Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Orhan Birgit'le 'Evvel Zaman İçinde'yi konuştuk ‘27 Mayıs’a gelen dönem, 14 Mayıs 1950’de halkın gerçekleştirdiği Beyaz Devrim’den başlar’ Bunun yanı sıra halkın tek parti rejimine muhalefetini algılayamaması, o tarihlerde kimi gazetelerin kapatılması, 27 Mayıs’ın oluşum süreci vs… Peki İsmet Paşa daha sonralar niçin bu çoğulcu demokrasi fikrini 27 Mayıs cuntasını destekleyip, dahası teşvik edip bertaraf etmiştir sizce? Çok net bir gerçektir ki, çok partili sistemin daha ilk seçiminde DP’yi son derece meşru bir zeminde göreve getiren halkın üçte ikisi, 27 Mayıs günü hala DP’liydi. Kaldı ki bunu Türkiye’nin ilk demokratik seçiminin nihai sonucunda millet iradesini temsil eden bir siyasi erke karşı Atatürkçülük tezgâhı olarak yapılması, Atatürkçülük doktrininin temel dayanağı olan “cumhuru’’ yok saymak, daha “garip ve anlaşılmaz’’ bir Atatürkçülük yaratmaktır diye düşünüyorum.. Söyleşiye 27 Mayıs sorunsalı ile başladım, fakat bunun aynı zamanda Gazi’ye yapılan bir demokrasi ihaneti olduğuna da inanıyorum... şumda da görüldüğü gibi kendilerini oraya getiren rüzgârın etkisinden çıkarak, maruz kaldıkları eleştirileri yadsıdılar. Parti içinde ıslahat hakkı isteyenlerden, yolsuzlukları önlemeye çalışanlara dek, bu eleştiri sahipleriyle mücadeleye girdiler. Diğer yandan da basına karşı akla hayale gelmeyen birtakım önlemler aldılar. Hüseyin Cahit Bey gibi bir takım insanlar hapse girmeye başladı. Bunun yanı sıra, gazeteleri ekonomik açıdan hegemonya altına aldılar. 1940’larda, Halk Parti egemenliğindeki siyasal erkin aktif siyaset sahnesini yönlendirdiği bir arenada, Ahmet Emin Yalman’ın, Nâzım ile Vatan’da yayımlanan söyleşisinden bahsediyorsunuz. Siyasal erkin idaresi Halk Parti’deyken, sosyalistMarksist solun cezaevlerinde olması, daha trajiği, Nâzım gibi bir devin “Bursa Kalesi’nde’’ yatması, bambaşka bir altıok demokrasisi yaratmak anlamına gelmez mi? Şüphesiz ki, Kemalizm, Marksizm veya sosyalizm demek değildir, fakat ne bir Kemalist’in ne de bir Marksist’in böyle vahim bir demokrasi yanlışını içine sindirebilmesi kolay değil. Devletin resmi ideolojisi dedikleri şey, sosyalist solu cezaevlerine hapsedip, askeri darbe yapmak olmamalı... Gayet tabii, tüm bunlar insafsızca. Ama ne zaman insafsızca? 2006’dan baktığında insafsızcadır. Kimin tarafından insafsızca görülüyor? 2006 yılında yetişmekte olan Denizcan Karapınar ve kuşağı tarafından insafsızca görülüyor. Ama o günlerdeki bakış açılarını toplumsal bilinç ve kargaşa içinde değerlendirmeliyiz. Bir şeyi koruma gerekçesiyle, daha doğrusu bahanesiyle bu yapılmış. Ülkenin bütünlüğü, devlet gibi birtakım şeyler. Onlar o zaman böyle söyledikleri için Nâzım gibiler mahkum ediyor. Bugün Nâzım’ın vatan sevgisine inanmayan insanların sayısı belki bir elin parmaklarını geçmez. Nâzım’la uğraşanlar arasında dönemin genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak da var. Aynı Çakmak, daha sonra DP’nin kuruluşunda, onların listesinden bağımsız olarak vekil gösterilmiş. DP’nin 1920’den ’40lara kadar, tek partinin gidişine karşı çıktıkları halde, onların yerine gelince ellerine aldıkları özgürlük bayrağını eskisi kadar güçlü tutmamışlardır. Ve CHP ile kavgaya girişmişlerdir. DP’nin “Uydurma Türkçeye Son: Yaşayan Dile Dönüş’’ başlığı altında bir propaganda üretip, geliştirdiğini okuyoruz. Bu yıllardır tartışılagelen bir konudur. Zamanında Mustafa Kemal dahi mecliste “sade ve yalın’’ diye garip ve özden kopuk bir Türkçe kullanmıştır. Öyle ki, Mustafa Kemal Paşa’nın dil devrimi için “ya üç ayda olur ya hiç olmaz’’ dediğine Sami Özerdin ve Falih Rıfkı gibi dönemin yazarlarının hatıralarında rastlıyoruz. Genelde Kemal Paşa’nın dil devrimi denince dili sadeleştirmek gelir akla. Fakat dili sadeleştirmek ne demektir? Yine Niyazi Ahmet Banoğlu’dan bir anı sanırım havayı ağartacaktır: Dilcilerin en büyük düşmanı Hüseyin Cahit dil kurultayında hem Kemal Paşa’yı dilin sadeleştirme saçmalığından vazgeçirmiş hem de Kemal Paşa’nın, yenilgiyi hiç sevmeyen bir adam olmasına karşın, “sadeci dilcilere’’ “Yenildik çocuklar, Hüseyin Cahit dil meselesinde hepimizi silgiden geçirdi’’ demesini sağlamamış mıdır? Yeni devlet ümmet temeli üzerine kurulu bir imparatorluğun parçalanmasından sonra, bu imparatorluğun ana mirasına sahip çıkıyor. Osmanlı parçalandığında, senin doğduğun topraklardaki Slavlar, Bulgarlar gibileri kendi egemenliklerini çok önceden kurmuşlardı. O haritanın ve karmaşanın devletlerin kültüründe, Farsça ve Arapça egemendir. Türk özlü bir küçümseme var. Günlük yaşam içerisinde de bu böyledir. Birtakım terminolojiyle konuşan insanların dili sadeleştirme çabaları, devletin yeni oluşum ekseninde kendini koruma refleksine bağlanabilir. Tabii o tarihte, israfa, marjinaliteye çok kaçıldı. Benim kitapta bahsettiğim, TBMM’deki arı dile yapılan eleştiriler içerisinde “kavşak nedir” var. Bugün kavşağı sağcısı, solcusu, ilericisi, gericisi kullanıyor. Dil kullanıldıkça gelip oturur. Hostese, gök konutsal avrat diyerek bir çeşit alay konusu yaptılar sonunda. Başarılı olmasın diye bu saçmasapan lafları türetenler de var, birtakım ego peşinde koşan, “biz de üretelim’’ telaşı içinde olup saçmasapan şeyler söyleyenler de var. Miralay yerine albay dendiği zaman artık kimse yadsımıyor artık. Orhan Birgit ‘’Evvel Zaman İçinde’’de yıllar boyu istiflediği anılarından yararlanarak, kendi bakış açısından bizi Türkiye’nin yakın siyasi tarihine tanıklık etmeye çağırıyor. ‘’Evvel Zaman İçinde’’, 27 Mayıs İhtilali’nden, DP’nin kuruluşuna, Köy Enstitüleri’nden Halkevleri’ne dek yakın siyasal tarihimizin önemli virajlarını konu alıyor. Gazetecisiyasetçi Orhan Birgit ile Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde keyifli bir geziye çıktık. ? Denizcan KARAPINAR 1940’LARDA NÂZIM’LAR… Ben Terakkiperver Fırkası döneminde yetişmedim. 1927 doğumluyum. O dönemlerle ilgili sorgulamada, görgü tanığı değilim. Ancak okuduklarımdan istifade ederek sorunu yanıtlayabilirim. Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından sonra iki kere çok partili girişimi olmuştur: Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka. İkisi de Atatürk tarafından yapılmasına rağmen, sonuçsuz kalmışlardır. Nedeni ise; yeni kurulmakta olan bir devletin ana ilkelerinin tehlikeye girebilecek olması. Hilafeti geri isteyenler, laiklik tartışmalarını olur olmaz ortaya atanlar vardı. İsmet Paşa’nın, Atatürk’ün başaramadığı bir devrimi yani çok partili yaşama geçme devrimini gerçekleştirmek için duyduğu özlemi dile getirdiği sözlerinden yola çıkarak, 1946 DP kuruluşunun analizini yapmaya çalıştım. Doğrudan doğruya İsmet Paşa’dan da gelmemiştir. Tıpkı bugün verdiğimiz AB mücadelesinin yarattığı gibi bir ortam mevcuttu. Otokratik rejimler yenilgiye uğramış, demokratik rejimler ayakta kalmıştı. Amerika ve Batı demokrasisi baskıyla Birleşmiş Milletler’i oluşturmuştu. BM de, kendi üyeleri arasında çok partili demokratik yaşamı şart koşmuştu. Senin sorduklarına gelecek olursak… 27 Mayıs’a gelen dönem, 14 Mayıs 1950’de halkın gerçekleştirdiği Beyaz Devrim’den başlar. Baştaki yönetim, İsmet Paşa’nın önderliğinde bunu çok sevinerek karşıladı. Paşa’nın etrafındaki bazıları çok tedirgin oldular. Çok partiyi engellemeye çalıştılar. İsmet Paşa o depremleri önledi. 14 Mayıs 1950’de büyük bir çoğunlukla alan DP işbaşı yaptı. O partinin ilk birkaç yılda çizdiği çizgi kuruluş felsefesine uygundu. Dünyada ve Türkiye’deki birçok olu “KÖY ENSTİTÜLERİ BAŞARILI OLSAYDI ÇOK DAHA MODERN VE BATILI BİR TOPLUM OLACAKTIK” Genç Cumhuriyetin kültürel dönüşüm macerasında önemli ve çetrefil bir yol ayrımı olan Köy Enstitüleri macerasına yer veriyorsunuz. Köy enstitüleri gelince aklıma öncelikle “sol ve sınıf bilinci’’ yani proletarya adına elimize ne geçtiği, köy enstitülerinin örgütlenme fikrinin neresinde olduğu dahası nasıl yaklaştığı geliyor. Kemalist devrim buna, kendisiyle, çıkışı kırsal alan olan toplumsal örgütlenmeye dayanan, toplumcu ve sol jargon taşıyan hareketler arasında koşutluk arayarak yaklaşmış. Sadece Kemalizm değil, özünde modernist toplumsal dönüşüm ereği olan tüm sosyalist hareketler kent ve kır arasındaki ayrımı, üretim ilişkileri temelinde ortadan kaldırmaya yönelik bir tavır almışlar. Burada Batılılaşıp, kültür evrimi gerçekleşirken, proletaryanın baş öğelerinden olan köyle sınıf bilincinKİTAP SAYI S izin kitabınızdan bir cümleyle başlamak istiyorum: “Adını çok partili yaşamın oluşumuyla özdeşleştirmek isteyen İsmet İnönü, bu özlemini, duvarların duyup engelleme önlemleri almaması için yüksek sesle düşünmek dahi istemeyecekti.’’ Ama Cumhuriyet tarihine bir bakarsak, birçok yazarın hatıralarında (örneğin Abdi İpekçi, Falih Rıfkı vb.) ve siyasi vakaların arka planında İsmet Paşa’nın, Mustafa Kemal’in muhalefet çıkarmasından hoşlanmadığını çok net görüyoruz. İlkin Mustafa Kemal Paşa’nın ortaya attığı “Kadro’’ hareketini ve aydınlarını ısrarla bertaraf etmesi, Terakkiperver Fırka’yı özellikle reddetmesi... ? SAYFA 20 CUMHURİYET 836