23 Kasım 2024 Cumartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
İ slamiyet öncesi Türk- lerde kadõn, elçi ka- bullerinde, şölenler- de, kurultaylarda, harp ve sulh meclislerinde ha- zõr bulunurken, Osmanlõ döneminde hareme ka- patõlan kadõn ancak, 18. yüzyõlda o da büyük kent- lerde, kapalõ ev hayatõn- dan çõkõp, evinin ön yü- zünde görünür. Sinekli Bakkal’õ oku- duğumuzda, Rabia’nõn yetenekleriyle, cesaretiy- le var olduğunu ve ken- dine bu özellikleriyle Mevlevi Dede ile eski bir rahibi hayran edebildiği- ni görüyoruz. Bunlarõ yapmakta nasõl başarõlõ olabildiğine ve en önem- lisi nasõl kendi olabildi- ğine baktõğõmõzda, üze- rinde bir baba baskõsõ ol- madõğõ görülür. Babasõ diğer evlerdeki babalara benzemez; o bir sanatçõ- dõr; Rabia’nõn erkek kar- deşi de yoktur. Bir erkek kardeşi olsa ve eğer o da babasõ yerine imam de- desine çekecek olsaydõ, Rabia bunlarõ yapõp ken- di olabilecek miydi diye düşünürüm. Bunca yõldõr ve halen yaşadõğõmõz tö- re cinayetlerine kurban edilen kadõnlarõmõzõ dü- şününce sanõrõm mutlak yanõt kocaman bir “Ha- yır!” olacaktõr. Yetmişli yõllara geliyoruz, hepi- mizin özgürlük ve eşit- likten yana bir dünya için görüş beyan ettiği yõllar. İşte, burada da açõkça gö- rüyoruz ki, yine bizlere şekil verilmekte. Bu öz- gürlük içinde eşitimiz saydõklarõmõz öncekiler gibi olmasa da başka bir biçimde ama yine bize biçim vermekte. Kõzlar, bu etkiler içinde süslenip giyinmekten kaçõnmak- ta, erkekse kõzlara “bacı” demekte. Ama her iki- sinde de yurt sevgisi ön planda. Seksenli yõllara geli- yoruz, Türkiye’nin dur- durulduğu yõllar... Behi- ce Boran, Oya Baydar gibilerin sürgünde olduğu yõllar. Doğan boşluğu si- yasal İslamcõlar, postmo- dernistler ve ikinci Cum- huriyetçiler doldurmak- ta gecikmiyor. Siyasal İs- lamcõlar, Köy Enstitüleri gibi bir önemli eğitim kurumundan yoksun bõ- rakõlmõş halkõ, eğitimde, sağlõkta ve diğer gereksi- nimlerinde yanõna çeki- yor. Bunlarõn içindeki ka- dõnlarõmõz yavaş yavaş türbana kayõyor. Diğer oluşumlarõn etkisi içinde olan kadõnlarõmõz da bu suskunluk ortamõnda cin- sel özgürlüğünün peşine düşüyor. Ülkeye yetmiş- li yõllardan bambaşka rüz- gârlar egemen. Ama, biz, yani kadõnlar, tüm bu yeni oluşumlarõn toplumca duyulan bir ge- reksinim sonucu doğma- dõğõnõ, ülkeye egemen bu yeni rüzgârlarõn dõştan sadõr olduğunu biliyor ve görüyoruz... Türbanõ ka- dõn takmõyor, taktõrõlõyor; cinsel özgürlüğünün pe- şinde giden kadõn değil, onu yolundan şaşõrtan bi- rileri var. Evet, biz yal- nõzca dün ve bugün değil, bir karanlõk zamandan beri bizi giydirenlerin kim olduğunu biliyoruz. Şimdi, bizim gibi ka- dõnlarõn bugün nerden ne- reye geldiğimize dikkat çekmek istiyorum. Duruşma sonrasõydõ. Başkâtip hanõm odaya gelip az önce duruşmadan çõkan bir bayan avukatõn kaleme girerek beni, sa- çõmõ ve başõmõ övdüğünü, kendilerinin de “Bizim hâkim hanım pantolon dahi giymez” dedikleri- ni anlattõ. Pantolon ko- nusu doğruydu; ben fa- kültede dahi, çok ender pantolon giyerdim. Yine, o günden iki yõl sonra duruşmadayõm. Kõş- tan yeni yeni çõkõyoruz, baharda olduğumuzu söy- leyebilirim. Duruşma es- nasõnda sağda görüş ala- nõma yakõn bir yerde du- ran genç bayan avukatõn cüppesi açõlõr gibi oldu ve hemen dizinin üstündeki eteği görüldü. Kendi ken- dime şöyle söylendiğimi anõmsõyorum: Bu kadar da olmaz ki!.. Sonra ken- dime şaşakaldõm! Yaşamõ boyunca elbise ve etek giymeyi seçmiş biri, nasõl oluyor da dizinin üstünde etek giymiş genç bir ha- nõmõ ciddiyetsizlikle suç- luyordu! Odama döndü- ğümde genç meslektaşõma bu türbanõn yalnõzca kul- lananlarõn kafalarõnõ ört- mekle kalmadõğõnõ, çev- resindeki insanlarõn da kafasõnõn içini örttüğünü söyledim ve şaşkõnlõkla ekledim “A! Demek ki, ben onun için epeydir pantolon giyiyorum.” Evet ben bir yõldõr üç pantolon edinmiş ve es- kiden kendini elbise ve etek giyerek daha iyi du- yumsarken artõk panto- lonla daha rahat hisseder bir insan haline dönüş- müştüm. Görülen şu: Onlar bizi yalnõzca giydirmiyor, bi- ze biçim de veriyorlar!.. Biz bizi giydirenleri bi- liyoruz!.. Biz, kadõn ve er- kek; egemen kõlõnan sis- temlerin ürünü olduğu- muzu da... Biz her şeyin farkõnda- yõz! CMYB C M Y B EVET / HAYIR OKTAY AKBAL KitaplaraSevgiyleYaklaşmak Üzülüyorum... Kitaplar geliyor, roman, şiir, öykü, deneme, araştırma, anı... Hepsini okumak istiyorum. Sonra da oturup düşündüklerimi yazmak! Yazılarımı izleyenler bilirler, yeni çıkan hemen her kitabı tanıtmaya çalıştığımı, üç beş satırla sözünü et- sem de, o kitabın taşıdığı özel anlamı duyurmak is- tediğimi... Ben “Vatan” gazetesinde tam on yıl her hafta ki- tapları tanıtıcı yazılar yazdım. Eleştirmek, övmek, yer- mek için değil, yalnızca o kitabın bendeki yansımasını kısaca özetleyerek... Gazetelerin haftalık kitap ekleri var. Hepsinde de kitap tanıtma sayfalarına bolca yer ayrılmış... Ama yeterli mi, kitapların arka kapaklarındaki birkaç sa- tırla gerçek bir tanıtma yapıldığını sanmak... O der- gilerin kitap eleştirmenleri olmamalı mı? Evet, kolay değildir, gerçek bir edebiyat değeri, tadı varsa ye- ni çıkan bir kitabı değerlendirmek ya da kendince yo- rumlayabilmek... Edebiyat gündelik basında üvey evlat durumuna düştü. Nerede otuz kırk yıl öncesindeki roman tef- rikaları, genç yaşlı yazarların hiç değilse haftada bir çıkan sohbetleri söyleşileri... Şimdi bir Doğan Hızlan var, her gün sanatın he- men her dalında, ama en çok edebiyat alanında düşüncelerini yazan... Gel de bir ikincisini ara!.. Yine de ben de her yeni çıkan kitapla dostluk et- mek isterim. Vazgeçilmez arkadaşlıklardır, her biri yakından uzaktan gelen bir sesleniş, bir düşünce- ye, özleme, duyarlığa bir açılış!.. İşte yeni şiirler çalıyor yüreğimizin kapısını! Sev- gili Melisa Gürpınar’ın “Elyazısı Yılları”, “Dul Evin- de İncesaz”... Şiirle düzyazı bir bütün olmuş, ayır- mak zor... Hem de gerekli mi? Melisa bir yaşam ver- miş, şiirle, sevgiyle, aşkla yazdıklarına... “Fazladan bir gün daha yaşasaydım sözcüklerin içinde / Çağıracaktım herkesi / ömrümce barındırdığım o yı- kık kulübeye” diyor. Bu güzel çağrıya koşarak ka- tılmak okurlarıyla, sevenleriyle... Necati Tosuner usta bir öykücü... Ama şiirin için- de. “Kasırganın Gözü” değişik tatta bir şiir kitabı... Ayrılmaz ki öykü ile şiir, ayrıldı mı ikisi de ayrı bir an- lam kazanır. Tosuner her yeni ürünüyle bu isteğini kanıtlamış bir sanatçı... Değerli hukukçu dostum Müşir Kaya Canpolat da “Düşünceden İçeri” diyor... Yıllar önce “İçi Düz- gün Olmak” kitabında şairden çok şey beklediğini yazmıştı. Şimdi kitabında da “Yaşamda kesinlik yok- sa böyle olur işte / savrulur geçmiş zaman harman- larında aşklar da şiirler de / Gün gelir, ayırt edilemez, çocuklukta olduğu gibi / İlk ne ki, son ne ki?” Şair felsefeci Attila Birkiye’de “Edebiyatta 30 Yı- lı”nı yazmış... “Ben hep seni yazdım” diyerek... “Aca- ba gerçekten ayrılanlar hâlâ sevgili mi?” Yanıtlama- sı zor bir dize, bir soru... Bir genç yazar çıksa, bütün bu güzellikleri içeren yapıtları, benim gibi değil, daha derinliğine, daha sev- giyle, aşkla anlatsa, sevdirse!.. PENCERE Kafayı Yemek... Geçen gün bir eski dostumuz gazeteye geldi, siyasetten kiyasetten ileri geri konuşuyor... Dostumuz gittikten sonra içimizden biri dedi ki: - Bu herif kafayı yemiş... ‘Kafayı yemek’ güzel bir deyiş; kimi zaman yal- nız kişiler değil, toplumlar da kafayı yerler... Bugünkü halimiz o hal... Medyanın manşetlerinde dolaşan en ‘önemli ha- berler’e bir göz atmak kafayı yediğimizi ayan be- yan gözler önüne serer... Hepimiz neyle meşgulüz?.. Bilmem kaç yıl önce, bir özel sayılacak top- lantıda, zamanın Genelkurmay Başkanı Kıvrı- koğlu, yine zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı’nın kola içtiğini görünce demiş ki: “- Hilmi’ye şarap verin...” Olay bilmem kaç yıl sonra kaç gazetenin man- şetine geçti biliyor musunuz?.. Sofrada bulunan komutanlara gazetecilik ra- conuyla olay soruldu; ama, çoğu dedi ki: - Hatırlamıyoruz... Bilindiği gibi sosyal devlet ortadan kalktı; artık ‘sadaka devleti’ var; bu nedenle yoksul halka yar- dım olsun diye bozuk kömür dağıtılıyor; yaktık- ça hava kirleniyor... Akşam gazetesi hava kirliliğini belgeleyen bir fotoğraf yayımladı diye Başbakan RTE küplere binmiş... Gazetenin patronuna bas bas bağırıyor: “- Ya yalan yazmayacaksın, ya gazeteni kapa- tacaksın...” Aferin... Gazetelerde RTE’nin lafı günlerce manşetler- de, köşelerde... 20’nci yüzyılın başında, Osmanlı İmparatorlu- ğu devrinde, Birinci Dünya Savaşı’nda, Ruslara dayanıp Doğu Anadolu’da ortalığı birbirine katan Ermenileri, zamanın iktidarı imparatorluk sınırla- rı içinde sürgüne yollamış... Halt etmiş... 21’inci yüzyıla girmişiz, aradan yaklaşık bir asır geçmiş: Şimdi İstanbul’da bir sürü entel “Erme- nilerden özür” kampanyası açıyorlar... Olay gazetelerin manşetlerinde; dış çevreler de mal bulmuş mağribi gibi konunun üstüne atlı- yorlar... Nedir bu?.. Kafayı yediğimizin resmidir.. Üç ay sonra ülke çapında yerel seçimlere gi- diliyor, bir yetkili aklıevvel resmen ilan ediyor: ‘- Seçmen sayısı geçen seçimden bu yana 6 mil- yon arttı...’ - Dur ulan, böyle şey olur mu, nereden çıktı bu?.. derken olay gazetelerin manşetlerinde... Gel de kafayı yeme... Ülkenin iç ve dış politikası sanal Ermeni soy- kırımı ile çalkalanıyor ya, ana muhalefet partisinden kafayı yiyen bir hanım çıkıp AKP Cumhurbaşka- nı Abdullah Gül için diyor ki: - Annesi Ermenidir... Olay günlerce, gazetelerin manşetlerinden in- miyor, Gül bu nedenle mahkemelerde davalar açı- yor... Allah aşkına, kafayı yemek değil de nedir bu?.. Adam tam ‘karışık ismi fail’, adı Tuncay Güney; gazete manşetlerinden inmiyor, üstüne yazılan ki- tapların sayısı kabardıkça kabarıyor... Adam pek meşhur Ergenekon davasının orta- direği olduktan sonra, önce Amerika’ya sonra Ka- nada’ya gidip haham olmuş... Haham gazete manşetlerinden inmiyor... Başbakan RTE’nin “savcısıyım” dediği Erge- nekon davasında o tutuklu, bu tutuklu, o hasta- lanıyor, bu ölüyor, şu sakat kalıyor; dava bütü- nünün iddianamesi iki yıldan beri tamamlanamı- yor; terör örgütünün başındaki failler belli değil... Kafayı yemezsin de ne yaparsın?.. Tüm bu fasa fiso, dedikodu, iftira, yalan dolan, bir incir çekirdeği doldurmaz işlerle hepimiz uğ- raşırken dünya ekonomik krizi gelmiş kapıyı vu- ruyor... Kimsenin krize metelik verdiği yok... Halk mı?.. Canı cehenneme... Kafayı yiyenler için halkmış, işçiymiş, köylüy- müş, esnafmış, ülkeymiş, devletmiş, işsizlikmiş, borçmuş, harçmış, boş ver... Hepimiz medyamızın harikulade manşetleriy- le ve birbirimizle uğraşalım... Kafayı yiyenler ancak kafalarını duvara vurdukları zaman ayılırlar... “E n cömert sözlerle övül- müş ve en ağır yergilere hedef olmuş sade bir in- san” portresi, İnönü’nün kendisini tanõmlamasõdõr. Anadolu İhtilâli’nin, Cumhuriyet ve devrim- le bütünleşen çizgisinde ağõrlõkla yer eden İs- met İnönü, çok partili siyasal süreç açõsõndan da değerlendirilecek bir kişiliktir. “Türk’ün makûs talihini yenen” Lozan yapõcõsõnõn, dün- ya siyasal sahnesinde yer eden bir devletin ku- rucularõndan olduğu tarihsel gerçektir. “Bir diktatör konumundan demokrasiye geçişin eşsiz onuru” da İnönü’nün, ülke ve dünya ka- mu yönetimleri açõsõndan yorumlanan siyasal işlevidir (*) Nesnellik: Tarihin akõşõnda doğmuş her olay, nesnel ölçütlerde ele alõnõrsa sosyolojik bi- limsellik taşõr. Kurtuluş Savaşõ sürecinde em- peryalist dünya öylesine bir güç içindeydi ki, Asya-Afrika halklarõnõn sömürge olmaktan öte- de varlõklarõ yoktu. İstanbul yönetimi de em- peryalizme bağõmlõ siyasetin ardõna mevzi- lenmişti. İşte bu kötü gerçek, Anadolu’daki şan- lõ kalkõşma direnciyle kõrõldõ. Kurtuluş umu- dunun ilk utkularõ olan İnönü savaşlarõ kaza- nõlmasõydõ, bağõmsõzlõk yolunda onarõlmasõ güç felaketler yaşanõrdõ. Atatürk’ün; “İnönü meydanında yalnız düşmanın değil, ulusun ters dönmüş şansının da yenildiğini” dile ge- tiren ünlü kutlamasõyla, Nâzım Hikmet’in; “Muharebe beş gün beş gece sürdü/Kan gövdeyi götürdü” diyerek şiirleştirdiği utku, tarihin seyrine doğrudan müdahaledir. Yõllar sonra İnönü savaşlarõ, yurt ve ulus düşmanla- rõnca küçültülmeye çalõşõlacaktõ. Ama o tarihleri içeren ve emperyalistlerce bizzat tutulan res- mi arşivlerle birlikte “batı” basõnõ, İnönü sa- vaşlarõnõn önemini genişlikle kaydedecekti. “Sakarya” ve “Dumlupınar” utkularõ da yi- ne içerideki “hıyanet erbabınca” yapõlan ay- nõ küçümsemeden paylarõnõ alacaklardõ. Ama “mazlum uluslar” görkemli sonuçlarõ algõ- layabilecekler ve emperyalizm de yenilmez- liğini yitirecekti. “Misli görülmemiş bir başarı” niteleme- siyle Atatürk, Lozan Antlaşmasõ’na ilişkin ge- reken değer ölçütünü gösterirken, yine yõllar sonra bu ülkenin Sevr’cileri ortaya çõkarak; “Zafer mi hezimet mi?” tartõşmasõnõ yarat- maktan çekinmeyeceklerdi. Çünkü onlar, Lo- zan’õ imzalamaktan kaçõnan ABD ile “Sevr’in daha iyi olduğunu” öne süren AB’nin gü- nümüzdeki yeni “muhipleri” rolünü üstle- neceklerdi. Çetin zorluk ve yokluklarla elde edilerek ül- ke ve ulusa sonsuz onurlar getirmiş kazanõm- larõ nesnel ölçütlere dayandõrmak, mantõk açõsõndan zorunluluktur. Antiemperyalist bir karşõ koymaya öncülük eden; Atatürk, İnönü ve arkadaşlarõnõn tarihsel yerleri, takdirle anõmsanma olmalõdõr. Gerçek böylesine tutum gerektirirken, Cumhuriyeti kuran devrimci önder kadroyu, sadece; “tek parti, tek şef yö- netimi” nitelemesine tutsak etmek, değerbil- mezliktir. 1925, l930 ve l945 yõllarõnda “Şef’le- rin” önderlik ettikleri demokratik atõlõmlarõ bir kenara iterek, olaylarõ kendi koşullarõnda de- ğerlendirme gerçeğini hiçe saymaktõr. Ayrõca; içteki karşõdevrimci kaosun dõşla bağlarõnõ bile görmezlikten gelmek, rejimin kendi varlõğõnõ korumak için geçmiş tarihsel süreç içinde uyguladõğõ savunma hakkõnõ da yadsõmaktõr. Maurice Duverger’in bu dönem hakkõndaki saptama ve yargõlarõ, karalayõcõlarõn herhalde okuduklarõ bir bilgi kaynağõ olmasa gerektir. Duverger: “Parti içi demokrasiden” konu açtõktan sonra; “Totaliter bir yapıdan uzak ve çok partili yaşama geçmek için sü- rekli fırsat arayan” Türkiye’deki “mahçup tek parti” olayõnõ anlatmakta ve dünyadaki ör- neksemelere geçmektedir. İkinci Dünya Savaşõ sonrasõ: “Bizim tek noksanımız, çok partili siyasal rejimdir” di- yen İnönü’nün, bu süreçte yanõlgõlarõ vardõr. İlki, Cumhuriyet ve devrime sahip çõkacak, saf- satalardan arõnmõş bir toplumsal yapõnõn var ol- duğunu sanmasõdõr. Ama l950’de iktidar olan- lar, öncelikle İnönü’nün çõkarmak istediği toprak reformuna muhalefet edenlerdir. Onlarõ iktidar yapanlar da az topraklõ veya topraksõz kitlelerdir.“Hurafelerin” geçer akçe olduğu, din ve vicdan özgürlüğünün en yalõn şekilde saptõrõldõğõ, uyduculukta mütareke dönemle- rine yaklaşõlacak bir geleceği, İnönü kendi de- yişiyle; “Tahmin ve tasavvur dahi” edeme- miştir. İkinci yanõlgõ, emperyalizme birlikte kar- şõ çõktõğõmõz kuzey komşumuzun “üs” ve “toprak” istediği savõna inanmaktõr. Bu gerçek dõşõ propaganda, ABD cenahõnõ “cankurtaran” olarak göstermiş, Türkiye yalan rüzgârı eşliğinde Batõ’ya yönelmiştir. ABD’nin Karadeniz’e karşõ İkinci Dünya Sa- vaşõ’nõ izleyen günlerdeki yayõlma istemi, SSCB’nin tepki ve Türkiye’yi uyarmasõnõ içeren davranõşõyla birlikte, saptõrmalara dönüştürülmüştür. İnönü ve Türk halkõ, Mos- kova Büyükelçisi Sarper ve merkezdeki Er- kin’in elleriyle yanõltõlmõştõr. Erkin’in, İnönü’nün son başbakanlõğõndaki hükümette yer aldõktan sonra görevi biter bitmez, karşõt bir siyasal partiye geçmesi de uzun süre tartõşõlmõştõr. Çok partili yaşamda; başõna taşlar atõlan, linç edilmek istenilen ve hakaretlerle karşõlaşan İnö- nü, Atatürk’e saldõramayan Cumhuriyet ve dev- rim düşmanlarõnõn da güncel hõnç hedefidir. Ama 27 Mayõs döneminde olduğu gibi insa- ni jestler hep İnönü kaynaklõ olmuştur. Hukuk cinayeti olan “Deniz Gezmiş” olayõndaki tek doğru tavõr yine İnönü’ye aittir. Sonuç: İsmet İnönü; “Olayları sürekli bir mantık süzgecinden geçirdikten sonra yo- lunu çizer” (**). İnönü; “Namusluları en az namussuzlar kadar cesaret sahibi olmaya” çağõrõr. İnönü; “Varsın inkârlar dönemi üzerimde yaşansın” diyerek dayanõr. İnönü; “Yeni bir dünya kurulur, o dünyada Tür- kiye yerini alır” yaklaşõmõyla emperyalizme meydan okuduktan sonra siyasal komplolara ve suikastlara maruz kalõr. “Toprak işleye- nindir” düşüncesinden tutunuz da; “Serbest ekonomik düzenin, halkçı-devletçi yapıya tercih edildiğini gördükçe, halk hesabına şa- şıyorum” tutumuna değin, planlõ kalkõnma ta- raftarõ, toplumcu bir devlet adamõdõr. Ve ni- hayet İnönü, Atatürk’ün deyişiyle; “Büyük iş- lerin failidir”. (*) Rostow. (**) Bischoff. İsmet İnönü’yü Anarken... Ertuğrul KAZANCI Eğitimci-Hukukçu SAYFA CUMHURİYET 25 ARALIK 2008 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Biz Bizi Giydirenleri Biliyoruz Umran Sölez TAN E. İstanbul Ağõr Ceza Yargõcõ Bo yok! 4 kontör 1 dakika
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear