Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2C EVET/ HAYIR OKTAY AKBAL olaylar ve görüşler 27 HAZİRAN 2008 CUMA Obama Kandırması PENCERE Sonunda Postu Deldirdik... ahrolası zaman göz açıp kapayıncaya dek geçiyor, iki aydan fazla olmuş, en son bu köşede neler yazmışım?.. “Nalları dikmek” üzerine çeşitleme yapmışım... Demişim ki: “Yarın hekim takımı beni kesip biçecek, delip dikecek, peki, ne olacak?.. Gözümü tekrar açacak mıyım?.. Nalları dikmezsem.. Yine görüşürüz.. Dikersem, kusurlarımız affola...” (13 Nisan 2008) ? Nalları dikmedim... Kimisi bu deyişi sevmiyor, ama, halkımızın mizah yeteneğini vurgulayan içeriğine diyecek yok... Evet, az kalsın nalları dikiyordum... Peki, nasıl sıyırdım?.. Postu deldirerek... Gerçekte “postu deldirmek” nalları dikmenin bir başka biçimde vurgulanmasıdır; ama, benim olayımda anlamını değiştirdi... Vaktiyle Ziverbey miverbey, kalp malp, yürek mürek üzerinden epey vurgun yemiştim; bu kez Ergenekon mergenekon, savcı mavcı, polis molis, baskın maskın derken bir gece kendimi yine hastanede bulmayayım mı?.. Dediler ki: Seni kesip biçmek gerek... Kesip biçecek hekimin adı ne?.. Atıf Akçevin!.. ? Postu böylece deldirdik... Ameliyattan sonra baktım, Dr. Akçevin bacak bileğinden girmiş, kasıklara dek kesmiş, yetmemiş, iman tahtasını ikiye ayırmış, bizi kurtarmış... Haşat etmiş, ama, helal vallahi... Postun böylesine icabına bakıp adam kurtarmak her babayiğidin harcı değil... ? Ancak bu macerada öğrendiğim çok şey oldu; doktoruyla, hemşiresiyle, yöneticisiyle, bakıcısıyla bir takım oyununda ve insanlığın, uygarlığın, teknolojinin harmanında, can kurtarmak için gece gündüz süregelen bir seferberliğin gönüllülerini tanıdım... Hele hemşireler... İnsana insan bir ilişki kapsamında gösterilen özverinin içeriğine hemşirelik mesleğinde hiçbir ilkellik ve irtica nüfuz edemez... İnsan güzelliği, insanın yaptığı işte, eyleminde, davranışında somutlaşıyor... ? Peki, bu maceradan sonra geldiğimiz yer neresi?.. Her macera, hayatı daha iyi duyumsamak yolunda yaşayana bir derstir... Bu yolda öğrencilik bitmez... Nitekim eksik olmasınlar, çevredeki dostlar da durumun bilincindeler, söz birliği etmiş gibi anımsatıyorlar, sırtımı sıvazlayanlar da var: Hadi yine iyisin... Ne oldu?.. İyi oldu... Nasıl?.. Yenilendin... Yaaa?.. Seksenlerden altmışlara geldin, bundan sonra ya hey... Deme... İyisin iyisin, yenilendin... ? Durun bakalım... Nereden nereye geldiğimiz yazacağımız yazılardan belli olur... Gerçekten de dostluğun, sevmenin, sevilmenin, birliğin, beraberliğin gradosunu görmek, anlamak, duyumsamak, tadına varmak için de sınavlardan geçmek gerek... Hepinize yeniden merhaba diyorum... Hangi Tarafta Olmak... Şu duruma bir bakın!.. Silahlı Kuvvetler bildiri yayımlıyor. Anayasa Mahkemesi bildiri yayımlıyor. Yargıtay bildiri yayımlıyor. Danıştay bildiri yayımlıyor. Üniversiteler bildiri yayımlıyor. İşçi, işveren sendikaları bildiri yayımlıyor. Toplantılar, yürüyüşler, mitingler, “açız, yoksuluz” çığlıkları yeri göğü inletiyor... Bu arada da Başbakan ve yardımcıları ülkede işlerin yolunda gittiğini, ülkenin günden güne daha da yükseldiğini söylüyor, yardakçı basın da bütün gücüyle onlara alkış tutuyor! Durup dururken mi, Atatürk Cumhuriyetinin tüm anayasal kurumları söz birliği etmiş gibi, düşüncesini, endişesini, korkusunu duyurmak zorunda kalmakta!.. Bu ülkede sorumluluğunu bilen bir hükümet yok mu? ??? Kısa bir süre önce Marx’çı, Mao’cu geçinen “aydın”lar bugün tümüyle AK Parti denen, kapatıldı kapatılacak bir partinin koyu destekçisi. Varsa yoksa Tayyip Bey, Gül Bey, Mir Mehmet Bey vb. vb. derken oğullar, yeğenler, bilmem kimler? Bakıyorsun o gazeteden, o TV’den ötekine kaçıverenler! Dün övdüğüne bugün sövenler! Avrupa’nın üçüncü beşinci derece politikacılarının övgüsünü elde etmeyi marifet sayan bir yönetici kadrosu!.. ??? O büyük adam var ya, hani kimilerinin ‘sevmediği’ o adam, o Mustafa Kemal, “Ben bitaraf değilim, ben bir taraftayım” demişti. “Ben Cumhuriyetten, uygarlıktan, çağdaşlıktan, kültürden, insanlıktan tarafım” diyordu. Şimdiki “taraf”çılar gibi, dış çıkarların tarafında olanlar elbet onu anlamaz, sevmez, saygı bile duymak istemez... Dünyada benzeri görülmeyen bir durum bu! Ülkenin bütün aydınlık güçleri bir partiyi iyi niyetle uyarmak, sağduyuya çağırmak istiyor. Ama tuttuğu yolun yanlış olduğunu anlamaktan kaçınan bir kadro ise anayasa karşıtı davranışlarını sürdürmekte dirençli... Silahlı Kuvvetler, anayasal güçler, kurumlar, kuruluşlar, dernekler, sendikalar, üniversiteler, birlikler “Biz Atatürk’ün Cumhuriyetinden yanayız, o cumhuriyetin savunucusuyuz” diyor. Ama kendilerini yanlış hesaplara kaptırmış olanlar, ülkeyi, ulusu bambaşka bir yöne, bambaşka bir tarafa doğru sürüklemeye çalışıyor... N ew York: Yarı Afrika kökenli ve siyah deriliyle evli Barack Obama gibi biri Amerikan siyaset çekişmesinde ilk kez önde gelen iki partiden birinin başkan adayı konumuna oturdu. Bu bir yenilik sayılabilir. Yine siyah Powell ve Rice bakan olabilmişler, Jackson aday adayı aşamasından geri dönmüştü. Ancak Obama’nın başarısında ne ABD, ne de dünya için temel değişikliğin işaretleri var. Tam karşıtı, oradaki düzenin, değişim sözü veren, ama düzenden yana siyah derililere de gereksinimi var. Obama Beyaz Saray’a girecek olsa, birtakım sürümlük değişiklik önerilerinde bulunabilir de. Ne var ki, ne o köklü dönüşümlerden yanadır, ne de düzen onun böyle bir konuma gelip oturmasına izin verir. Benim bu yorumum onun yayımlanmış kitabında söylediklerine ve söylemediklerine dayanıyor. Sürümde uzun süre ilk sırada kalmış olan kitabının başlığı “Umudun Küstahlığı” diye çevrilebilir. İlk kitabı daha çok babasına ve çocukluğuna, bu ikincisi de siyasetteki deneyimlerine odaklanıyor. İkisi de anı ağırlıklı, ama ikincisinde siyasete ilişkin görüşleri oraya buraya serpiştirilmiş. Yazdıklarına ve yazmaktan kaçındıklarına bakarak Obama’nın Amerika’da ve dünyada günümüzdeki egemen düzenin savunucusu olduğu söylenebilir ve söylenmelidir. Özellikle rakibi Demokrat Parti’deki eleştirmenleri Obama’yı “aşırı, devrimci” bulabilirler. An Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV Obama tutuculukta McCain’den fazla farklı değildir. Ondan ve Bush’tan daha iyi konuşuyor ve yazıyor, meslekten avukat ve sonra da siyasetçi olduğundan, ağzı lâf yapıyor. Doğaçtan ve eğitimi nedeniyle, kendini dinletip sanki gerçek bir seçenekmiş gibi umut veriyor. cak Obama tutuculukta McCain’den fazla farklı değildir. Ondan ve Bush’tan daha iyi konuşuyor ve yazıyor, meslekten avukat ve sonra da siyasetçi olduğundan, ağzı laf yapıyor. Doğaçtan ve eğitimi nedeniyle, kendini dinletip sanki gerçek bir seçenekmiş gibi umut veriyor. Bu kandırmacaya değil, onun gerçek inançlarına bakalım. Önce, Obama sermayeci düzenin ve günümüz küreselleşmesinin hayranı. İlk ve ortaokul yıllarında kimi arkadaşlarının ve başkalarının kapitalizmi yermelerini “sorumsuzca” buluyor. İçte ve dışta sonuna dek sömürü demek olan küreselleşmenin kapılarını açan eski Başkan Reagan’ın “Amerikan halkının beklediğini” getirdiğini söylüyor. 1929 Büyük Ekonomik Bunalımı gelip çattığında o zamanki Başkan Roosevelt’in çöken kapitalizmi kurtarmak için başvurduğu “Yeni Yaklaşım” siyasetini bile bugün için fazla buluyor. Obama’ya göre düzenin açık ve gizli savunuculuğunda yasadışı işler de yapmış olan (ve kapitalizmin de emperyalizmin de iş bitiricilerinden) Bill Clinton’ı “yoksullukla savaşımda kişisel sorumluluk almış olan ve görmezden gelinmez biçimde ilerici” olarak alkışlıyor. Eşi Hillary de, ondan önceki Demokrat aday Senatör John Kerry de Obama’ya göre, “kapitalizmin erdemlerine ve Amerikan üstün ordusunun korunmasına inanmış” kişilermiş! Kendi partisine öğüdü şu: “Siyasette merkezden uzaklaşmayın, aşırı partizanlık yapmayın!” Ona bakılırsa, 1968 kuşağı aşırı sağı kamçılamıştır. Oysa Amerikan halkı “alçakgönüllüdür” ve fazla bir şey istemiyor. Varlığın yarısı en üstteki yüzde bire ait olduğu bugün de istemiyor? Ya da dünya nüfusunun yalnız yüzde 4’ünü oluşturan Amerika, çevreyi en az üçte bir oranda bozarken, bu denklemlere Obama’nın söyleyeceği yalnızca bunlar mı? Marx’a ve Yeni Sol akımına “kaçık” diyor. Kendi “gerçekçi”ymiş! Yani, tekelci sermaye ve emperyalizm yararına gerçekçi. Ona kalırsa, Amerika’da anayasanın da buyurduğu gibi bir “halk yönetimi” varmış. Amerikan tarihini de siyasetin gerçek işleyiş biçimini de iyi bilmediği kanısındayım. Adaylık savaşımını iyi kavramış. Para nasıl toplanır, nerelerde nasıl konuşulur, hangi örgütlü baskı kümelerine nasıl ödünler verilir, onları öğrenmiş. Ama Amerika’da ırk sorununun artık çözümlendiğini sanıyor. Hele kendi eşi ve siyah çocuklarıyla Beyaz Saray’a girdikten sonra. Ya dışarıda kalanlar? Onların işsizlik, sağlık, eğitim ve benzeri sorunları?.. Sorun daha 14’lük kızların McDonald’s’da kanserli yiyeceklerle midelerini doldurup duba gibi şişecek bozuk parayı ceplerinde bulundurmaları değil. Tekelci sermaye, ormanları, bitki ve hayvan türlerini yok ediyor, ekim alanlarını zehirliyor, doğayı yok ediyor, tüm kaynakları eline alıyor, başka ulusları tutsak ediyor, sürekli kan döküyor ve bunları özgürlük ve demokrasi uğruna yaptığını söylüyor. Obama bu konularda suskun. Ama “Ermeni soykırımı” diye bir şeyden birkaç kez söz etti. San Francisco’dayken New York’ta basılan ve Ermeni sorunuyla ilgili üç kitabımı ona verilmek üzere bıraktım. Ama Obama, benimkilerin yanında, Amerikan geçmişine ilişkin yanlışlarını da düzeltecek olan H. Zinc, J. Loewens, J. Feagin ve M. Brown gibilerinin yazdıklarını da okumalı. K HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu@mynet.com ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI kamilmasaraci?mynet.com İran’da Savaş Çoktan Başlamış eçen günlerde, üç yıldan sonra İran’ı bir kez daha ziyaret ettim ve günlük yaşamda neler olup bittiğini, insanların nelerden söz ettiğini az da olsa gözlemleme olanağı buldum. Tanık olduğum halin üzerinde durulmaya değer olduğunu düşünüyorum çünkü şu günlerde İran hakkında tedavülde dolaşanlar, bize sıradan insanların günlük kaygılarının neler olduğu konusunda pek de bilgi vermiyor. Hemen belirtmeliyim ki, ABD’nin savaş tehdidi, uzun süren sohbetlerin bir noktasında bir biçimde gündeme gelse de, hiçbir zaman gündemin en başında yer almıyor. Sıradan insanlar için, ülkelerine yöneltilmiş savaş tehdidi, bizlerin Irak savaşından söz etmemiz gibi bir şey. Öylesine uzak ve ötede yani. Gündemin ana maddesini, aslında bu savaş atmosferiyle çok sıkı bir ilişkisi bulunan ekonomik darboğaz oluşturuyor. Konuşmalar şaşırtıcı bir biçimde Türkiye insanının çarşı pazar sohbetlerine benziyor. Herkes benzine ne kadar ödediğinden, çayın fiyatının geçen yıl şu kadar bu yıl bu kadar olduğundan, etin fiyatının bir yılda nasıl fırladığından söz ediyor. Parasızlık, işsizlik, geçim sıkıntısı İranlılar için hiç değilse bu yüzüyle yeni, şaşırtıcı ve davetsiz bir misafir niteliğinde. Kuşkusuz ki işsizlik, enflasyon, yoksulluk gibi kavramlar İran için yeni şeyler değil. Halkın önemli G M. Bülent KILIÇ bir kesimi önceleri de ciddi bir geçim sıkıntısı içinde ayakta durmaya çalışıyordu. Ancak durum bu kez daha da farklı. Artık, tuzu kuru ve görece geniş orta sınıflar da bu süreçten nasibini almaya başlamış halde. Bu ani sıkışmanın en temel nedeni devletin savaş koşullarına hazırlık yapmak amacıyla benzin tüketimine belli kısıtlamalar getirmiş olması. Sürücüler devletin vermiş olduğu çipli kartlarla istasyonlardan aldıklarını tüketip kendilerine ayrılmış kotanın üzerine çıktıklarında, benzini artık fiyatının dört katına satın alabiliyorlar. Buysa, benzini yıllar yılı sudan ucuza alıp hovardaca kullanan İran halkı için tam bir şok anlamına geliyor. İşte fiyatlar tam da bu noktada yükseliyor. Aslında süreç, birkaç yıl önce ABD’nin tehditlerinin doruğa çıkmasıyla başlamıştı. O günlerde halk, İranIrak savaşı döneminden de kalma bir alışkanlıkla, yiyecek stoku yapmaya başlamış, ardından da her koşulda iş göreceğine inanılan altına yönelinmişti. Hatta bu durum Türkiye’deki altın fiyatlarının bile yükselmesiyle sonuçlanmıştı. Bugün sıradan halkın önemli şikâyet konularından biri de, zenginlerin savaş olasılığını göz önüne alarak paralarını yurtdışına kaçırmaları… Bütün bu olup bitenlerin, yaşanan ekonomik daralmanın günlük yaşama yansımalarıysa bir hayli can sıkıcı. Çünkü bu, benim gibi sıradan bir gözlemci için bile, gözle görülür bir şey olmuş durumda. Artan geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısı, günlük hayattaki dillere destan İran nezaketinin ve misafirperverliğinin yerini hızla üçkağıtçılığın, kazıkçılığın, madrabazlığın almaya başlamasıyla sonuçlanmış. Türkiye’de uzun yıllardır bin bir türünü göre göre artık kanıksadığımız bu olumsuzlukların, bu ülkede de bunca hızla çoğalıyor olması sahiden acı geliyor. Bugünün İran’ı, ülkelerin moral değerlerindeki çöküntünün asıl gerekçesinin ezici bir üstünlükle ekonominin kötü gidişatında olduğu gerçeğini kavramak için ideal bir model. Bütün bu kötü gidişatı mevcut İslami rejime bağlamak işin kolaycılığına kaçmak olur. İran’da ekonominin, hele de savaş olasılığı hâlâ böylesine gündemdeyken, kendisini kolayca toparlayabilmesi pek mümkün gözükmüyor. Bu yüzden işlerin daha da kötüye gitmesi olasılığı güçleniyor. Ahmedinejad yönetimi ile birlikte doruğa çıkan ABD tehdidinin, belli bir süre ulusal bir kenetlenmeye değilse bile yakınlaşmaya neden olduğu doğruysa da, bu milliyetçi ağrı kesicinin etkisinin azalmasıyla birlikte, ekonomideki kötü hal nedeniyle, muhalefeti güçlendiren bir öğeye dönüşmesi olasıdır. Yine de, sıradan İran insanının ABD’nin saldıracağına pek de inanmadığını, ABD’nin bunca gözü kara olacağını düşünmediğini belirtelim. Böylesi bir saldırı gerçekleşse bile halk, bunun sonuçlarının hiçbir biçimde Afganistan’a veya Irak’a benzemeyeceği konusunda hemfikir. Ancak benim bir sorunum var: Başta ABD olmak üzere pek çok büyük ülkeye meydan okuyan, İsrail’i haritadan silmekten söz eden, nükleer çağına girmiş, dünyanın haylaz çocuğu İran’ın bu imajı, sözgelimi ordunun sıradan erlerinde gördüğüm disiplinsizlik, zihnimde bir kısa devrenin oluşmasına neden oluyor. Bir türlü, parklarda bankların üzerine yan gelip yatmış ya da bir motosiklet üzerinde dördüncü kişi olarak yolculuk yapmakta olan o İran askerinin “üçüncü dünya”ya özgü imajıyla, ülkenin meydan okuyuculuğunu, azametini bir araya getiremiyorum. Bir şey açık ki savaş çoktan başlamış durumda ve bunun bedelini de en ağır biçimde yoksul emekçi kesimler ödüyor. Üstelik sadece ekonomik olarak değil, moral değerlerindeki müthiş bozulma ve çürümeyle de…