28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

C enab Şahabettin, dönüp şiirlerini sadeleştiremezdi: Şiir hangi dilde, hangi sözlükçeyle yazılmışsa öyledir. Bu akılalmaz, korkunç işleme başvuran Dağlarca neyse ki izlediği kıyımı geçersiz kılan bir geridönüş yaptı, ama üzerinde durulmayı bekleyen o sapıtma dönemi bir yerlere kazındı. Şüphesiz, pek çok şairin, zaman geçince geri döndüğü, kendince onarımlara giriştiği görülmüştür, o konuya ileride açılmak istiyorum. Onarım, Enis düzeltme, belli ölçüler içinde kalındığında kabul edilebilir müdahaleler olarak görülebilir; gelgelelim, bir şiirde yer alan bütün ‘eski’ sözcüklerin yerine ‘yeni’lerinin geçirilmesi Şiir Sanatı ile uzlaştırılabilecek girişimlerden değildir.Düzyazı bağlamında, ölçü ve ses koşulları şiirdeki bağlayıcılığı getirmediği için bu soy değişikliklerin yapılabilirliği daha kolay sözkonusu ediliyor. Gene de "sadeleştirme" terimi tartarak kullanılmalı bana kalırsa: Bir metnin yalınlaştırılması başka bir işlem, metnin dilinin tazelenmesi bambaşka bir işlem. Pek çok XIX. Yüzyıl metninin onaylanması güç ‘versiyon’larıyla karşılaşılıyor raflarda; özellikle de, yazınsal metinler üzerinde yürütülen işlemlerin zaman zaman işin özüne aykırı boyutlar taşıdığı gözlemleniyor, Hüseyin Cahid’in Edebî Hatıralar’ında olduğu gibi. Bir kere, şunu hemen belirtmek gerekiyor: XIX. Yüzyıl şiirinin dili ile düzyazıdaki dil, Serveti Fünun’un bir dönemi sayılmayacak olursa, tastamam örtüşmüyor. Namık Kemal’in metinlerini çaba gösterirsek okuyabiliyoruz æ Cenab’ın şiirlerindeki altedilmesi neredeyse olanaksız dil engelleriyle karşılaştıracak olursak hele. Tevfik Fikret’in yazılarını da. Sorunsa, sorun Halid Ziya gibi çetin bir anlatım sanatını en çetin terkiplerle geliştiren bir yazarda karşımıza çıkıyor. Halid Ziya, kendi eliyle metinlerine müdahale etme yolunu seçti sonradan; kitaplarının 1930’lu yıllarda gerçekleştirdiği tazelenmiş değişkenlerini bugün biraz zorlansak bile, okuyabiliyoruz. Ölümünden sonra başkaları tarafından yapılan sadeleştirilmiş basımları, bir yazın okuru olarak kabul etmediğimi belirtmeliyim: Bir yazın metnine, ancak metne ayrılan alanın dışında (dipte, derkenarda, karşı sayfada) açılımlar getirilebileceğini düşünüyorum. Bu kesitte üzerinde durmak istediğim sorun ortada: Cenab Şahabeddin’in yapamadığını Halid Ziya’nın yapmış olması. Nesir gözden, elden geçirilebiliyor şairin eli kolu bağlıyken.Üstelik, dahası da yapılabilir: Yazarın son, karar kıldığı hali korumak kaydıyla, usta bir kalem, metni iyice tazeleyebilir de. Bugün, Mai ve Siyah’ı Vüs’at O. Bener ayarında bir yazarımıza baştan uca metne sadık kalarak yazdırabilecek olsaydık, bana kalırsa kazançlı çıkardık. Bir adım geri dönecek olursak, Halid Ziya’nın, Ruşen Eşref’le yaptığı konuşmada, Edebiyatı Cedide’nin "illetli dönemi"nde ileriye gittiğine ilişkin itiraflarına rastlıyoruz: "O sıralarda ben de acaip terkipler yapardım; meselâ üçüzlü terkiplerim vardı. O eserlerimden birinin yeniden basılmasında, dizilmiş müsveddeleri düzeltirken kendiliğimden, üçüzlü terkipleri ikiliklerle değiştirdim. Bu hikâyeden şunu anlatmak istiyorum ki, sadeliğe doğru kendi tabiatı içinde yürüyen bir dilin adımlarını zorla hızlı hızlı arttırmaya çalışmak fazla, belki de tehlikeli bir teşebbüstür". Halid Ziya, aynı konuşmada (1918), bir aşırılıktan ötekine gidilmesine diklenir. Besbelli bunun doğru yol olmadığı inancındadır. Bugünden bakıldığında, tıpkı Fikret gibi, pek çokları gibi, dilin bu denli kökten ve hızlı bir değişim geçireceğine aklının yatmamış olması belki eleştirilebilir; oysa, bu dönemde yeni dilin yazın alanında önemli bir utkusu gerçekleşmiş değildir: Öyle sanıyorum ki, yazı/n dilinde, yaklaşık yarım yüzyıl sonra ulaşılacak başkalaşımı hiç kimse öngörecek durumda sayılamazdı. Çelişkiyse çelişki, Cenab’ın şiirdeki arayışının düzyazıdaki karşılığını temsil eden Halid Ziya’nın yazınsal özgünlüğünün yabana atılamayacak bir bölümü dilinden, o acaip üçüzlü terkiplerinden geliyordu. Asıl yüzleşmenin, olanakların zorlanarak, asıl versiyonlarla yapılması gerektiğini düşünüyorum. BATUR Pervasız Pertavsız Sadeleştirme! Eski edebiyatı eskitmemek için met Hâşim’e, seçtiği her şairle, yazarla mekânlarında görüştüğü için ayrı bir boyut kazanıyor röportajları bu insanların ortamları, giyim kuşam ve davranış özellikleriyle ilgili enikonu bilgi sahibi oluyoruz. Sonraki kuşakların temsilcileriyle yapılmış çok sayıda söyleşi, görüşme, röportaj var elimizde; buna karşılık, 18391875 arasına mührünü vuran Şinasi ya da Namık Kemal, Recaizâde ya da Muallim Naci ile ilişkili bu tür bir kaynaktan yoksun oluşumuz Diyorlar Ki’nin önemini gösteriyor. Günümüzde, söyleşi alanında bir patlama yaşandığına tanık oluyoruz. Her ay gazete, dergi ve televizyon kanallarında, edebiyat insanlarıyla gerçekleştirilmiş onlarca söyleşi ve röportaj yeralıyor. Mürşit Balabanlılar, eleştiriyle ilgili bir soruşturmaya verdiği yanıtta, söyleşinin giderek eleştirinin yerini almaya yüz tuttuğunu belirtiyordu. Bu eğilimin 1980 sonrası, giderek artan bir ivmeyle yaygınlaştığı gerçek. Nedenleri ortada, bana kalırsa: Yayın organlarının yazarı göstermeyi, yazarlarınsa görünmeyi istedikleri bir dönemin içinden geçiyoruz öncelikle; bunu, eleştirel üretimin hor görülmesi, geri çekilmesi izliyor, hemen ardından; en sona, söyleşinin oldukça kolay, yalapşap bir tür sayıldığı gerçeğini ekleyebiliriz şüphesiz, iyi ‘çalışılmış’ örnekler yok değil, ama yayımlanan söyleşilerin çoğunun üstünkörü hazırlandığı yadsınamaz sanıyorum. Diyorlar Ki’yi uzun bir aradan sonra yeniden, dikkatle okudum. Yapıldığı dönem açısından, bu söyleşiler toplamının tam bir köprü işlevi taşıdığını söyleyebilirim. Onsekiz edebiyat adamının uzak ve yakın geçmiş konusunda düşündükleri ayrı; asıl çarpıcı olan, günlerini, yakın geleceği nasıl değerlendirdikleri. Bir Diyorlar Ki 2006 gerçekleştirilmeli aynı perspektifle: Günümüzün şairi, yazarı, diyelim Dağlarca’dan küçük İskender’e giden bir çizgide, özellikle de 2030’u nasıl görüyor ortak bir şimdi’den bakarak: Öğrenilmeli. Ruşen Eşref’in kitabının en belirgin eksikliği, fotoğraftan yoksun oluşu. Birer portre, birer mekân fotoğrafı olsaymış hiç değilse. Hem eski, hem yeni edebiyatı o gün taklit edebiyatı sayan Hâşim’i, duvarındaki çerçeveli Baudelaire ve Verlaine fotoğraflarının önünde oturuyorken görmek isterdim doğrusu. BİR BELGE OLARAK SÖYLEŞİ 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilânıyla başlayan edebiyatımızda yenileşme hareketinin, seksen yıl içinde aldığı yol ve ulaştığı kimi sonuçları serimleme açısından canalıcı bir kaynak, Ruşen Eşref’in 191618 arası gerçekleştirdiği röportajsöyleşilerden onsekizini biraraya getirdiği Diyorlar Ki’dir. Ne yazık ki bütünüyle ‘sağlıklı’ bir basım değil dolaşımdaki: Ruşen Eşref’in aynı dönemde gerçekleştirdiği öteki görüşmelerin ekleneceği, herşeyden önemlisi, Şemseddin Kutlu’nun müdahalelerinden arındırılacak bir eleştirel basıma gereksinme var. Diyorlar Ki, 18751925 arası Türk Edebiyatının belli başlı aktörlerinin gelenek, yenileşme, dil ve gelecek konusundaki görüşlerini biraraya getiriyor. Ruşen Eşref, Abdülhak Hâmid’den Ah ETKİ VE TEPKİ Geleneksel edebiyatımızın Arap ve Acem dilinden, kültüründen etkilenmiş olması gibi Yenilikçi edebiyatımızın Batı dil ve kültürleriyle ilişkisinin de "taklit’le bağlantılı biçimde yargılanmasını baştan beri şaşkınlıkla karşıladım. Saf, arı, arî bir edebiyat mı aranmıştır, gerçekten bilemiyorum. Bâkî’nin, Fuzuli’nin, Şeyh Galip’in çağlarında, dönemlerinde, gölgesi altında kaldıkları Arap ya da Acem şairleri mi vardı? Böyle bir örnek gösteremez kimse. Dîvan Edebiyatının ana beslenme kaynaklarının arasında Şehnâme’nin ya da Hâfız’ın başköşeyi tutmasında şaşırtıcı bir yan bulamıyorum, şaşılacak olsaydı, Batı edebiyatlarının temel kaynağının Kutsal Metinler olmasına da şaşılabilirdi: Ne de olsa OrtaDoğu kültürünün ürünüdür o metinler. Fransa’da, kimsenin, Baudelaire’in ya da Mallarmé’nin, De Quincey’den ve Poe’dan etkilenmelerine kaş çattığına rastlamadım. Dünyanın hiçbir yerinde, İtalyan kültürünün Goethe’nin, Stendhal’in, Ezra Pound’un üzerinde güçlü izler bırakmasına eleştirel gözle bakıldığına tanık olunmaz. Bizimkiler tuhaf bir tek: Hâmid’in İngiliz kültüründen etkilenmesini kabullenememişler; aksi olsaydı, tepki verilmeliydi: Çeyrek yüzyıl Londra’da yaşamış biri, içinde yaşadığı kültüre nasıl hepten kayıtsız kalabilirdi ki?Tam tersine, o alışverişin burada hangi kalıpların, tutuklukların, kilitlerin kırılmasına katkıda bulunmuş olduğu saptamak işimiz olmalıydı. "Öteki" karşısında rahatsız ve sorunlu: "Ben", "biz". ? Haftanın kitabı: Virginia Woolf / Londra Manzaraları/ Alkım Yayınları CUMHURİYET KİTAP SAYI 836 SAYFA 15
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear