Ben bugün bu çocukları  seyrettim, hepsine hayran oldum. Bana  geçmişimi, amatör günlerimi hatırlattılar”  dedi. Bu övgü dolu sözleri Türkçe adına buruk  bir hüzünle dinledik, sevinemedik!  Gazeteciyazar Emine Algan “İki Kalas Bir  Heves” adlı söyleşi kitabına sığdıramamış Erol  Günaydın’ı. 10 gün boyunca eşlik etme  ayrıcalığını yaşadığım büyük ustanın her  anlattığı kayıtlara geçirilip sonra ders olarak  okutulması gereken türden. Harita üzerinde  Erol Hocamızla dolaştığımız yerleri göstersem  şaşarsınız. Hatta bu arada Paris’e gidip bir gece  kaldık. Erol Günaydın’ın Paris’te ünlü ressam  Yüksel Arslan ile buluşmasını bir  görecektiniz! Sanki evcilik oynayan  iki çocuğun gözlerindeki sevgi ve  yüzlerindeki mutluluk vardı 70’lik  genç delikanlılarda. Ben işte o an bir  kez daha umutlandım, karşılıksız  sevginin hâlâ var olduğunu bizzat  gözlerimle, iki devin gözlerinde  gördüm. Arslan’ın Günaydın’a  hediye ettiği resmin maddi değeri  sanırım bol sıfırlı bir rakam. “Her  tarafımıza el attı bu doktorlar ve cerrahlar  ama beynimize dokunamıyorlar” derken ne  güzel gülüyordu Arslan ve onu dinleyen  Günaydın. Yarım asırlık hasret giderilirken  bize de şahit olmak düştü. Brüksel’de yol  şaşırırken Paris’te adresleri elimle koymuş gibi  bulmamı ve trafikte seri yol almamı ise ilginç  bir şekilde açıkladı hocam: “Paris’te de kimse  doğru dürüst araba kullanmayı bilmiyor. O  yüzden orada başarılı oldu.” “Laf ağzına  gelince susmayacaksın. Susarsan bir daha  gelmez laf sana” diyen birinden de başka bir  şey beklenmezdi zaten! Günaydın gelmişken  başka yerlerdeki amatör tiyatrocularla da  buluşturalım istedik. Limburg Bölgesi’nde  düzenlediğimiz söyleşide Veli Aslano’nun  hocamıza sorduğu soru daha doğrusu yaptığı  öneri alkışlanacak türdendi. “Türkiye’den  yurtdışına imam ve öğretmen gönderildiği  gibi sanatçı da gönderilmeli” diyen Veli’yi  duymalı birileri! Belçika’dan yılların tiyatro  birikiminden damıtılmış damlalarla izini  bırakarak bir Erol Günaydın geçti. “Yabancı”  olmamak için önce “kendini” tanımak gerek.  “Kendisini tanımayanı başkası hiç tanımaz”  diyen kimdi sahi? Günaydın bize ayna tuttu,  aynada kendimizi gördük. Yılmaz Onay’ın da  romanında yaptığı gibi!  NOT: Yazın yaşamımda çok önemli bir yeri  olan, hocam, dostum, ağabeyim... Deniz Som  15 Ekim’de 57 yaşında aramızdan ayrıldı.  Doğru bildiğinden şaşmadan geçen başı dik ve  onurlu yaşamı umarım diğer medya  mensuplarına örnek ve yol gösterici olur. Rahat  uyu güzel insan...  erdincutku@yahoo.com  Şube müzeler artıyor  “Elimi tut!” dedi...  Elleri buz gibiydi.  Daha ben çağrı düğmesine  basmadan sinyal alan  doktorlar, hemşireler doldu  içeri... Yarım saat süren bir  uğraşıdan sonra onu yeniden  yaşama döndürdüler. Yüzü  bembeyaz olmuştu, göz  çukurları morluklar  içindeydi. İki kişilik odada  yalnızdık. Geçirdiği kalp  ameliyatından sonra, benim  yanıma verilmişti. Lavaboya  kalkarken, tuvalete  giderken, açılan göğüslerini  örtme, eteğini düzeltme  çabasına girmediğini  gördüğümde, beni  umursamadığını sanmıştım.  Yine de başımı hafif yana  çevirerek gözlerimin  takılmasını engellemeye  çalıştığımı gördüğünde  gülümsedi, “Şu anda  ikimiz de böyle şeyleri  aklımızdan geçirecek  durumda değiliz. Üstelik  de sen mektep medrese  görmüş adamsın!’’  anlamına gelen şeyler  söyledi. Ona yanıt  vermeden, “Demek ki, bu  işler okulla,  eğitimle  olmuyormuş, bu  bir kültür  sorunuymuş”  dedim kendi  kendime...  Göğüs kafesimdeki  düzensiz kalp  atışları nedeniyle  üç gündür hastanede  gözetim altındaydım.  Malmö Müzik Yüksek  Okulu’nda öğretmen olan  oda arkadaşım da iki gün  önce geldi. Yataklarımız  yan yanaydı. Aramızda  küçük bir masa, masanın  üzerinde de bütün hastane  odalarındaki gibi, iki  bardakla bir sürahi vardı...  Doktor ve hemşireler  gittikten sonra uyanmasını  bekledim. Gözlerini  açtığında, “Nasılsın?” diye  sordum. “Biraz ağrım var  ama şimdi daha iyiyim’’  dedi. Başucundaki telefona  uzandı, aynı okulda  öğretmen olan eşini aradı:  “Biliyor musun Erik,  bugün ölümle yaşam  arasında gidip geldim...”  dedi. Konuşmasının bir  yerinde gözlerini bana  çevirdi: “Yalnız değilim,  yanımda Ali var;  Türkiyeli... Ara sıra bana  Türkçe şarkılar  söylüyor...”  Telefonu kapadıktan sonra,  “O şarkıyı bir daha söyler  misin!” dedi. Arkadaşım,  ölümlere gidip geldi,  söylerim elbet: “Hastahane  önü mermer döşeli /  Doktorlar geliyor eli şişeli  / Üç yıl oldu ben bu derde  düşeli / Oy nenni nenni,  askerim nenni..!”  “Nenni” sözcüğünün  anlamını öğrendi,  nakaratları benimle birlikte  yineliyor... Gecenin  ilerlemiş bir saatiydi.  Hastanenin hemen  bitişiğindeki gölde kuş  sesleri kesilmişti.  Arkadaşım yorgundu:  “Artık uyuyalım” dedi.  Uzattığı elini sıkıca tuttum;  “İyi ki yaşıyorsun!”  dedim; ellerine can  gelmişti... Sabah  uyandığında yine aynı  rahatlıkla lavaboya gitti. Bu  kez yüzümü çevirip  gözlerimi saklama gereği  duymadım... Öğleye doğru,  ellerinde çiçeklerle bir  kadınla bir erkek girdi içeri.  Birbirlerine içtenlikle  sarıldılar... Onları bana  tanıtırken “Bu benim eski  eşim, bu da onun yeni  karısı” dedi. Şaşkın şaşkın  onları izlerken telefon çaldı.  Oda arkadaşımın eşi de  geliyordu...  “Eyvah, şimdi  kan  dökülecek!’’  dedim  içimden... Az  sonra Erik de  geldi. Hiç de  korktuğum gibi  olmadı.  Birbirlerini önceden  tanıyorlardı. Eski ve yeni  eşler sarmaş dolaş oldular.  Futboldan, Avrupa  kupalarından, tatil  anılarından söz ettiler.  Sonra, erkek erkeğe  bekleme salonunda kahve  içmeye gittiler. Kadınlar ise  aralarında fiskoslu bir  sohbete giriştiler.  Hastane arkadaşlığı, askerlik  ve mapusane arkadaşlığı  gibidir... Taburcu olduktan  sonra arkadaşımla ve eşiyle  birkaç kez buluştuk. Bir  buluşmamızda, yanımızda  müzik okulu öğrencisi,  Hozatlı Zafer de vardı. Saz,  keman, gitar eşliğinde, Ruhi  Su’dan uyarlanan bir  parçayı birlikte söyledik:  Nerde Pir Sultan’ım  nerde/ Özümüz asılı  darda/ Yemen’den öte bir  yerde/ Düldül hâlâ  savaştadır... Epeydir  görüşemedik arkadaşımla.  Aklıma gelmişken  bugünlerde bir arayayım;  Zafer’e de haber vereyim;  bakarsınız, yılbaşında  birlikte oluruz...  alinergis@yahoo.se  Fransa, yıllık 74 milyon turist ile  dünyanın açık ara en çok turist çeken  ülkesi. Ve Fransa deyince akla başta Paris  olmak üzere birçok turist cenneti geliyor:  Loire, Provence, Nice, St. Tropez... Peki  kaçımızın aklına Metz geliyor? Metz,  Paris’in yaklaşık 300 kilometre  doğusunda, 125 bin nüfuslu bir garnizon  ve sanayi şehri. 2010’a kadar ne yerli ne  de yabancı turistlere de pek bir şey ifade  etmiyordu. Yaz tatili bitti, okullar açıldı  ve turizm sezonu büyük ölçüde kapandı.  Ve rakamlar gösterdi ki 2010’da Metz’e  gelen turist sayısında yüzde 67’lik bir  artış oldu. Bu artışın tek bir sebebi var, o  da açılışı 12 Mayıs’ta yapılan modern  sanat müzesi Centre Pompidou Metz  (CPM). Yapımı 7 yıldır süren, 72  milyon Avro’ya mal olan CPM, Paris’te  bulunan, Avrupa’nın ilk modern sanat  koleksiyonuna sahip ve dünyanın en  önemli müzelerinden biri olan Centre  Pompidou’nun bir “şubesi” olarak  Metz’de açıldı. Kalıcı bir koleksiyona  sahip olmayan müze, Paris’teki  “ağabeyinin” adını taşıyor ve çeşitli  gezici sergiler aracılığıyla onun zengin  kalıcı koleksiyonundan kolayca  yararlanabiliyor.  CPM’nin Picasso, Dali, Miro, Rodin ve  Andy Warhol gibi dev isimlerle dolu bir  sergi ile yapılan açılışının arkasında yatan  kültürel ve sanatsal kaygılar, buzdağının  yalnızca görünen yüzü. Metz’e gelen  turist sayısındaki artış bir tesadüf değil,  ekonomik ve toplumsal bir “proje” olan  Centre Pompidou Metz’in çok önceden  hesaplanmış bir sonucu. İşler tam  planlandığı gibi gitti, hatta Metz’deki  turist patlaması beklentileri geride bıraktı.  Centre Pompidou Metz, 2010 için  koyduğu 300 bin ziyaretçi hedefini ilk üç  ayında aştı. “Kültür bir masraf değil,  yatırımdır.” Bilbao Belediye Başkanı  Yardımcısı Ibon Areso’nun bu sözü,  dünyada gitgide daha fazla görülmeye  başlayan “şube müzelerin” arkasında  yatan mantığı açıklıyor. Bu akımın  1997’de İspanya’nın Bilbao şehrinde  açılan ve New York’taki ünlü modern  sanat müzesi Guggenheim’ın adını  taşıyan Guggenheim Bilbao Müzesi ile  başladığı söylenebilir. Son derece dikkat  çekici mimarisiyle Guggenheim Bilbao,  şehri büyük bir değişimin içine soktu ve  bir sanayi şehri olmanın ötesine götürdü.  Guggenheim için Bilbao adeta yeniden  planlandı, sanayi limanı yeniden  düzenlendi ve metro genişletildi. Uzun  süren ve oldukça masraflı olan bu  çalışmalar, İspanyol şehrine ekonomik,  sosyal ve kültürel dinamizm getirdi.  Guggenheim Bilbao açıldığı yıl 1.350.000  ziyaretçiyi ağırladı,  bugün ise bölge  ekonomisine yaptığı  katkı yıllık 230  milyon Avro olarak  ölçülüyor. Fransa’nın  Metz kentinde açılan  ve sıradışı bir  mimariye sahip olan  CPM de benzer bir  etki peşindeydi. CPM daha açıldığı gün  bu amaca hizmet etmeye başladı. Müze,  açılış günü olan 12 Mayıs’ta çevredeki  şehir ve ülkelerden gelen sanatseverlerin  akınına uğradı ve açılmasından saatler  önce kapısında kuyruklar oluştu.  Kuyruktaki sanatseverlere belediye  tarafından Metz şehrinin turistik haritası  dağıtıldı. Müze daha tasarım aşamasında  bu amaca uygun dizayn edildi: Müzenin  en üst kattaki galerisinin Metz şehrinin  turistik ve tarihi merkezine bakan dev  penceresi, müzeyi gezenlerde şehri görme  isteği uyandıracak şekilde tasarlandı.  Şehir ve müze arasındaki işbirliği de daha  müze açılmadan meyvelerini vermeye  başladı: Centre Pompidou Metz’in hemen  yanı başındaki boş arazide Fransa’nın son  10 yıldaki en büyük inşaat projelerinden  birinin temelleri atıldı. Centre  Pompidou’nun “şubesi” için Metz’in  seçilmesinin farklı nedenleri var.  Öncelikle Metz, coğrafi konumu  sayesinde farklı ülkelerden ziyaretçileri  çekebilecek bir durumda. Trenle Paris’e  bir buçuk, Lüksemburg’a ise yarım saatlik  bir mesafede bulunan Metz, aynı zamanda  Belçika, Almanya ve Hollanda’ya da çok  yakın. İkinci neden ise durgunluğa giren  Lorraine ekonomisini canlandırmak. Bir  diğer amaç ise Almanya sınırında bir  garnizon ve sanayi şehri olarak tanınan  Metz’in imajını değiştirmek. Ve son  olarak bu proje, Fransa’nın “kültürel  desantralizasyon” planının bir parçası.  Fransız devleti, Paris’te yoğunlaşan  turizmin ülke geneline yayılmasını ve  böylece kültürel ve ekonomik  faydalarından yararlanan bölge sayısının  arttırılmasını hedefliyor.  “Şube müzeler” Bilbao ve Metz ile  sınırlı değil. Fransa’nın ve dünyanın en  ünlü ve en büyük müzelerinden olan  Louvre, önümüzdeki 3 yıl içinde, biri  FransaBelçika sınırında bulunan ve  İngiltere ile Hollanda’ya da çok yakın  olan maden şehri Lens’te, diğeri ise  Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti  Abu Dabi’de olmak üzere iki yeni Louvre  müzesi açmayı planlıyor. Bunun dışında  yine Guggenheim Vakfı, 2012’de Abu  Dhabi’ye, en büyük Guggenheim  müzesini açmaya hazırlanıyor. Büyük bir  marka, sıradışı bir mimari ve en ünlü  sanatçılardan birkaç eser bir şehri yeniden  yaratmaya ve ekonomisini canlandırmaya  yeterli gibi görünüyor. Bu formül Bilbao  ve Metz’de beklentileri aştı. Şurası kesin  ki sanatseverlerin yanı sıra yatırımcılar ve  ekonomistler de önümüzdeki yıllarda  Metz’i takip ederken, büyük müzeler de  yeni şubeleri için dünyanın çeşitli  yerlerinde yeni şehirler arıyor olacak.  onuruygun@live.com  Vincent uzun boylu, gençten,  yakışıklı bir Afrikalı.  Başındaki kasketi ters giymiş.  Elinde cüzdanı sıranın kendisine  gelmesini bekliyor. Sağına  soluna bakınıyor, hafiften bir  ıslık çalıyor. Sırada ondan önce  iki kişi daha var. Önündeki  çekik gözlü Asyalı biraz  huzursuz gibi. Yerinde pek  duramıyor. En öndeki orta yaşlı,  sarışın kadın elindeki Avro’ları  gişede oturan memura uzatıyor.  Ona bir şeyler söylüyor. Çok  hızlı konuşuyor. Yaptığı işi pek  sevmediği yüzünden belli olan  canı sıkkın memurun uzattığı  formları imzalıyor. Yine bir şey  söylüyor, fakat yanıt alamıyor.  Asyalı, daha ne kadar  bekleyeceğim, der gibi başını  şöyle bir ileri uzatıyor. Sonra  arkasına dönüyor. Sıra uzamış.  Uzun boylu, Afrikalı bakışlarını  tavana dikmiş ıslığa devam  ediyor. İkinci gişe nedense  bugün açık değil. Stuttgart’ın  göbeğindeki bu küçük büro  bütün dünyaya para transferi  yapan bir kuruluş. Müşterileri  kentte yaşayan yabancılar, daha  doğrusu üçüncü dünya  ülkelerinden buraya gelmiş, kıt  kanaat geçinmelerine karşın  yine de her ay birkaç yüz  Avro’yu ne yapıp yapıp,  “memlekette” para bekleyen  fakirin fakiri ailelerine  göndermek zorunda olan  insanlar. Birleşmiş Milletler’in  verilerine göre günümüzde tam  70 milyon azgelişmiş ülke insanı  endüstri ülkelerinde çalışmakta.  Dünya Bankası, bu insanların  2009 yılında vatanlarına havale  ettiği tutarı 320 milyar dolar  olarak açıklıyor. Yurtdışında  çalışanların en çok para  yolladığı iki ülke, ellişer milyar  dolar ile Hindistan ve Çin.  Geçen yıl yurtdışından  Polonya’ya on bir, Romanya’ya  dokuz milyar dolar girmiş.  Azgelişmiş birçok ülke bu  kişisel transferler olmasa çoktan  iflas ederdi!  Sıranın  kendisine  gelmesini  sabırla  bekleyen  Vincent o gün  Kongo’daki  ailesine 150  dolar  yollayacak. Stuttgart’taki Robert  Bosch fabrikasında ayda eline  geçen 1800 Avro’nun ortalama  yüzde onu memlekete gidiyor.  Bu para annesiyle babasının  bütün aylık geçimine yetiyor.  Endüstri ülkelerinde çalışanları  vatandaki yakınlarının “emekli  maaşı” olarak kabul etmek  gerekiyor! Vincent buraya üç  yıldır geliyor. “Çoğu insan  dişinden tırnağından  arttırarak evine para  yolluyor,” diye anlatıyor. “İki  yüz Avro’dan fazla yollayan  pek yoktur. Şu sırada  duranlar hep düşük gelirli  insanlar. Almanya’daki bir  işsizin anasına yolladığı 50  Avro kadının bir ay karnını  doyurur!” diyor.  Vincent, geçenlerde burada  Kenyalı bir genç kızla tanıştığını  söylüyor. Zengin bir ailenin  çocuklarına bakan kız eline  geçen üç yüz Avro’nun yüzünü  her ay anasıyla babasına  yolluyormuş.  Ana babalara, yakın akrabalara  her ay yollanan paralar  geçinmeleri, kiraları, büyük  alışverişleri, düğünleri,  cenazeleri, borçları için…  Endüstri ülkelerinde gece  gündüz çalışan, en zor ve  dayanılmaz işleri yapanların  yolladığı bu paralar olmasa  birçok azgelişmiş ülke  ekonomisi ayakta duramaz.  Dünya Bankası’nın verilerine  göre Tacikistan’ın gayri  safi yurtiçi hasılasının yüzde  ellisini ve Moldovya’nın yüzde  otuz birini yurtdışındaki  vatandaşların bu transferleri  oluşturuyor. Asyalı işi biter  bitmez, hızla dışarı fırlıyor.  Vincent cüzdanından çıkardığı  iki yeşil Avro’yu kasadaki kıza  uzatıyor. “Kongo’ya 180  Avro,” diyor...  www.ahmetarpad.de  PAR S  ONUR UYGUN  STUTTGART  AHMET ARPAD  Belçika’dan bir Erol Günaydın geçti  Hastane  odası...  MALMÖ  ALİ HAYDAR  NERGİS  BRÜKSEL  ERDİNÇ UTKU   
            
    
