28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

T epeden kıyıya kadar bütün bu kocaman dağın geniş karnını bir beyaz kuşak biçiminde kuşatarak bir ucundanhafif bir eğitimle sarkan yolu, uzaktan, elimle arkadaşıma gösterdim: Köyünüzde çalışkan bir belediye var, dedim. Burası insanda hayranlık uyandıran görünüşü olan bir köy! Yüzyıllar görmüş çamlarınız, duvarsızlığına karşın şunun bunun sataşmasından korunuk bahçeleriniz, daha yağma edilmesi düşünülememiş geniş arsalarınız; sonra, tepelerden denizlere kadar yol yapan belediyeniz var. O güldü: Bunu yapan belediye değil. Üstelik sanırım köyümüzde belediye bile yok. Bu yol yalnız bir adam tarafından yapıldı ya da yapılıyor; çünka daha bitmedi. Şaka yapıyor sandım. En çalışkan bir belediye kurulunun bile halkın insanlık duygularına başvurmaksızın gerçekleştirmeye imkân bulunamayacağı bu, uzun kayalar arasından oyularak meydana getirilmiş yolu, bir adamın, tek bir adamın üstlenebileceğine inanamayarak sorarcasına yüzüne baktım. O benim omuzuma dokunarak eliyle yolun son ucunu, köye inen parçasını gösterdi: Orada biri çalışıyor, gördünüz mü? İşte bu yolu yapan odur. Hâlâ sürdürüyor. Bütün bu uygulamalar geçen yıl bu vakitte başladı; işte birkaç ay sonra bitmek üzeredir. Ve bu inanılmayacak şeyin nedenini söyledi. Bu sabır, dayanma ve çalışkanlık harikasını hemen insanın algılama gücüne kabul ettirecek olan nedeni anlayınca, şaka yapılmadığı kanısına vardım. Bu bir yarı delidir, demişti. Köyün meczubu. Bir de büyük aşkı var. Bu yolu bitirince aşkında mutlu olacağına onu kandırdılar. İşin bütün nedeni bundan başka şey değil. Yirminci yüzyılın bir başka biçimde kendini ortaya koyan bu Ferhad’ını daha iyi anlamak istedim. Arkadaşımın lütufkârlığına borçlu olan bu öyküyü işte olduğu gibi aktarıyorum: Barba’nın hayat öyküsü bilinmiyor, ama bu adla lakaplandırılması ve köyde nasıl vatan tuttuğu bilinmektedir. Onu, belki on beş yıldan beri, bu köyde herkes bilir, herkes tanır, üstelik herkes sever. Hiçbir zaman Barba’yı söylemek, yaşayışının ayrıntılarına ilişkin kendisinden bilgi almak mümkün olmamıştır. Onun, sorulara karşı ağzım geniş bir gülüşle açan şaşkınlıkları, gözlerini garip bir düşünceyle bulandıran korkuları vardır. Bir yaz, bir göçle birlikte, ola ki Köprü’de rastlanılan eşyanın arkasına takılarak buraya kadar gelivermiştir. Önce, o evin, sonra komşuların suyunu taşımakla başlamış, ona boş yıkık bir ahırda yer vermişler; tenekelerle, tahtalarla delikleri kapamış; o evden bir çuval, berikinden bir ot minder bularak, hayatında mutlu olmak için fazla bir şeye gereksinme duymamış... Merak ederler, adını sorarlarmı. O zaman bu sorunun karşısında düşünür, karşılık vermekte büyük bir kararsızlığın çekişmeleri arasında sıkışır kalırmış. Ama köyün içinde herkesin bir gülümsemeyle karşılayıp kabullendiği bu yüze bir ad koyamamak garip bir üzüntü doğurur ve adsızlığın verdiği belirsizlik, onun hayat öyküsüne ilişkin türlü varsayımların uydurulmasına neden olurmuş. Sonunda bu zorluğu çocuklar çözümlemiş. Bir gün, bilinemez nasıl, kö Fethi NACİ Seçilmiş Hikâyeler Bir Hikâyei Sevda Halit Ziya Uşaklıgil (18661945) yün içinde Barba adı işitilmiş. Herkes, onu, kafasının kimlik kâğıdına bu adla yazdıktan sonra, artık Barba yabancılıktan kurtularak köyün asıl parçalarından biri olarak kabul edilmiş. Kış gelmiş, birlikte geldiği göç kente geri dönerken o da hazırlanmış. Bütün eşyayı taşımakta iskeleye indirmekte koşmuş, uğraşmış; sonunda denkler, sepetler, kutular konup her şey bittikten sora o, bir şey kalmış olmasın kaygısıyla iskeleye bir göz atmak üzere dönmüş, vapurun halatı alınıyormuş, atlayacak olmuş; köyün çocukları tutmuşlar: “ Adam sen de Barba, gideceksin de ne olacaksın?” O, ağzını açan geniş şaşkın gülüşüyle yanına yöresine bakarak sırıtmış ve işte böyle, köyde kalmış... Bu günden sonra Barba, köyün en yararlı öğesidir. Yararlı ve saygın... Evet, bu sözü özellikle kullanıyorum. Sanırım ona, bağışlanmış addan geçmiş bir saygınlığı vardır. Alışılageldiği üzere yarı dediler, çocukların ve hayatta başka bir eğlence bulamayan ahmakların bir alay ve saldırı kurbanı olduğu halde, burada Barba’ya köyün en ağır en kirli işleri yüklenilmekle birlikte, kendisini saygıya benzer bir duyguyla kuşatmak, yiyeceğine giyeceğine özen gösteren bir sevecenliğin gösterilmesiyle, sanki bağlantısını güçlendirmeye çalışmak, herkesçe kabul edilmiş bir âdettir. O da böyle bir kabul edilişe hak kazanmak için her şeyi yapar; özellikle suskunluk en büyük ve beğenilen üstünlüğüdür. Kendisine söz yöneltilmedikçe o bir sözcük bile söylemez ve bir söz yöneltildiğinde en kısa yoldan karşılık verir. Uzun cümleleri iki sözcüğü aşmaz. Ama bu iki sözcüğü öyle bir açıklık ve sağlamlıkla söyler ki onun meczup mu, filozof mu olduğuna karar verilemez. Kimi zaman köyün sokaklarında, elleri arkasında, gözleri belirsiz bir noktada, yanına yöresine bakmayarak kafası yaratış ve yaratılmışların gizliliklerinin gerçeklerini çözümlemeye uğraşmakla dolu bir eski zaman filozofu kadar düşünceli dolaşır. Görenler: “ Barba bugün gene göklerde uçuyor...” derler. Halkın sağduyulu anlayışı bu deyimle onun filozofça kendinden geçmişliğini pek iyi betimlemiş olur. Barba gerçekten yaratılıştaki göksel bilinmezliğin gerçeğiyle uğraşan bir uçuş içinde gibidir. Kimi zaman bir çocuk olur, denizin kıyısında oturur. Bir yanda oynayan çocukları gülümseyen ve sevinçli bir çocuk yüzüyle dalar. Ara sıra kalkıp onların oyunlarına katılmak için zor tutabildiği heveslerle, yürek çarpıntısıyla doludur. Uzaktan ya onlara küçük küçük çakıllar atarak ya da iyi anlaşılmayan sözler homurdanarak sanki çocuk ruhunu onların oyunlarının yakınında dolaştırır. Çocuklar iyi anlarlar: “ Barba, sen de gel...” derler. O zaman heveslerinin ortaya dökülmüş olmasından doğan ağırbaşlı bir utançla başını kaldırarak arka arkaya: “ Hayır..” der. *** Arkadaşım bana bu ayrıntılı bilgileri, yürürken veriyordu. Yavaş yavaş çamlıkları geçmiştik, tepeyi dolaşıyorduk. Şimdi dağın üzerinden dolanarak inen o yolu, Barba’nın yolunu daha açık seçik görüyorduk. O, sanırım, yorulmuştu. Ayakta, başını kaldırmış gözleriyle yola, bu taşların arasında oyula oyula meydana getirilen esere bakarak dinleniyor, sanki sürdürmek için gerekli gücü ortaya konulan şeyin gönül doygunluğundan bekliyordu. Uzun uzun biz de ona baktık. O bizi gördü, kendisine bakıldığını öğrenince yeniden isteklenerek eğildi, elini uzatarak kazmasını aldı. Arkadaşım anlatmasını sürdürdü: İşte Barba, köyde böyle herkesin saygı ve sevecenliğiyle kuşatılmış olarak yaşarken bir gün, bir takılgan tarafından ortaya atılmış bir söylenti, uydurulmuş bir yalan işitildi. Haber alındı ki Barba âşıktır. Bu haber hemen köye yayıldı ve herkes onu ayrı ayrı sorguya çekti: “ Barba, söyle bakalım, kime âşıksın?” “ Aferin Barba, demek hâlâ gençsin Barba!” “ O da seni seviyor mu Barba?” “ Kimdir bakalım bu talihli kız ki kendisini sana sevdirebilmiş?..” Bu sonu gelmez sorularla, önce çocuklardan başlayarak sonra bütün köy halkına, sonunda genç kızlara kadar geçen bir sanıyla ilk günleri bir şaka halindeyken sonra karar verildi ki Barba gerçekten âşıktır. Onu, her yerde, her saatte aşkından söz eden sesler, o talihli kızın kim olduğunu öğrenmek isteyen sorular izlemeye başladı. O, bu konuyu ilk başlarda sıradan bir şaka olarak karşılardı. Sesini çıkarmaz, yalnız o geniş yayık gülüşüyle çevresine sırıtırdı. Sonra yavaş yavaş onun katıksız ve sessiz rahat ruhunda bir kaygı, bir bulanıklık belirdi. Soranlara anlamayan, ama merak eden gözlerle bakmaya başladı. Sanki yüreğinin içinde bir kuşku uyanıyordu: Gerçekten âşık mıydı? Âşıksa kime âşıktı?.. O zamana kadar köyün içinde mutlu iken, birden bu beyninikinci bir çarkı daha bozulmuş göründü. Alnında derin bir çizgi oyuldu, başı biraz daha yerlere eğildi, gözden biraz daha bulandı ve onda günden güne pekişen bir çekingenlik durumuyla, çevresinden bir çekingenlik fark edildi. Herkes bu değişme olayını Barba’nın aşkının varsayımı lehine yorumladı ve bütün köy elbirliği etmişçesine onun davranışlarını incelemeye başladı. Farkına varıldı ki Barba sabahları, öğlenleri ve akşamüstleri köy içinde sokakları dolaşarak bir gezinti yapıyor; bu gezintiyi yaparken yürüyüşünde, geçişinde, çevredeki kızlara bakışında özel bir çaba ve özen vardır. Yolunun üzerindeki genç kızlar hep sorarlardı; pek yüreklileri açıkça: “ Ben mi Barba, beni mi seviyorsun?..” derler; biraz daha çekingen olanları parmaklarıyla kendilerini göstererek: “ Yoksa beni mi?” sessiz sorusuyla gülerlerdi. O, başkalarının sorularına artık gülmeyen, tam tersine direni bir telaş ve heyecanla karşılık veren perişan gözlerle bakarken genç kızlara gülümser, en tatlı iltifatlı bakışıyla sanki onları bu şaka ortamında destekler ve her soruyla karşılaştıkça yırtık potinli ayaklarını daha erkekçe sürter, eski yırtık kasketinin altında yüzü daha fazla bir gençlik taslamasıyla parlardı. O zaman sokağın bir başından öbür başına kadar patlayan genç ve neşe dolu kahkahaların alkışları içinde Barba’nın o zavallı yapısı, aşkının bütün kahramanlık edasını sürükleyerek, ağırbaşlı ve görkemli, geçer giderdi. Barba sahi âşık mıydı, yoksa ona bu düşünceyi çevresinde peydahlanan sanmalar mı aşılamıştı, bu bilinemez; gerçek olan nokta Barba’nın artık eski mutlu sevinci bütünüyle kaybederek gamlarının gölgelendirmesine bürünmüş bir siyah adam olmasıydı. En kuşkulanılan nokta da yolu üzerinde kendisine: “Ben mi?” diye genç kızların arasında, yüreğindeki saltanat yerini nasıl kraliçesini belirleyebilmekti. Ona artık köyün sokaklarında, kararlaştırılmış gezinti saatlerinin dışında pek seyrek rastlanılıyordu. Gittikçe kaçıyor, saklanıyor, ıssız köşelerde aşkının umutsuzluğunun zehirli suyunu içe içe sanki ölüyordu. Zayıfladı, çöktü. Hasta sanıldı. Yaşlı kadınlar ona ilaç yaptılar, meyhaneciler güçlensin diye şarap verdiler; ama o iyi olmuyor, güçlenmiyor; tam tersine günden güne gözlerinde daha çok sönen bir şeyle eriyordu. Artık şakalar azalıyor, sorular gevşiyor, genç kızlar ona, “Yazık!..” diyorlardı. Bir gün... Arkadaşımla yolun ta başına gelmiştik. Eliyle gösterdi: İşte burada Barba’ya elinde bir kazma ve yanında bir kürekle rastlanıldı. “ Ne yapıyorsun” diye sordular. Omuzlarını silkeleyerek ve elinin bir işaretiyle belirsiz bir çizgi çizerek köye kadar gösterdi. Anlaşıldı ki Barba köyle tepenin arasında bir yol yapacak. Bu haber köyde büyük bir kahkaha ile karşılandı. Hemen Barba’nın girişiminin nedeni olmak üzere haber alındı ki, bu yolu gerçekleştirecek olursa ona bir nişan verilecek, bu nişanı göğsüne takarak sevgilisinin kapısına gidip ona evlenme elini uzatacak ve sonra Barba sevgilisine kavuşacak. Bu düşünceyi ona bir takılgan vermiş olacaktı. Şimdi Barba yalnız bu düşünceyle yaşıyor, yalnız bu güvenliğinin peşinde koşuyor, bir yıldan beri işte... Arkadaşımla birlikte Barba’nın yolundan iniyorduk. Bu neredeyse iyi bir yol, üstelik pek dik olmasa araba işlemesine bile elverişli bir caddeydi. Arkadaşımdan öğrendim ki burada daha önce sularla çizilmiş, daha sonra, tepeye çıkmak isteyenlerin ayak izleriyle yerleşmiş, geçide benzer dar bir yol varmış. Şimdi o dar çizgi Barba’nın kazmasıyla küreğiyle, bir belediyeyi kıskandıracak, düzenli bir yol haline gelmişti. *** İki yıl sonraydı. Gene arkadaşımın köyüne gitmiştim. Aynı gezintiyi yaparak, gene yolun başına gelmiştik. Birden aklıma geldi: Sahi!.. Sizin yol ne oldu? Yol bitti, ama bir ağlatıcı acılıkla... Barba’nın öyküsünü anlatmıştım değil mi? En zonunda o yıl, yaz bitiminde, Barba yolu tamamlanmış olarak teslim etti. Zaten yol bitmeye yaklaşınca köy halkı, nişanın takılması için tören düzenlemişlerdi. Bir gün köyün meydanında bütün köylüler, çoluk çocuk, özellikle genç kızlar toplandı. Barba geldi. Küreğiyle kazmasını köylülere verdi. Sonra ona bir nutuk okudular. O, pek anlamayarak, ama gözleri yerde, başını sallayarak dinliyordu. Sonra göğsüne kırmızı bir şeritle bir madeni para taktılar. Herkesin alkışları, kahkahaları içinde Barba, bu şeref ve şanın gürültülü gösterişinden boğulmuş bir perişanlıkla, üzerine koca bir yolun kayaları çöken sırtını kamburlaştırarak çekildi, kaçtı. Ertesi gün onu kimse göremedi. Herkeste bir merak vardı: “ Barba kimin kapısına gidecek?..” Ertesi sabah, kırmızı şeritle eski gümüş madeni para, köyün en güzel kızının kapısına asılmış bulundu. Barba’yı aradılar, önce bulamadılar; sonra köyün ta ötesinde, kayaların arasında, kollarına ve bacaklarına birer iri taş bağlamış, suyun içine boylu boyuna yatmış, boğulmuş buldular. ? KİTAP SAYI 836 SAYFA 8 CUMHURİYET
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear