26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Cumhuriyet Strateji 26 Ocak 2009/239 ST R A T E J İ c Avrupamerkezcilerden farklı olarak Richard Cobden, Adam Smith ve Norman Angell gibi klasik liberallerin Osmanlı hakkında daha objektif bir tavrı olduğu kimileri tarafından umulabilir. Sonuçta bu düşünürlerin çoğunlukla hoşgörü, müdahalesizlik, kozmopolitlik ve antisömürgecilik gibi ilkelerin savunucusu olduğu varsayılmaktadır. Ne büyük bir hata! Örneğin Cobden ve Angell, Doğu’nun bütün “yanlışlarını” temsil eden Türklerin barbarlıkları ve geri kalmışlıklarından kurtulabilmeleri için tek yolun bir Batılı güç tarafından (ki Cobden’a göre bu Rusya’dır) sömürülmeleri olduğunu savunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, “hain” rolündeki İngiltere’nin, Birinci Dünya Savaşı’ndaki ihanetine rağmen varolmayı başardı. Ancak Türkiye doğuşundan itibaren bir taraftan Bugünkü ABTürkiye ilişkileri dikkate alınarak, Türkiye’nin tarihsel ve güncel konumları arasında nasıl bir benzerlik veya karşıtlık görüyorsunuz? Avrupa’nın Osmanlı ve Türkiye’yi algılayış biçimi çok fazla farklılık göstermiyor. Türkiye’nin bir askeri tehdit olarak algılanması artık mümkün olmasa da, benzer bir tehdit Avrupa’daki Türk göçmenler vasıtasıyla ortaya çıkmıştır. Bugünkü Avrupamerkezci söylemler, Türkiye’yi baskıcı bir devlet şeklinde lanse etmekte ve dolayısıyla, AB’ye tam üye olması durumunda potansiyel bir Türk göçmen akınına maruz kalınacağına dikkat çekmektedir. Tabi bunu tehdit haline getiren, göçmenlerin İslam “virüsünü” ve diğer “barbar Türk kültürü” öğelerini, “medeni” HıristiyanAvrupa toplumuna yayacağı düşüncesidir. Avrupamerkezciliğin bu sanal gerçekliğinde, eski “Viyana kapılarındaki 5 devletler federasyonu” oluşturmaktadır. Bu da Avrupa içerisinde savaş ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Elbette ki Kant, Avrupamerkezci düşünceye sahip olsa da derinliğinde bir sömürgecilik karşıtıydı. AB’nin en insaflı yorumu olan bu Kantçı yaklaşıma göre, AB projesi özünde sömürgeci olmasa da, açıkça Avrupamerkezcidir. Zaten Türkiye’nin de farkında olduğu gibi, AB’ye girmek istemesi durumunda ülkenin gerçek bir kimlik değişimine uğraması ve kültürünün Avrupa medeniyetine endeksli bir “dönüşüm” içerisine girmesi gerekmektedir. Konu Türk kimliği ve AB’ye üye olmanın avantajları olduğunda ise, daha önce kullandığım tabiri biraz değiştirerek, net bir sonuca ulaşabiliriz: “Hediye getiren AB’ye güvenme.” 1959’dan beri Türkiye’nin AB üyeliğine getirilen engellerin, önemli ölçüde Avrupamerkezcilik düşüncesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Zira Fransa’nın, kendi AB anayasası referandumunu geçersiz kılarken, Türkiye’nin üyeliği için mutlak surette halkoylamasına gidilmesi konusundaki ısrarı, çifte standarttır. Bu faktör tek başına Türkiye’yi dışarıda bırakmaya devam edecektir. Şahsen böylesi çifte standartların, Fransız kültürünün Batılı olmayan kültürlerle anlaşamama sorununu bir kez daha ortaya çıkardığını düşünüyorum. Zaten bu Avrupamerkezci/Fransızmerkezci “Doğulu’yu asimile etme” eğilimini, tarihsel olarak Fransız İmparatorluğu’nun icraatlarında, güncel olarak da başörtüsünün yasaklanmasında görebiliriz. Mevcut durum, Avrupa’ya dahil olmak için Osmanlı’nın gösterdiği çabaların, Avrupamerkezci tavır yüzünden engellenmesine tahmin edilenden daha fazla benzemektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin AB’ye üyelik macerasında kendi payına büyük bir risk altına girdiğini söyleyebiliriz. Güncel uluslararası politik ekonomi göz önüne alındığında, emperyalizmi soyu tükenmiş bir ekonomik sistem olarak görmek mümkün müdür? Siz bu sistemin modern yankılarını nasıl tanımlıyorsunuz? Bu elbette emperyalizmi nasıl tanımladığınıza bağlıdır. Sömürgecilik, uluslararası hukuk ve standartlar aracılığıyla yasa dışı olarak tanımlandığından beri, artık hiçbir şekilde geçerliliği kalmamıştır. Ancak tanımımızı gayrıresmi emperyalizmi de içine alacak şekilde genişlettiğimizde, bunun dünya siyasetinde hala devam ettiğini savunmak mümkündür. Bu tür bir tanım öncelikli olarak Batı uygarlığının yayılmacılığını ve Batılı olmayanlara uyguladığı kültürel asimilasyonu temel almaktadır. Bu nedenle, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının oynadığı rol, “yapısal uyum programları” ile gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine zarar verdikleri için değil, Batı kökenli neoliberal standartları aşılamaya çalıştıkları için, oldukça tipiktir. Bahsettiğimiz bu tanımı AB’nin genişleme sürecine uyarladığımızda, başından beri savunduğum gibi, Türkiye’nin “postmodern” Batı uygarlığının kalbi niteliğindeki bu oluşuma girme konusunda dikkatli olması gerekmektedir. Dolayısıyla, Türk okurlarımı yine eski bir deyişle uyarmak isterim: “İsteklerinize dikkat edin!” normlar, Batı’nın özünde barındırdığı bu rasyonelliğin ürünü olarak kabul edilir. Doğu dünyası ise Batı’nın tam karşı kutbunda, barbar ve vahşi bir “öteki” formunda temsil edilir. Akıldışılığın, despot yönetimlerin, (eğer varsa) geri kalmış kapitalizmin, kolektivist sosyal yapıların ve gerici din anlayışının hükmünde olduğu kabul edilir. Bu ikiliğin sonucu olarak Batı, dünyanın merkezinde yer alan ve dünya tarihinin öznesi konumunda resmedilmiştir. Bununla birlikte Doğu ise, dünyanın dış sınır çizgisine hapsedilmiş, üretken veya ilerici hiçbir şeye katkıda bulunmayan ve dünya tarihinin pasif bir nesnesi olarak kabul edilmiştir. Karl Marx’tan liberal John Stuart Mill’e kadar geniş bir yelpazede yer alan kimi Batılı düşünürlere göre, bu söylemlerin neticesinde Batı’ya düşen “görev”, rasyonel düşünce geleneğini ihraç ederek, geri kalmış Doğu’yu “uygarlaştırmaktır”. Doğulu halkların böylece modern kapitalizm evresine yükselerek, ilerleyeceği düşünülür. Rudyard Kipling’in deyimiyle bu “beyaz adamın külfeti”, özünde “emperyal uygarlaştırma misyonu” ile eş anlamlıdır. Ancak bütün klasik Avrupamerkezci düşünürlerin bu uygarlaştırma misyonunu üstlendiğini düşünmek yanlış olur. Örneğin Immanuel Kant ve Adam Smith, Doğu’nun en sonunda kendi âhengini yakalayacağını öne sürerek, bu misyonu reddetmişlerdir. Fakat bu tezlerde varolan başka bir öngörü, Doğu’nun gelişirken Batı’nın izlediği yola öyküneceği ve böylelikle Batı’nın içinde asimile olacağı, kısacası “Doğu” denen kavramı ortadan kaldırıp evrensel bir Batı yaratacağıdır. Özetle Doğu, gelişmek ve modernleşmek için kültürel anlamda kendini inkâr edecek ve Batılılaşacaktır. İşte bu, Avrupamerkezciliğin “öteki” figürüne karşı sahip olduğu tahammülsüzlüğü ve onu eninde sonunda sindirme amacını yansıtmaktadır. Ne var ki, Avrupamerkezcilik 1945’ten bu yana tanımlanması daha zor ve gizli bir forma girmiş gibi görünmektedir. Bunu çoğunlukla Alman Nazizm’ine verilen güçlü tepkiye, bilimsel ırkçılığın reddedilmesine ve üçüncü dünyadaki sömürgecilik karşıtı milliyetçi ayaklanmalara bağlayabiliriz. Bu durum Batılı olmayan toplumlara karşı beslenen önyargıların aşıldığı izlenimini yaratsa da, aslında tam tersini söylemek mümkündür. Bugünkü neoAvrupamerkezci düşüncede Avrupa hala dünyanın merkezini oluşturmakta, normları ve kültürüyle “medeniyet standardını” belirlemekte ve tıpkı Türkiye örneğinde görüldüğü gibi, bu standardı diğer toplumları yargılamak için kullanmaktadır. Sizce Türkiye’nin Avrupamerkezcilik karşısındaki tarihsel konumu nedir? Osmanlı İmparatorluğu, Avrupalılarca korku ve nefretle karşılanmış bir devlettir. “Kötü” ve “musibet” olarak algılanan dinleri ve Batı Avrupa’yı hedefleyen kuşatmaları sonucu oluşan “Viyana kapılarındaki barbar Türk” imajı, Türklerin yaratılmak istenen bu Doğulu ve geri kalmış “öteki” kimliğiyle örtüştüğüne en büyük kanıt olarak görülmekteydi. Bu “ötekileştirme” süreci, 18. ve 19. yüzyıllarda oluşan Avrupamerkezci söylemlere dönüşmeden önce, “İslam ve Hıristiyanlık karşıtlığı” yahut Halil Halid’in deyimiyle “Haç’a karşı Hilal” olarak algılanıyordu. Bu noktada, ‘1959’dan beri Türkiye’nin AB üyeliğine getirilen engellerin, önemli ölçüde Avrupamerkezcilik düşüncesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin ‘postmodern’ Batı uygarlığının kalbi niteliğindeki bu oluşuma girme konusunda dikkatli olması gerekmektedir.’ Avrupamerkezci yargıların, diğer taraftan da “yeni hain” rolündeki AB’nin bu yargılara bağlı davranışlarının nesnesi haline geldi. Fakat bu durumdaki en büyük ironi, hem 1839’daki Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra Osmanlı Devleti’nin, hem de 1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yaptığı başvuru ile modern Türkiye’nin vazgeçemediği Avrupa hayranlığı ve Avrupalı devletler kulübüne giriş azmidir. Avrupa’ya karşı olmaktansa onunla işbirliği yapma çabasındaki Türkiye, bu tavrıyla Batı’nın sahip olduğu geleneksel “büyük Türk tehdidi” yargısını çürütmektedir. Fakat Türkiye karşıtı bu güncel yargılar, yine de 19. yüzyıl Avrupamerkezci tezlerini çokça anımsatmaktadır. Aradaki tek fark bugünkü yargıların daha saklı ve farklı bir forma bürünmüş olmasıdır. barbar Türk” kurgusu, bugün “modern Avrupa kalesinin kapılarındaki barbar Türk Truva atı” kurgusuyla yer değiştirmiştir. Truva atı kurgusu da, sanki eski bir İngiliz deyiminin biraz değiştirilmiş bir halini anımsatmaktadır: “Hediye getiren Türk’e güvenme.” İslamTürk tehdidi, bugün her zamankinden daha fazla ciddiye alınmakta ve Avrupa kültürünü içeriden fethedeceğine inanılmaktadır. Bu düşünce, son yıllarda Avrupa’ya hakim olan İslamofobi’ye paralel olarak ortaya çıkmaktadır. AB’nin entegrasyon ve genişleme stratejisi ile üyeliğe aday Türkiye’ye olan tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? AB’nin yayılmacı “eğilimi” veya “stratejisi”, birkaç şekilde yorumlanabilir. Kantçı bir antiemperyalist bakış açısıyla yaklaştığımızda, AB’nin Avrupalı olmayan devletleri zorlamadan, rıza yoluyla genişlediğini varsayabiliriz. Bu örnekte, İngiliz diplomat Robert Cooper’ın deyimiyle hipermedeni ve “postmodern” AB, güncel bir “liberalcumhuriyetçi ve barışçı Hobson
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear