25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
MEHMET CANBOLAT Gerçek bir Cumhuriyet kadõnõ olan Ayla Tunalõ’nõn gözleri bir ara doluyor. Yanõndan hiç ayõrmadõğõ, daha doğrusu, gerek evi gerek işyerinin dört bir köşesinde hep göz göze geldiği Atatürk’ün birbirinden değişik portrelerinden birini işaret ediyor ve anlatõyor: “Yıl 1938. Ekim ayının ilk günleri. Ülke genelinde her geçen yıl büyük coşkuya sahne olan Cumhuriyet Bayramı kutlaması için hazırlıklar yapılıyor ve biz de okulda bu hazırlıklara katılıyoruz. Ancak, ortalıkta bir de belirsizlik var. Duyuyoruz ‘Atatürk ağõr hasta, hatta Atatürk ölmüş. Bizden gizliyorlar. Cumhuriyet kutlamasõ bu yõl yapõlmayacak’ şeklinde konuşmalar oluyor. Dolmabahçe Sarayı’nda son günlerini geçiren Atatürk, bu söylemlerden çok rahatsız olmuş ki, kendisini iyi ve güçlü göstermek için, toplumun özgüvenini zinde tutmak amacıyla pencereden halka hitap edeceğini buyurmuş. Bir gün haber geldi. Bizi de okul olarak kendisini dinlemeye götürdüler. Hiç unutmuyorum o günü. Sarayın birinci katındaki üçüncü pencereden bize bakıyordu. Ancak hiç konuşmadı. Bu bile bize, halkta yetmişti. Atatürk ölmemişti. Yaşıyordu... Bize el sallıyordu. O günü hiç unutamamam. Fakat daha sonra öğrendik ki, doğru, Atatürk henüz ölmemişti. Ancak o günlerde gerçekten ayakta duramayacak ve el sallayamayacak kadar halsiz ve bitkindi. Hayata tutunmaya çalışıyordu. Pencere önünde halkının huzurunda ayakta durabilmesi ve ellerini hareket ettirebilmesi için arkadan birkaç kişi ona yardımcı oluyordu.” Tanrı’nın sevgili kuluydu Dedik ya, Frankfurt’un ara sokaklarõndan birinde savaş öncesinden kalmõş eski bir binayõ neredeyse 50 yõldõr kendine yurt edinmiş Ayla Tunalõ’nõn her şeyi Atatürk. İki sözünden birinde, Büyük Önder’den övgüyle söz ediyor. “O olmasaydı, bugün fütursuzca, ahlaksızca ona saldıranların, kurduğu Cumhuriyeti yıkmaya çalışanların babası da, yemin ediyorum belli olmazdı” diyor ağõr bir ifadeyle. Ancak ifadesindeki vurguyu hem onun gözlerine oturan sert bir kararlõlõktan hem de çok sevdiği eşi Coşkun Bey’in birden ayağa kalkarak “Aynen” diye verdiği destekten çok rahat anlõyorum. Ayla Hanõm devam ediyor: “Atatürk bambaşka bir insandı. O Tanrı’nın sevgili bir kuluydu. Tanrı kendisini o kadar çok seviyordu ki, (duvarda bulutlarõn oluşturduğu bir Atatürk izini işaret ederek) gökte bulut bile yapmış. Şimdi böylesi bir gerçek karşısında, Atatürk’ün yüceliğini nasıl inkâr edebilirsiniz ki... O bizim için mavi gözlü bir devdi” diyor gözlerini silerek. Ayla Tunalõ ve Coşkun Dölen çiftinin, 80’i sollamõş bir hayata bu denli tutunmalarõnda en büyük etkenin, tarifi zor, kelimelerin yetmediği bir Atatürk sevgisi olduğunu sõk sõk görüyoruz. Terzi atölyesinin dört bir tarafõ yetmiyormuş gibi, üst kattaki evlerinin duvarlarõnda da onlarca Atatürk portresi ve gazetelerden kesilmiş, Atatürk konulu haber kupürleri var. Ayla Hanõm ve Coşkun Bey, sanki aralarõnda söz birliği yapmõşçasõna aynõ anda söze giriyor ve “Atatürk, Türk ulusuna sunduğu nimetlerden ötürü, bizim için bir peygamber gibidir” diyorlar üzerine basa basa. Alman askerin saygısı Coşkun Bey ilginç bir noktaya çekiyor bir ara sohbeti: “Alman ordusunda çok üst düzeyde görev yapmış bir komşumuz vardı bu mahallede. Çok asil bir aileden geldiği her halinden belliydi. Ne zaman sokağa çıksa, kolalı gömleği, elindeki gümüş işlemeli nadide bastonu ile, sürekli bizim dükkânın önünden geçerdi. Her seferinde, bir beyefendi edasıyla kapıdan içeri girip, işte şu gördüğünüz büyük boy Atatürk portresinin karşısına geçer, önünde saygıyla eğilir ve ‘Guten Morgen mein Freund - Günaydõn Arkadaşõm’ şeklinde selam verirdi. Bir süre sessizce bekleyip, ondan sonra bize dönerdi. İyi sabahlar deyip, kısaca halimizi hatırımızı sorar ve yine asalet dolu adımlarla, mağrur bir edayla çıkardı. ‘Atatürk’le bir ilintisi olmalõydõ mutlaka bu emekli askerin’ diye düşünürdük hep. Ama, bir Almanın böylesine bir Atatürk hayranlığına tanık oldukça, onunla, önderimizle bir Türk evladı olarak hep gurur duyduk. Ölünceye kadar da duyacağız.” CMYB C M Y B 23 AĞUSTOS 2010 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA HABERLER 9 SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM Hiç Yalan Söylemedik Değerli dostlar, çok uzun zamandan beri tartışıyoruz. Ve gerçek akademisyenler, cesur, namuslu, dürüst gazetecilerle birlikte hepimiz ne dediysek doğru çıktı. “ABD’nin belirli kurumları, Türkiye’de ılımlı bir İslam devleti istiyorlar” dedik. “Bu modelde, demokrasinin olup olmaması, kadın haklarının ya da kadın-erkek eşitliğinin olup olmaması önemli değil, önemli olan ABD ile iyi geçinmesi, söz dinlemesi” dedik. “Yok canım, olur mu” dediler. “Türkiye, Hitler faşizmine kayıyor, telefon dinlemeler, hukuksuzluklar bunu açıkça gösteriyor” dedik. “Ferhat Sarıkaya Van’da bir saha araştırması başlattı. Baktılar, hiçbir şey olmuyor, bu, tüm Türkiye’ye yayılacak” dedik. “Yok canım, siz iktidara karşısınız ondan” dediler. Hatta ısrar edince, bunu söyleyenlere, “yoksa siz de Ergenekoncu musunuz” dediler. Daha neler söyledik. “Böyle Ermeni protokolü olmaz, bu, ABD projesidir ve ne Dağlık Karabağ’a çözüm getiriyor, ne Soykırım Komisyonu getiriyor” dedik. “Hiç olur mu, bu harika bir protokol, her şeye çözüm var” dediler. Ve sonunda ne çıktığını hep birlikte gördük. Osmanlı’nın son yıllarından sonra, ilk kez düveli muazzama temsilcileri arkada, dışişleri bakanları önlerinde resim çektirdiler. Ve Ermeni protokolünün koca bir yalan olduğu açıkça ortaya çıktı. Gördük. “Kıbrıs sorununa çözüm buluyoruz, Denktaş’tan kurtulalım, kendiliğinden sorun çözülecek” dediler. “Doğru söylemiyorsunuz, dünyanın hiçbir demokratik ve bağımsız ülkesi, içeriğini bilmediği, hatta bazı yerleri boş bırakılmış bir anlaşmaya imza atmaz, böyle bir uygulama olmaz” dedik. “Yalan söylüyorsunuz, bakın Kıbrıs sorununu ne güzel çözeceğiz” dediler. Hepimiz gördük. 5 Kasım 2007’de ABD “böyle yapacaksınız” dedi; talimat verdi, “Kürt açılımı başlatıyoruz” dediler. “Bu açılımın içeriği nedir” diye sorduk. Ve “hangi demokratik ülkede, bu şekilde içeriği bile olmayan bir sözüm ona açılım başlatılır” dedik. “Önce kabul edin, yoksa iki cihanda lekeli olursunuz” dediler. Sezen Aksu’ya öyle söylettiler. Hepimiz gördük, yaşadık. “Bu, bir ABD projesidir, Irak’tan çıkmak, orada kurdukları Kürt devletini güvence altına almak için bunu istediler. Talimat verdiler. Bu yanlıştır. Varsa açılımın içeriğini açıklayın” dedik. “Zap suyunda zıplayacağız, Munzur’da çiçek toplayacağız” diye açıklamalar yaptılar. Ve sonunda Habur açılımına vardılar. Sonra da “sanki o yargıçlar, oraya kendiliklerinden gitmiş, bir geziye gitmişken, orada gelen teröristleri kendileri karşılamışlar” gibi yaptılar. Hepsini hatırlıyorsunuz. Ve değerli dostlar, biz hiç yalan söylemedik. Ne gördüysek söyledik. Ne söylediysek oldu. “AKP iktidarı, Atlantik ötesinde kurgulanan politikaları uygulamak için, özelleştirme işlemlerini, hukuksallığı tartışmalı işlemler haline (Balıkesir SEKA türü) dönüştürdü. Tüpraş’ın yüzde 14.78’ini ihalesiz, kuralsız Ofer’e sattı. Galataport’u, Mayınlı arazileri, hepimizin gördüğü biçimde, yabancılara satmak istedi. Bu işlemler, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay tarafından iptal edildi. Bunun üzerine, AKP iktidarını kurgulayan güçler çok sinirlendiler. Sinirlenince, iktidarın kuruluş amacını, nedenini sorgulamaya başladılar. Deliğe süpürmekten söz etmeye başladılar. Ve iktidar, bu politikaların tam anlamı ile uygulamaya geçirilmesinin önündeki en önemli engel olan Yüksek Yargı’yı tamamen ele geçirmek için, bu anayasa değişikliğini hazırladı” dedik. “Hiç olur mu, ne güzel değişiklikler geliyor, 12 Eylül Anayasası, ilk kez değişiyor” dediler. Ve ne dediysek çıktı. “Türkiye, hızla otoriter bir rejime, Hitler faşizmine doğru sürükleniyor” dememiş miydik? İşte çok açık olarak gördünüz. Sonunda, Sayın Başbakan, YARSAV’a, “2 Eylül’den sonra evet çıkarsa sizi halledeceğiz” dedi. Ve ardından hızını alamadı, TÜSİAD’a da “Evet oyu vereceğinizi söylemezseniz, karışmam, bitaraf olan bertaraf olur” dedi. Şimdi “Bu demokraside olmaz. Bir başbakan, YARSAV’ı kapatıp, yerine devlet destekli meslek birliği, yargıç birliği kurdurmaz, bu faşist modelin tam örneğidir” diyebilirsiniz. Evet doğru! Gerçi dünyanın her yerinde, diktatörlüğe özenen, hatta yönlendirilen siyasetçiler var olabilir. Bu siyasetçiler, diktatörlük kurmak da isteyebilirler. Buna rıza gösteren “silahşorlar” bile olabilir. Yapabilirler, yapamazlar, başarabilirler, başaramazlar, o ayrı. Ama bir ülkede bir başbakan, açık açık bir işveren kuruluşuna ya da bir sendikaya “bana bak, ya benim düşündüğüm gibi düşüneceksin, ya da bertaraf olursun, yok olursun” diyebilirse ve daha da kötüsü ve de inanılmazı, bunu dediğinde, hiçbir şey olmamış gibi yapılırsa; ya da aydın geçinen, kendisine liberal diyen gazeteciler(!) ve aydınlar(!), olayın üstünden günler geçtikten sonra bile, söyleneni duymamazlıktan ve görmemezlikten geliyorsa, o ülkeye diktatörlük çoktan gelmiş demektir. Gerçek gazeteciler, aydınlar, bizler, hepimiz, bu konuda da haklı çıkmışız demektir. Memleketi düşünmek Tunalõ, Ata’yõ özlemle anarken bugünkü Türkiye hakkõnda yorum yapmaktan çekiniyor. Korku imparatorluğu ta Almanya’ya kadar sirayet etmiş çünkü 2 Son kez, Dolmabahçe’de... Ayla Hanım, sohbetin bir yerinde klasik bir merakımızı da gideriyor. “73 yıl önce Diyarbakır’da 11 yaşındaki minik ve sevimli bir güzel kız çocuğu iken, Atatürk’ü nasıl tasavvur ediyordunuz? Kafanızda bugünkü, yani 2010 yılındaki Atatürk nasıl?” yolundaki sorumuzu şöyle yanıtlıyor: “Atatürk benim için 73 yıl önce ne idiyse, bugün de aynıdır. Küçükken, Atatürk’ü, o güzel insanı hep çok büyük ve erişilmeyecek kadar fiziki anlamda çok büyük olduğunu hayal ederdim. Ancak onu tanıdıktan sonra, büyüyünce onun da bizler gibi bir insan olduğunu gördüm. Ama, benim hayalimdeki büyüklüğü, yüceliği, içimde hep aynı kalmıştır. Devliğini hep korumuştur. O benim, bizlerin erişemeyeceği kadar yükseklerde gezen, parlayan, kutsal bir yıldızdır.” Ayla Tunalı ve Coşkun Dölen, “Artık Türkiye’ye kesin dönüş yok mu?” şeklindeki sorumuza nasıl yanıt vereceklerini kestiremiyor. Türkiye’de mutlu mu olacağız sanki... Coşkun Bey, bir şeyler söylemek istiyor, ancak mahcup mahcup başını önüne eğiyor ve sadece kafa sallamakla yetiniyor. “Aslında çok geç bile kaldık. Oraya bir sürü yatırım yaptık ancak bir türlü dönemedik. Doğruyu söylemek gerekirse, ben kendimi her şeyden emekliye çoktan ayırmış biriyim. Ancak Ayla’nın maşallahı var, yaş 85’e geldi, hâlâ dikiş makinesinin başında. Bir gün makinenin başında düşecek diye korkmuyor da değilim doğrusu. Böyle başında bekliyorum” diyor biraz sessizce. Ayla Hanım, ise, gözünü makinenin dikiş iğnesinden ayırmadan: “Merak etme. Bir şey olmaz bana” diyor sinsice ve ekliyor: “Hem Türkiye’ye gidince çok mu mutlu olacağız sanki... Baksana, memleketi üç beş yılda ne hale getirdiler.” Merak ediyoruz “Bu iki yılmaz Cumhuriyet bekçisini kaygılandıracak ne var acaba memleketin halinde?” diye. Ayla Hanım’a mikrofonu doğrultuyoruz. Ancak o anda eliyle mikrofonu kapatıp: “İsterseniz burada nokta koyalım” diyor. Çünkü kendi deyişiyle “fişlenmek”ten korkuyor. Bir anda donup kalıyoruz. Durup düşünüyoruz. Türkiye’de son yıllarda toplumun değişik katmanlarına kadar şırınga edilen bir korku cumhuriyeti, Almanyalara kadar, nasıl böyle zincirleme bir etki yaratabilir ki? Ankara Üniversitesi’nin kuruluşu şerefine Ankara Palas Oteli’nde 14 Mart 1946 günü günü bir balo düzenleniyor. Neredeyse tüm hükümet üyeleri konuklar arasında. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de, Tıp Balosu’nu onurlandıracak. Tıp Fakültesi’nden bir grup öğrenci (ki aralarında Hamdullah Suphi Tanrıöver’in yeğeni de var) uzun bir uğraşının ardından annesinin de iznini alarak 20 yaşındaki Ayla Tunalı’yı bu baloya götürüyor. Tek şart var; o da kendisinden 6 yaş küçük kardeşi Turhan Tunalı’nın da olması. O akşamı, Frankfurt’taki terzi atölyesinin gizemli ortamında Ayla Hanım’dan dinliyoruz: İnönü’yle dans “...O gün bembeyaz bir tuvalet giymiştim. Anons yapıldı ve ‘Paşa İnönü salona teşrif ediyor’ dendi ve ardından Cumhurbaşkanı’nın ilk dansı yaparak baloyu açacağı söylendi. Çok geçmeden Paşa içeri girdi ve salonun ortasına geldi: ‘Kıymetli Hanımefendiler, Beyefendiler! Şimdi gözümü kapatacağım ve ilk işaret ettiğim, üzerinde bembeyaz giysi olan güzel bir hanımla dans edeceğim’ deyince, oracığa çakılıp kaldım. Salon alkışa boğulunca ayaklarım titremeye başladı. Cumhurbaşkanı, beni dansa kaldırarak, baloyu açtı. Ne yapacağımı şaşırdım ama Paşa beni kollarına alarak hem beni rahatlatmaya çalıştı hem de büyük bir ustalık ve zarafetle dansı yönlendirdi. Bir yandan da benimle sohbet ediyordu. ‘Bak Aylacığım, şimdi, benden sonra herkes seninle mutlaka dans etmek isteyecek. Asla reddetme. Ancak Saracoğlu’nun (o dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu) yaveriyle sakın dansa kalkma. Sonra evde kalır, bir daha da evlenemezsin” dedi. Şaşırdım ve biraz da utandım doğrusu. O dansın ardından balo boyunca, neredeyse, hiç pistten inmedim. Kim gelse, onunla dans ettim. Bir ara, Başbakan Saracoğlu’nun yaveri yanıma sokuldu ve: ‘Bu dansı bana lütfeder misiniz?’ diye sordu. Paşa’ya bakıp, biraz da şımarık tavırla hayır dedim. Adamcağız neye uğradığını şaşırdı. Üzüldüm ve söylediğimden vazgeçip, ‘Haydi gelin! Dans edelim’ dedim, ama adam neye uğradığını şaşırmıştı. O gece, baloya babasıyla gelen Ömer ve Erdal kardeşlerin yanına gittim ve Erdal Bey’e hitaben: ‘Bakın, ben babanızla dans etmiş biriyim. Sizinle de dans etmek istiyorum’ diyerek, onu da piste çıkartmıştım. Yıllar sonra Frankfurt’ta karşılaştığım Sayın Erdal İnönü o geceyi hemen hatırlamış ve bana: ‘Ne güzel, her şeyi dün gibi hatırlıyorsunuz’ demişti. O günü nasıl unutabilirdim ki.. Nasıl...” Unutulmayan balo gecesiUnutulmayan balo gecesi BİTTİ Kopya çektiği belirlenen öğretmen işten atılacak ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Milli Eğitim Bakanlõğõ, öğretmen atamalarõnõn iptal edilmeyeceğini bildirdi. Bakanlõk’tan yapõlah yazõlõ açõklamada KPSS’de kopya iddialarõnõn ÖSYM tarafõndan araştõrõldõğõ belirtilerek şöyle denildi: Bakanlõğõmõz 18 Ağustos 2010 itibarõyla almaya başladõğõ kadrolu öğretmen başvurularõnõ 31 Ağustos’ta gerçekleştireceği atamalarla tamamlayacaktõr. 20 Eylül 2010’da başlayacak yeni eğitim-öğretim yõlõnda yeni atanacak öğretmenlerimiz, 1 Eylül 2010 tarihi itibarõyla eğitim ve öğretim çalõşmalarõnõn aksamamasõ için görevlerinin başõnda olmak durumundadõr. Henüz kanõtlanmamõş iddialardan yola çõkarak atamalarõ iptal etmek hukuk devleti ilkeleriyle de bağdaşmamaktadõr. Bakanlõğõmõz söz konusu iddialarõn doğruluğu kanõtlanõrsa bu kişilerin atamalarõnõ derhal iptal edecek ve kimseyi hak kaybõna uğratmadan yerlerine puan üstünlüğüne göre yeni öğretmen atamasõ yapacaktõr.”
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear