05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

...KISA KISA... Ë Ecehan BİÇEN urşuni, Kemal Selçuk’un son romanı. Kısa bir roman Kurşuni. Novella tarzında yazmaya yatkın olduğunu dile getiren yazar, daha önceki romanlarında da bu yönde yapıtlar vermişti. Kurşuni, her şeyden önce çok katmanlı bir roman. Farklı okumalara açık bir metin. Evlat acısını yüreğine gömen bir babanın yası da bulunabilir kitapta, yazma tekniklerinin izdüşümleri üzerine hesaplaşmalar da. Barok cümleler üstüne oturttuğu alaycı, hırçın, yer yer argo ağırlıklı diliyle ürperten ama etkilemeyi başaran bir üslup arayışı da. Hikâye ise açık, anlatıcı da gizlemiyor bunu zaten: “Nasıl derler, hikâyem kısa. Ama bir o kadar da uzun. Uzun ile kısa arasında ne fark var o halde? Bana göre uzun diyeyim o zaman. Yoksa çok uzun her biri, her birinin hikâyesi.” Kimlerin hikâyesi bunlar? Bıçkıcıların. Selçuk, yazma heveslisi bir bıçkıcı çırağının, daha ilk satırda öldüğünü ilan ettiği ustasının vicdanı olmaya soyunuşunu anlatıyor. Ustanın yani İhtiyar’ınçocukları talihsiz bir kaza sonucunda tomrukların altında kalıp ölmüştür yıllar öncesinde. İhtiyar yıllardır onların yasını tutmaktadır. Bu aksi mi aksi, dediğim dedik adam atölyesinin avlusuna, çocuklarına mezar olan tomrukları yükselttikçe yükseltmektedir tıpkı bir Babil Kulesi gibi. Bıçkıcıların o sert dünyasında yer bulmaya çalışan çırak, felsefe okumuş delinin, İhtiyar’a anlattığı kutsal kitap hikâyeleriyle farklı bir yola girer, aslında girdiği yol vazgeçilemeyen hikâye sanatının köklerine bir yolculuktur. K Kurşuni Kemal Selçuk yükselttiği kuleye dokunur, belki de gerçekliğini sınamak için. Epey zaman geçer ve eli donmaya başlar: “Soğuktan moraran, kaskatı kesilen elimi daha az hissettikçe, kulenin bir parçası oluyorum, gittikçe duymamaya, görmemeye başlıyorum.” Sonunda eli donmak üzereyken çeker ve gerekçesini açıklar: “Zeynep’in nasıl kaşla göz arasında ortadan kayboluverdiğini görebilmem için bu ele ihtiyacım vardı yoksa kalemi başka nasıl tutabilirdim Tanrı aşkına!” HİKÂYENİN VAZGEÇİLMEZLİĞİ İnsanlar neden hikâyeden vazgeçemez? Çırak kitap boyunca bu sorunun yanıtını arar. Kutsal kitap hikâyeleriyle acısını hafifletmeye çalışan İhtiyar’ın, zayıf karakterli oğlu (İsmail hayvanı) ile sinsi, büyülerle içli dışlı karısı Zeynep de güçlü karakterler olarak yerlerini alırlar. Cinlerle, muskalarla etrafındakileri büyülemeye çalışan Zeynep imgesi ile İhtiyar’ın yaslı, inatçı imgesi birbiriyle çatışır; ancak İhtiyar’ınkinde, Zeynep’e yönelik belki sürpriz sayılabilecek bir gelişme yaşanır sonradan. Zeynep’in iffetsizliğini bilen ki o tutucu çevrede cezasız bırakılması düşünülemez çırak, pek de iç açıcı bir görünüşe sahip olmayan cingöz komşuları marangoz Tuğrul’la kocasını aldatışını farklı bakış açılarıyla dile getirir. Hele kendisine kötü davranan İhtiyar’ın ablak bakışlı oğlu İsmail’den kitap boyunca, İsmail hayvanı, diye söz edişi bu gotik kahramanların gözümüzde canlanmasını kolaylaştırıyor. Yazı bir büyü, yazmak da büyülemek ve büyülenmek midir? Neden insanlar binlerce yıldır kutsal kitap hikâyelerine inanma gereği duyarlar? Bu hikâyeler insanın acısını hafifletir mi? Üstelik de en büyük acılardan biri sayılan evlat acısını? Peki gerçekte yazar bir metne ne kadar hâkimdir? Karakterler mi belirler bir metin kaderini, yoksa metnin kendisi mi? Bir metnin akılda kalıcılığı en çok nelere bağlıdır? Neredeyse sadece bir bıçkı atölSAYFA 18 yesinin avlusunda, durmaksızın yağan kar altında geçen romanda sorulan ve yanıtlanmaya çalışılan sorulardan bazıları bunlar. Kurşuni bir dünyadır bu, hesaplaşmaların ister yazıyla, ister geçmişle, ister büyüyle olsun bir an olsun eksilmediği bir dünya ama. Geçmişte sıcak bir ağustos ikindisinde ansızın açılıveren kamyon kasasından dökülen tomrukların altında kalıp can veren iki veledin hayaletinin vicdanlarda gezindiği bir dünya. Bu dünyada bir bilinç gibi gezinen çırak, buz kesen havada çeşitli denemelere girişir. Örneğin, çocuklara mezar olan ve İhtiyar’ın sanki bir günahı, gerçeği veya suçu gizlemek istercesine bir Babil Kulesi gibi yükselttikçe FELSEFE VE BÜYÜ Roman boyunca insan ruhunun karanlık yanlarına ışık tutan çırak (anlatıcı), kutsal kitap hikâyelerinin yanı sıra felsefeden ve büyüden de yararlanıyor. Hatta birkaç büyü tarifi bile veriyor (!) Ancak anlatıcı, hikâyenin yeryüzündeki en büyük büyü olduğu kanısında. Bu arada filozof Berkeley’in adı eksik olmuyor: “Hadi son bir iyilik yap bana, hepimizin ama hepimizin geçmişteki ve gelecektekiler de dahil olmak üzere gerçekte birer düş olduğumuzu söyle bana, bunu senden duyayım. Madde yoktur de yine ve gördüğüm kulenin yaralı bir yürek üzerinde yükselen bir vicdan aza bından başka bir şey olmadığını düşüneyim, sonra da o kulenin tepesine çıkıp Nemrut gibi değil de, kurtuluşu arayan Nuh gibi bakayım insanoğullarına kendimi bir an olsun onlardan üstün saymadan, İhtiyar’ı tanımış olmanın şansıyla sadece. Ama papaz, sevgili filozof, tomruklara dokunduğumda işte böyle, durum hiç de zannettiğin gibi olmuyor nedense (...) Hani derler ya içime bir kurt düştü, daha olmadı şeydan dürttü de, eşya ve insan yüklü geleceğimi bir kenara itip de dilim varmıyor belki söylemeye ama bu merak beni her gün öldürmeden diyorum ki, Tanrı beni bağışlasın, bir an evvel öbür tarafta çocuklarla buluşayım.” Çırağın, kitabın sonlarına doğru adeta bir başkaldırıyla yazara kafa tutuşu ise hayli ilginç; daha doğrusu metnin, anlatıcının dolayısıyla da yazarın önünde olduğunu, metnin kendini yarattığını ifade edişi postmodern yaklaşımdan başka bir şey değil. Kurşuni, tüm bu açımlamalarla birlikte okuyana keyif veren bir metin. Bir yandan yazma sanatı üzerine düşündürtürken (örneğin, kahramanları devindirmenin güçlüğünden yakınır anlatıcı ve bu yönde çeşitli yollar arar), ana eksene aldığı hikâyeyle de okuru hikâyeye bağlama yoluna gidiyor yazar. Tüm bunlara rağmen Kurşuni, okunması zor bir kitap; yazarın cümleler üzerinde çok düşündüğünü hissettiğinizde bu daha da artıyor. Roman, kelimelere şarkı söyletmeye çalışan bir çırağı izleyerek büyülü bir masal âlemini yaşamak isteyenler kadar, bir metni oluşturmanın yollarına ve güçlüğüne kafa yormak isteyenlerin de hoşlanacağı bir kitap. ? Kurşuni/ Kemal Selçuk/ Metis Yayınları/ 94 s. Yaraymış Tenime Dünya Ë Engin TURGUT “Yeter ki iste, hayat engelden çok imkânla doludur. Yeter ki ölmemiş ol.” JeanDominique Bauby evil Avşar’ın geçtiğimiz günlerde Artshop Yayınları’ndan çıkan Yaraymış Tenime Dünya adlı şiir kitabını okuyorum. Entelektüel ve fantastik bir şiirin peşinde koşmadan, muhalif bir tavırla örüyor şiirlerini. Yalan söylemeyen “ormandan kovulmuş son bir ceylan” gibi yarası açık şiirler yazıyor. Üzgün hayatların nefesiyle yazıyor sanki. Yalnızlara, yenilmişlere, bizzat acı olmuş insanların ruhlarına melekler sonatı tadıyla, kanayan kalbiyle yazıyor. O büyük boşluğun ve küsmüşlerin derdiyle yazmak çabasını sürdürürken, çocukluğunun kalbi incinmesin diye de asla büyümek istemiyor. “Kirlenmek çünkü bilinir, biraz da büyümek demektir” deyişi de bundandır. Şiirden başka sevgilimiz ve koruyanımız kalmadı zaten! Cehalet yüzünden acı çekiyor dünyamız! Dünyamız da depresyonda, öksürmesi deprem, hapşırması sel felaketi oluyor. İşte söylüyor şair: “Hepinizin yerine ağlama yeteneğim var benim/ Kimin elindeydi hançer, şahidim olsaydınız/ Yasını tutardım kaçırdığınız tüm mavilerin”. Uzakta ve yakınımızda olup bitenlerin o solgun ve kırılgan sesini duyabilen yeteneğiyle yazıyor şair. Düş ve düşüncenin gücünü kenara koymadan, muhalif dili yitirmeden şiir yazmanın o büyük onurunu taşımak herkese nasip olmuyor. Şiirin çok önemli bir sanat olduğunu bilerek her türlü iktidara gardını alarak, karşı çıkarak, yazmak eyleminin ciddi ağırlığını bilerek ve duyumsayarak yazıyor Sevil Avşar! Hıçkırdığı dizelerinden birisi de şudur: “Kimsen yok arkasına saklandığın hayaletinden başka.” Sevil Avşar şiirlerinden şunu anlıyoruz: “Kafesin içinden çıkmak yetmez, kafesi de kafasının içinden çıkarmalı insan!” Şairin şiirlerinde enfes bir duyarlılığın yanı S sıra toplumsal acılarakorkusuzca eğilme çabasını da görebiliyoruz. Şiirlerinde yalnızlık duygusu egemen olsa da hayata ve kendine tutunarak, yürekli yazmayı sürdüren şairlerimizden birisidir. Yine de “neden bu boğulma korkusu neden” diye de onarılmaz bir sıkıntının sokağına taşımadan da edemez. Bazen düşünüyorum da Tanrı yarattığı insanlardan umudunu kesti mi yoksa? Tanrı insanı yeniden mi yaratmalı? Dünyanın hiçbir suçu yok! Suçlu olanlarınsa yüzü bile kızarmıyor artık! Utanma duygusunu bile yitirmiş insanoğlu! Bu dünyayı delirmişler, çıldırmışlar ve caniler yönetiyorsa ben mutsuz bile değilim! Geceleri sokak lambaları daha derin görüyordur hayatı gizli bir kameradan! “Nefretini tinerle cilalayan mağlupların çığlığını” kim duyuyordur acaba? Belki de şair Sevil Avşar’ın dediği gibi: “En büyük bağıştır ölüm gölgesi kalmayana”. Nice yangınlar yaşamadık mı? Biz şairler utanmalıyız. Ne kadar yabancılaşmışız ki böyle, parça parça dağılmışız. O üç fidanı, o büyük yangını ve yaşanılan nice acıları unutmak en büyük acıdır belki de! Acıyı bilmeden, acılardan geçmeyen şaire ve şiir yazanlara yazıklar olsun! Yoksulluğa ve karanlığa inat, iyi şiiri ve iyi şairleri bir güvercin gibi tutmalıyız elimizde. Bir tek şairler poz vermesinler isterim fotoğraf çektirirken. Çünkü saflığı bile kullanabilir bu “heybetli görünme çabası”. Duygu sarrafı olmaya gerek yok. İnsanın canı acıyor. “Taşıyamayacağım içimde duran klarnetimi/ Anlamıyorlar dilimi, ben yurdumda yabancı”yım derken hemen aklımıza düşüyor sessiz bir incinme! Oysa biz “erguvan bir sızı olan” klarnete gidelim! Arkadaşlığın ve dostluğun kalbinde ışık olmaya, çiçek açmaya gidelim. ? Yaraymış Tenime Dünya/ Sevil Avşar/ Artshop Yay./ 56 s. ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 971
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear