05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

“İstanbul’u öykülemek” demek, İstanbul’u anlatmak mı demek, ne anlama geliyor bu? Böyle olsaydı eğer, bunca haber, röportaj, popüler ya da bilimsel yayın vb. dururken şiir, öykü, roman, oyun gibi farklı metinler, daha doğrusu yazınsal türler, onu bir de kendilerince öykülemeye girişmezdi herhalde… Şiir, roman, oyun duradursun, İstanbul’u öykülemek ne demek gerçekten? stanbul’u anlatan metin, “İstanbul öyküsü” müdür? Ya İstanbul’un müziği, resmi, mimarisi? Sonra çizgisi, fotoğrafı, sineması? Bütün bunların somutlanışı olarak ortaya çıkacak İstanbul biçemi? Adnan Özyalçıner’in “İstanbul Öyküleri” alt başlığıyla sunulan Yazdan Kalma Bir Gün (Evrensel, 2006) adlı öyküler toplamını okurken birden bu sorular dolambacının içinde buluverdim kendimi… Özyalçıner üstelik bir de “Sunu” yazmıştı “İstanbul Öyküleri”ne: “Bu kitap için ben, İstanbul’un kenar mahallelerinden (sur dışından) başlayarak surları, Beyazıt’ı, Aksaray’ı, Fatih’i, Haliç’e bakan mahalleleri, Bozdoğan Kemeri’ni, Unkapanı’nı, Unkapanı Köprüsü’nü, Yenikapı’yı, Kapalı Çarşıyı, Gülhane Parkı’nı, Kadıköy İskelesi’ni, Moda’yı, Bostancı yöresini, en son da Adalar’ı anlatan öyküleri seçtim.” “Amacım, kaybolan güzellikleri, iyilikleri, mutlulukları, kısacası insanca yaşamayı aramak değildi hiçbir zaman. Tersine güzellikleri yeniden yaratarak kenar mahallelerde yaşayan yoksul İstanbul halkının –en azından öykü kahramanlarımızın insanca yaşamalarının nelere bağlı olduğunu göstermek. Ben de onlardan biri olduğuma göre, İstanbul’da yaşayan herkes, elimizde kalan güzelliklerin, iyiliklerin, mutlulukların son kırıntılarını paylaşsın istedim.” Bu satırlar, Özyalçıner’in öykülerinde İstanbul’u anlatmaya giriştiği gibisinden izlenim bırakabilir insanda. Oysa, önemli bir İstanbul öykücüsü o. Ne ki asıl giz, yazarın “yeniden yaratmak” söyleyişinde aranmalı diyeceğim ben. Adnan Özyalçıner, İstanbul’u anlatan değil kuran bir yazar çünkü. Peki biz nasıl çıkacağız işin içinden? M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası İ İstanbul’u öykülemek kenti bir imge varlık olarak ta yüreğimizde duyurmak bize. Sanat türlerinden herhangi birinde, eğer imgesini yaratamıyorsanız bir olgunun, kendisini de anlatamıyorsunuz demektir. Buna göre yalnız öykünün öznesi olan kahramanları değil, bunların yerleşeceği evreni yani uzamı veya kenti de ancak imgeleyerek var edebilirsiniz. Öteki türlü insanlar arasında hep kullanılagelen iletişim diliyle, gündelik yaşamın gereksindirdiği kullanmalık dille İstanbul’u konuşmuş, olsa olsa yaşayageldiğiniz İstanbul’u birbirinize anlatarak bunu paylaşmış olursunuz, o kadar, bu da o anın İstanbulu’dur. Öykücüden, İstanbul’u bu kalıbın dışına çıkarak var etmesi beklenecektir doğal olarak… Bu İstanbul ise artık senin, benim, ötekinin İstanbulu olmaktan çıkmış demektir, ötesinde yazarın imgelerken boğuştuğu kent de değildir o, yazarı da içinde olmak üzere hiç kimsenin bilmediği, belki de ilk kez karşı karşıya kaldığı, daha doğru bir söyleyişle, tanıyan tanımayan herkesin kendi imgeleminde yeniden yeniden yarattığı, hep, ama hep yaratabileceği kenttir. Gelin, İstanbul’u öyküleyen üç yazarı, Sait Faik’i, Cahit Sıtkı’yı, Oktay Akbal’ı alalım, bir örneklem olarak… Bu yazarlarda gözlenebilecek ortak özelliklere göz atalım bir kestirim bağlamında… Andığım öykücüler, sürekli İstanbul’u yazdıkları halde, ilginç bir örtüşmeyle hep de İstanbul’un dışında gibiler. Anlatmıyorlar da sanki içlerinden geçiriyorlar İstanbul’u. Böylelikle İstanbul, karşısında ancak ve ancak susulan bir kent olup çıkıyor. Bu durumda İstanbul, içinden yaşanılan susulmuşlukla gerçeklik kazanıyor, bunun anlamlandırma olduğunu düşünebiliriz kolayca. İstanbul kazan, öykü anlatıcıları diyelim kepçe bile olsa rastlantısallık dışında pek değmiyorlar birbirlerine. Rastlantıyla değdiklerinde ise irkilip kopuyorlar hemence birbirlerinden. İstanbul, andığım bu üç yazarın öyküsünde de susulmuşlukla kuruluyor o halde. larla ilişkilenmiş nesnel gerçekler, oluşlar… 2. Bu çerçevenin içine girip çıkan, buna değen, bir süre eğlenip dönen, girecek gibi durup girmeyen, bir köşede öylece durup bakan ya da girip yerleşen İstanbul insanları… Hakkını teslim etmek gerekirse, bu iki çerçeveyi öykülerinde öylesine birbirine uyduruyor ki yazar, iç içe geçen halkalar gibi bunların nerede başlayıp nerede bittiğini, iki çerçeveden hangisiyle birlikte olduğumuzu sezmemiz olanaksızlaşıyor neredeyse… Özyalçıner, bir İstanbul öykücüsü elbette. Onun İstanbul öyküleri bu kadar da değil! Ama o, bunları şöylece demetleyip Yazdan Kalma Bir Gün başlığı altında bize sunduğuna göre İstanbul öyküleri olarak ondan okuyacağımız örnekleri bunlarla sınırlıyor demektir. Oysa çok daha geniş bir yelpazeye yayıldığını biliyorum onun İstanbul öykülerinin. Kitapta yer alan örnekler, daha çok sınıfsal çelişki temelinde yapılandırılmış verimler. Bu öykülerde İstanbul, asfaltla ya da arnavutkaldırımı sokakla gökyüzü arasında savrulan insanlar olarak yer alıyor. Bunun denizden enikonu uzak bir İstanbul olduğu söylenebilir pekâlâ. Özyalçıner’le, verimlerini “fotoğraf gerçekçiliği”nin örnekleri olarak nitelediği Orhan Kemal’in, sonra Haldun Taner’in öyküleri arasında koşutluk kurulabilir mi acaba, ne dersiniz? Bu yazarlardaki ortak özellik, anlatıcıların İstanbul’u dinleyen biri olarak yer alıyor olması öykülerde yanılmıyorsam. Önceki grup gibi suskun değil belki hiçbiri, ama çalçene anlatıp duran yazar konumu da sergilemiyor bunlar. Dinliyorlar yalnızca İstanbul’u; meraklı, şaşkın bir çocuğun irice açılmış gözleriyle. Okur, öykü anlatıcılarının bu dinleyişini alımlayarak yapılandırıyor İstanbul’u. Bu çerçevede Orhan Kemal, Haldun Taner, Adnan Özyalçıner’deki anlatıcı kahramanların dinlemeleri benzemiyor elbette birbirine, ama dinlemek paydasında her üç yazar da aynı tutumu sergiliyor. Sait Faik, Cahit Sıtkı, Oktay Akbal öykülerinin anlatıcı kahramanları, İstanbul karşısında birer susucuydu yalnızca. Orhan Kemal, Haldun Taner, Adnan Özyalçıner ise dinleyen yazarlar hep. İstanbul da bu dinlemede çıkıyor işte ortaya. Okur, bu öyküleri dinleyerek alımlıyor İstanbul’u. İstanbul, andığım bu üç yazarın öyküsünde de dinlenmişlikle kuruluyor o halde. İSTANBUL’U DUYARAK ANLATMAK Görüldüğünce İstanbul’u öykülemenin bin bir yolu var. Yazara düşen iş, sonsuzca çeşitlilik sunan yollardan birini seçip bunu kendisinin kılmak! Bir yazar, bir başkasının yoluna gitmeden onu anımsatabileceği gibi, tam tersine başka bir yazarın yolundan gittiği halde bir başka yoldan gidiyormuş gibisine izlenim bırakabilir. Ne var ki yine da apayrı, bağımsız bir yol olarak alınmalı yazarın gittiği yol! Öyle ya, o da önünde sonsuzca yayılıp seçenekler kümesi biçiminde saçılmış bir yola girmiştir artık! Öyleyse bir yazarın İstanbul öyküsünün, ötekinden ayrılmak zorunda olduğu öngörülebilir, eğer kişi “profesyonel yazar” olarak tasarlamışsa kendisini. Şimdi farklı üç öykücüye daha göz atalım, İstanbul’u konu alan: Sevim Burak, Tomris Uyar, Füruzan… Buna şimdilerde Jale Sancak, Ayşe Sarısayın ikilisini de ekleyebiliriz… Bu yazarların ilk iki gruba oranla daha farklı tutum sergilediği görülebiliyor hemence. İlk grup susarak anlatıyordu, ikinci grup dinleyerek, son grup ise duyarak anlatıyor İstanbul’u… Evet, yalnızca duyarak… “Duyarak anlatmak” derken, bunu, duygu bağlamında içe almak, içselleştirmek biçiminde karşılamak olanaklı. Elbette susarak, dinleyerek anlatanlar da duyguları egemen kılıyor alımlamada, ancak son yazar grubunun duyarak anlatması, ötekilerde bir yanlarıyla açık olan alımlayışı da ortadan kaldırıyor. Kimbilir, andığım son grup yazarın kadın oluşuyla da ilintilidir bu, bilmiyorum; ama bu yazarların öykülerindeki anlatıcı kahramanlar, İstanbul karşısında ağızları sımsıkı, kulakları tıkalı, dilleri tutuk, gözleri yumuk, yalnızca duygularıyla bakıyorlar kente. Bunun sonucunda duyulan, alımlanan da duygu, evet evet duygu! Okur, bu öykücülerden kalkarak bir İstanbul kurmaya kalktığında, sessiz soluksuz, içe kıvrılmış bir acı haykırışla karşılaşacak, o kadar! İstanbul, andığım bu üç yazarın öyküsünde de duyulmuşlukla kuruluyor o halde. Bütün bunlar bize bir tek gerçeği gösteriyor aslında. Bir kenti yazmak, o kenti anlatmak değil, yeniden yaratmak! Öyleyse bir kenti yazmak, o kenti yazmamaktan geçecek enikonu! Öyle ya kenti yaratamıyorsanız eğer, yazmıyorsunuzdur onu, yazamıyorsunuzdur ya da. Bakın dünya yazınına, kentlerini yazmaya kalkmış, ama yazamamış nice yazarla karşılaşırsınız… Sonuçta İstanbul, sizin öykülerinize bakılarak yaratılmalı! Yukarıda andığım yazarlar bunu yapıyor işte, kenti yeniden yeniden yaratıyorlar öykülerinde! Bu nedenle de, hadi eski dilde söyleyeyim “sahih”, “sahici” İstanbul öykücüleri onlar! ? SAYFA 25 İSTANBUL’U SUSARAK ANLATMAK İstanbul’u öykülemek adına yola çıkan bir yazar, alır eline kâğıdı, çalakalem İstanbul’u anlatabilir. Bu, kendisinin bileceği iştir, ama yazın sanatının kendine göre bir ölçütünün bulunduğu göz ardı edilebilir mi? Öyle ya, yazarın, bu gerçekliğe sırtını dönmesi olası mı hiç? En iyisi, bir kavram öbeği bağlamında almak “İstanbul’u öykülemek” deyişini. Bu çerçevede İstanbul’u nesnel uzamıyla almak da olanaklı elbette, bu nesnel uzamın herhangi köşesini, uzamla ilişkilenişler içindeki herhangi özneyi, bütün bunların tümünün ya da küçücük bir bölümünün yansıyacağı, yer alacağı durumu… Diyeceğim, İstanbul, yalnız İstanbul uzamının adı ya da nitelemi olarak düşünülmemeli. İstanbul’da var olan ya da olmayan ne varsa, işte bu olan ya da olmayan her şey İstanbul’dur, yani yalnızca görünen değil görünmeyen de İstanbul’dur! Yazıncının işi de kuşkusuz, görüneni değil görünmeyeni anlatmak, anlatmak da değil bunu imgelemek, CUMHURİYET KİTAP SAYI İSTANBUL’U DİNLEYEREK ANLATMAK İstanbul’u anlatmak biçim biçim, biçem biçem… Adnan Özyalçıner, bu biçimlerden, biçemlerden hangisini kullanarak kenti yaratıyor Yazdan Kalma Bir Gün’deki öykülerinde? Yazar, ikili bir İstanbul çerçevesi getiriyor önümüze: 1. İstanbul’un yaşamiş ortamları, bun880 Adnan Özyalçıner
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear