06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 Gazetemiz yazarı Cüneyt Arcayürek yeni kitabında karşıdevrim hareketlerini tüm netliğiyle ortaya koyuyor C haberler SÖZDEN YAZIYA GÜRAY ÖZ 29 ŞUBAT 2008 CUMA Atatürk’ten sonra Türkiye Fırat KOZOK ANKARA Gazetemiz yazarı Cüneyt Arcayürek’in “Atatürk’ten Sonra Bugünlere Nasıl Geldik?” adlı yeni kitabı, Detay Yayıncılık’tan çıktı. Arcayürek, kitabında Atatürk’ün ölümünden sonra gelip geçen iktidarların din ve dincilere verdikleri ödünleri, karşıdevrim hareketlerini tüm netliğiyle ortaya koyuyor. Arcayürek’le yaptığımız söyleşi; Atatürk’ten sonra bugünlere nasıl geldiğimize ancak bir fikir verebilir. 1938’de başlayan, hâlâ süren karşıdevrim hareketlerinin içeriğine ancak Arcayürek’in bu son kitabı okunarak inilebilir. Arcayürek’le söyleştik. Sorduk, yanıtladı: Sizi böyle bir kitap yazmaya yönelten etkenler nedir? 196070, 197080, 802002 tarihleri arasında gelip geçen bütün iktidarlar döneminde karşıdevrimi hazırlayan hareketler, uygulamalar görüldü. Türkiye, çağdaşlıktan, aydınlanma döneminden ve Atatürk’ün ölümünden bugüne uzanan süreçte ve şimdi AKP aracılığıyla Batı’nın ve ABD’nin desteği ile çağdaşlıktan ve laiklikten uzaklaşıyor. Bu kitapta, bu noktaya nasıl geldiğimizi anlatmaya çalışıyorum. Atatürk’ten sonra gelen ayrımsız bütün iktidarların bu noktaya gelişimizde payı var. Bilinen somut olaylar, uygulamalar, değerli kimi bilim adamlarının kitapları ve yazdıkları bu gerçeğin yadsınmasına izin vermeyecek nitelik ve içeriktedir. Hurafenin Özgürlükle Nafile Aşkı si yok mu? Tüketim, daha fazla tüketim, ne pahasına olursa olsun, başkasının toprağı, başkasının üretimi, başkasının parasıyla tüketim parolasıyla sürekli büyümüş ABD ekonomisi tökezliyor. En son Fed’in eski başkanı Greenspan da “Buraya kadarmış” dedi. ABD ekonomisi durgunlaştığında birbirine bağlı ekonomiler, hele hele şu küreselleşme çağında hızla etkilenirler. Finans dünyası, reel ekonomiler tehlike çanlarını çalar, çare arayışına girişirler. Türkiye’nin başına ise öyle bir yeni yetme, görgüsüz sermaye grubu musallat oldu ki ne söylesen kös dinliyor. “Zaman kısalıyor ne götürsek kâr” diye düşünen cemaat sermayesi, geri bir kültürün telaşlı aculluğu içindedir. Oysa gerçek gün gibi ortada. Tehlike büyük. ABD’nin besleyip büyüttüğü, Irak işgalinden sonra tümüyle yakın denetimine aldığı etnik sorunumuz yeni bir aşamaya yükseltildi. Askeri harekât tüm gündemi sis içinde bıraktı. Ama bu, gerçeği değiştirmiyor ki. Bir yandan hurafenin egemenliğini “özgürlük” diye yutturma girişimi, liberal olduklarını zanneden muhafazakâr aydınların desteğinde ilerlerken, ekonomi korkulu bir rüyanın içine dalmak üzeredir. Büyük sermaye bu nedenle cemaat sermayesinin köşe bucak tutmasından, akılsız siyasetinden tedirgin. Kürsülerden manzume okuyarak devlet yöneten zihniyetse başka âlemlerdedir. ??? Türkiye aklın iflas ettiği bir noktaya sürüklendi. Küresel dünyanın patronlarının Türkiye’ye biçtiği roller gittikçe netleşiyor. Ekonomide geçici, manipüle edilmiş makro rakamlarla gözü boyanmış insanlar, ceplerindeki beş kuruşun da uçup gideceği günlerin korkusu içindedirler. Türkiye, emperyalistlerin her dediğine “evet” diyen siyasetçileriyle krizin göbeğine düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Öyle ülkeler kendilerine ne denilirse onu yaparlar. Öyle de yapıyorlar zaten [email protected] G azetemiz yazarı Cüneyt Arcayürek’in “Atatürk’ten Sonra Bugünlere Nasıl Geldik?” adlı yeni kitabı, Detay Yayıncılık’tan çıktı. Arcayürek’le yaptığımız söyleşi; Atatürk’ten sonra bugünlere nasıl geldiğimize dair ancak bir fikir verebilir. 1938’de başlayan, hâlâ süren karşıdevrim hareketlerinin içeriğine ancak Arcayürek’in bu son kitabı okunarak inilebilir. Arcayürek söyleşimizde gelinen noktada tüm iktidarların ayrımsız payı olduğunu vurgulayarak “Aslında bugünlere nasıl geldiğimizi kavrayabilmek için Atatürk’ü anlamak gerekiyor” diyor. ATATÜRK’Ü ANLAMAK Aslında bugünlere nasıl geldiğimizi kavrayabilmek için Atatürk’ü anlamak gerekiyor. Mustafa Kemal Paşa’nın eğitimde, toplumsal yaşamdaki devrimlerinde ön planda tuttuğu koşul, çağdaş bir devlete kavuşabilmenin birinci koşulu, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması oldu. Dinin siyasete alet edilmesinin getirdiği zararları gidermek için yapılması gerekeni gösterdi. Siyasetçilerin, dini oy ve başka yararlar uğruna bir sömürü aracı gibi kullanmasını önleyecek önlemleri aldı. Bir konuşmasında Mustafa Kemal şöyle dedi: “Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanın emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz, düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz sadece din işlerini millet ve devlet işlerine karıştırmamaya çalışıyoruz. Kaste ve fiile dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz ve buna asla meydan vermeyeceğiz.” Başka bir gün Millet Meclisi kürsüsünden TBMM’yi açış konuşmasında milletin vekillerine şöyle seslendi: “İslam dini, asırlardan beri alışageldiği veçhile bir siyaset vasıtasını mevkiinden uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Mukaddes ve tanrısal inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan, her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasattan ve siyasetin bütün kısımlarından bir an evvel ve kati şekilde kurtarmak milletin dünyevi ve uhrevi saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüksekliği belirir...” Bu kitabın yazılmasındaki temel fikir, Mustafa Kemal’in ülkeyi aydınlığa çıkaran bu konuşmalarını anımsatmak ve Mustafa Kemal’den sonra, özenle kurduğu laik devlette laikliğin içini boşaltmaya yönelenlerin serüvenlerini anlatmaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün, eğitime, din konusuna, laikliği temel bir ilkeye dönüştürme çabalarına nasıl baktığınızı örneklerle anlatma gereksinimi neden duydunuz? Bugün iktidarın başında olan kişinin geçmişi, çağdaşlıktan uzaklaştırılmak istediği bir ülke portresi çiziyor. RTE: “...Biz, referansı İslam olan Türkiye’yi temsil ediyoruz. Yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’de başka bir şey olur mu?..” Bir başkası, “...Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıllık tarihine baktığımızda rejimin yüz akı ile çıktığını söyleyemeyiz...” Bir diğeri, “...Türkiye Cumhuriyeti 1923’ten bu yana sürekli gerileyiş içindedir. Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcanmış bir zamandır”, “Bize göre demokrasi amaç değil araçtır. Hangi sisteme girmek istiyorsanız, bu düzenin seçiminde bir araçtır...” Bütün bunları söyleyen adam, elbetteki amaçlarının bu söyledikleri olduğunu gizlemeye çalışıyor. Türbanı anayasa konusu yapmak suretiyle anayasaya ilk kez dinci bir madde girmesini sağlıyor. Bu, anayasada dinci kafasına uygun maddeleri aradığına bir işaret. Benim yargım bu. Atatürk’ün, Cumhuriyet’in ilan edilmesinden hemen sonra İsmet Paşa’yı (İnönü’yü) başbakanlığa getirmesindeki neden ne olabilir? Kitabınızda bu konuyu çok geniş işliyorsunuz? başbakan olarak İsmet İnönü’yü seçti. Belki de kimileri tarafından beğenilmeyecek bir değerlendirmem var; kitapta uzun uzun anlatıyorum. Atatürk, cumhuriyeti kurduktan sonra, güvendiği iki insana çok önemli iki görev verdi. Biri, ulusal savaş sırasında önemli hizmetler gören İsmet Paşa idi. İkinci adam, kendisi dışında mareşalliğe layık gördüğü general Fevzi Çakmak... Atatürk döneminde ve sonra, ikinci bir Atatürk yok! Atatürk’ün seçtiği, görev verdiği ama güvendiği insanlar var. Falih Rıfkı Atay’ın bir kitabında yazdığı gibi Atatürk; İsmet Paşa’ya devrimlerin uygulanması ve fakir, fukara cumhuriyetin kalkındırılması görevlerini verdi. Mareşal Çakmak’la ordunun nabzını elinde tuttu. İnönü hakkındaki değerlendirmeleriniz neler? İsmet İnönü, kuşku yok Cumhuriyet tarihimizde çok önemli ve değerli yeri olan bir devlet adamıdır. Kitapta ayrıntılarıyla görülecektir. İnönü’nün yaşamını ben dört bölümde irdeliyorum. Birinci dönem, yabancı güçler ülkeyi işgal etmiş. Bu dönem bence İsmet Bey’in karamsarlık dönemi... Sıvas Kongresi sürüyor. Atatürk, cumhuriyetin temellerini adım adım atıyor. Kongre sırasında İsmet Bey, arkadaşı Kâzım Karabekir’e gönderdiği mektupta Amerikan mandası istiyor. Atatürk, Nutuk’ta İnönü’nün bu yanına hiç değinmez, ona değer vermektedir, başbakanıdır. İsmet Paşa da zaten ulusal savaşa katılarak Atatürk’e olan bağlılığını ispat etmiştir. İnönü’nün ikinci dönemi, Atatürk’ün ölümüne kadar geçen yıllardaki cumhuriyete önemli hizmetlerini içerir. Üçüncü dönem ise Atatürk’ün ölümünden hemen sonra, 1938’den başlayan ve İnönü’nün Cumhurbaşkanı olarak 1950’ye kadar tek başına Milli Şef olarak hükümran olduğu dönemdeki gelişmelerdir. Ne ki bu dönem Atatürk karşıtlarının devlet yönetimine dönüşü devrimlerine karşı hareketlerin başladığı yıllardır. Özellikle 1946’dan sonra, din konusunda verilen ödünler, karşıdevrim hareketlerinin başlangıcıdır. İnönü’nün yaşamının son dönemi, 1950’den ölümüne kadar geçen dönemdir ve bu dönemde demokrasinin yerleşmesi, DP’nin demokrasi anlayışına karşı verdiği savaşımların ilginç, renkli dönemidir. İlahiyat Fakültesi açıldı. Ya Atatürk’ün tam bağımsızlıkla ilgili öngörüleri? Atatürk, bağımsızlık konusundaki kesin görüşünü şöyle açıklıyor: “...Tam bağımsızlık elbette siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir.” Atatürk siyasi vasiyet bırakmadı. Atatürk, bağımsızlığın sınırlarını çok net çizdi. Ama 1938’de İnönü’nün cumhurbaşkanlığı zamanında ilk önce İngiliz ve Fransızlarla bir anlaşma imzalandı. O sırada ABD’lilerle de kredi, silah anlaşmalarının yanı sıra eğitime el atma olanağını tanıyan anlaşmalar yapıldı. Bunlar Atatürk devrimlerine ve bağımsızlık anlayışına aykırı ve ölümünden hemen sonra gerçekleştirilen uygulamalardı. İnönü, devrimlerden ödün verirken neye güveniyordu ve yanılgısı neydi? 1950 seçimlerinde CHP yine tek başına iktidara gelecekti... Seçimlerde DP’nin nispi usulün uygulanmasını isteyen önerilerine boş verdi, çoğunluk sistemini uyguladı. Ancak bu sistem İsmet İnönü’nün iktidarlarına bir daha geri dönmemek üzere son verdi. Falih Rıfkı Atay 1969’da bir yazısında, cumhurbaşkanıyken İnönü’nün din konusundaki ödünlere yol açan girişimlerine karşı yapılan önemli bir uyarıya nasıl yanıt verdiğini yazıyor. Genelkurmay’dan Cumhurbaşkanlığı’na haber getiren yüksek rütbeli subay, İnönü’nün odasına girer. İnönü, “Havadisi nasıl buluyorsun?” diye masanın üstündeki gazetenin birinci sayfasındaki altı sütunluk başlığı gösterir. Başlık imam hatip okullarının açıldığını haber vermektedir. Subay, “Korkarım paşam!” der. “Neden korkuyorsun? Millet böyle istiyor.” Subay tekrarlar: “Korkarım paşam!” “Korkma” der İnönü, “üç beş gün içinde evirir çevirir bir yoluna koyarız...” İşte İnönü’ye egemen olan görüş 1950’den önce buydu ve tek başına tekrar iktidara geleceğini düşündüğü için, karşıdevrim hareketlerini daha fazla gelişmeden önleyebileceğine inanıyordu. Tabii evdeki hesap çarşıya uymadı. ydınlanma, insanın gelişimini öte dünya korkularına, ödüllerine bağlamayan bir dünya görüşüdür. Aklın bilimle diyalektik ilişkisinin doğal ürünüdür. İnsan aklı, yüzyıllar boyu gelişmenin sırrını simyada, metafizikte, dinin emirlerinde aradı. Bilimin gelişimi, insanoğlunun içgüdüsel yatkınlığı ve bireysel kahramanlıklarıyla, her şeye rağmen sürerken, muhafazakâr direniş insanları sonsuza kadar hurafenin boyunduruğunda tutmanın yollarını aramaktan vazgeçmedi. Aklın bilimle aşkı, gelişimin hızını, ivmesini arttırdı. Burada ekonominin gereksinimlerinin büyük bir rol oynadığını, sermayenin dünya görüşüyle, iktidar mücadelesiyle aklın, bilimin yolunda yürümeyi kendine şiar edindiğini unutmamak gerekir. Nereye kadar? ??? Sermaye bencildir. İnsanların “refahı”, sermayenin kazanma hırsının bir türevi olduğu sürece makbuldür, istenen bir şeydir. Ama herkes için, her zaman değil. Sermayenin akılla olduğu kadar hurafeyle de flörtten vazgeçmediğini, devletlerin, özellikle de emperyalistlerin işi kırıma, yıkıma, savaşa çok kolayca dönüştürebildiğini son iki büyük savaşla öğrenmiş, sonra da hızla unutmuştuk. ABD’nin neoconları yeniden hatırlattılar. Şimdi emperyalist sermaye akılla ilişkisini zayıflatmış, bilimi teknolojiye indirgemiş, kitlelerin bilimle alışverişini sıfırlamaya da özel önem vermeye başlamıştır. O nedenle etnik nedenlere dayalı savaşları kışkırtmaya, hurafenin egemenliğine “özgürlük” adı vermeye, aklın bilimle diyalektiğini, dinin teknolojiyle tüketime endeksli beraberliğine indirgemeye çalışıyorlar. ??? Türkiye bu işin önemli laboratuvarlarından birine dönüştü. Gerçekte bütün zayıf halkalar deneme tahtasına çevrilmiştir. Kosova gibi, Karabağ gibi, Afganistan, Pakistan gibi... Ortadoğu ise tarih boyu böylesi denemelerin alanı olma bahtsızlığının yeni bir evresindedir. Peki bu durumun, bu kumpasın anlaşılmasının bir yolu, çarkın kırılmasının bir çare A DİNE VERİLEN ÖDÜN den kazandığını araştırmaya başlıyor ve CHP, DP’nin bu illerde halkın dinle ilgili duygularını kışkırtacak eylemler, konuşmalar yaptığını görüyor. CHP’de büyük bir telaş... Parti kurultayı din konusuna artık partinin önem vermesini, gençliği düştüğü etik zafiyetinden kurtarmak için artık dine önem verilmesini, din okullarının yeniden açılmasını içeren istekleri karara bağlıyor. Zaten CHP Meclis grubunda da genel merkezde de aynı yargılar egemen. İnönü’nün gözdesi Nihat Erim.. yanında Tahsin Banguoğlu ve Reşat Şemsettin Sirer. Nihat Erim, DP’ye kayan oyları geri almak amacıyla din konusunda verilmesini gerekli gördüğü ödünleri İsmet Paşa’ya getiriyor. Parti ve ülke içindeki gelişmeleri dikkatle izleyen İsmet Paşa, Çankaya’da bir gece düzenlediği bir toplantıda, önüne gelen dinle ilgili önlemlere “yatkın” olduğunu söylüyor ve din konusundaki ödünlerin perdesi açılıyor. Tabii kitapta bu süreç çok ayrıntılı biçimde yer alıyor. Bu tarihten itibaren neler oldu? 15 Şubat 1949’da ilkokullarda isteğe bağlı olarak din derslerine başlandı. Bu tarihte ve öncesinde diğer dinsel ödünler gündeme geldi. 1 Mart 1950’de Milli Şef İnönü’nün önderliğinde CHP’nin tek başına iktidarda olduğu tarihte hükümet, Atatürk’ün çıkarttığı Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına Dair 677 Sayılı Yasa’yı yürürlükten kaldırdı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar Milli Eğitim Bakanlığı’nca halka açıldı. İlk aşamada açılan türbe sayısı 19. 12 Nisan 1950’de Mareşal Fevzi Çakmak için düzenlenen cenaze töreninde gericiler dini siyasete alet ederek gövde gösterisi yaptı. 19481949 yıllarında ilkokullara, ailelerin isteğine bağlı olmak koşuluyla, okul içinde ve ders saatleri dışında din dersleri konuldu. MEB’e bağlı İmam Hatip Yetiştirme Kursları açıldı, sonradan okula dönüştürüldü. Ankara Üniversitesi’ne bağlı Sonra?.. Sonrası malumu ilan... Kitapta DP’nin 1950’lerde dine verdiği ödünlerle karşıdevrim hareketlerinin çok geniş mesafeler aldığını gösteren olaylar ayrıntılarıyla anlatılıyor ama, kısaca değineyim; ilk hamlede anayasadaki Türkçeleşmeyi Arapça sözcüklerine dönüştürdü ve daha sonra Türkçe okunan ezanın Arapça okunmasını sağladı. Haziran 1950’de Adnan Menderes, karşıdevrim hareketlerine malzeme olacak dinle ilgili ödünlerin başlangıcını şu cümleyle ifade etti: “Millete mal olmuş inkılaplarımızı saklı tutacağız” dedi. Atatürk’ün son başbakanı, cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın desteğindeki Başbakan Menderes’e göre “millete mal olan inkılaplar var, millete mal olmamış inkılaplar var” demekti. Yani DP iktidarı oy uğruna, bugün olduğu gibi “halk istiyor” diyerek karşıdevrimlerin sürüp gideceğine inancını açıklamış oluyordu. Gülen’in Kenan Evren sevgisi Demirel’i izleyen dönemler… 12 Eylül ve ülkeye tam on yıl egemen olan Kenan Evren dönemi? Ayrıntılara girmeden 1982’yi anımsayalım. Yeni bir anayasa yapılıyor. Son karar, 5 orgeneralden kurulu Milli Güvenlik Konseyi’nin. Orada Kenan Evren aldığı mektuplarda halkın, çocuklarının din konusunda bilgi sahibi olmadıklarından şikâyet ettiğini söyledi ve anayasaya din derslerinin zorunlu olduğu hükmünün girmesini sağladı. Bu hareketini Fethullah Gülen nasıl karşıladı biliyor musunuz? “Kenan Evren bu hareketiyle cennetliktir” dedi. Üstelik, halka yaptığı konuşmalarda, yeri var ya da yok düşünmeden Kuran’dan ayet okumayı da âdet edindi. Gelelim Turgut Özal dönemine? Bu dönemde de karşıdevrim hareketini besleyen uygulamalar sürdü, serpildi ve... Tarikatçılık devlet içinde resmiyet kazandı. “Atatürk’ten sonra 1938’den sonraki süreç, 2002’de dinci bir partinin, AKP’nin tek başına iktidara gelmesini sağladı” diyorsunuz, bunu açar mısınız? 2002 seçimlerine Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki üçlü koalisyonla girdik. Bu koalisyon döneminde banka hortumlamalarından, yolsuzluktan, ekonomik krizlerden, sosyal patlamalardan ve maalesef ağır bir hastalık geçirdiği halde başbakanlıkta Ecevit’in ısrar etmesi gibi bir süreçten bıkıp usanan ulus sandığa gitti. RTE bu çarpık gidişi çok iyi kullandı. Halkın başarısız ve güncel hayatını son derece olumsuz bir şekilde etkileyen icraatından yararlandı ve geçmişini inkâr eden bir tutum sergiledi, yenilikçiymiş gibi göründü. Dini duyguları da kullanarak dinci bir parti olan AKP’yi tek başına iktidara getirdi. AKP’nin genel başkanı, Başbakan laik devleti dinci bir devlete dönüştürme eğiliminde olmadıklarını göstermek için 2002’de ilan ettikleri parti programını tanık gösteriyor. İnandırıcı mı? Söylenene değil, yaptığına bakalım. Bir özdeyişle bu işi kapatalım; rafta dolma var, yersen! Elbette bu özet kitabınızın ancak tanıtımını sağlayabilir. 19382008 arasındaki süreci anılarla, kimi belge niteliğindeki yazılarla anlattığınız kitabı okumak benim yargıma göre daha yararlı olacak. DEMİREL’LE İVME KAZANDI Süleyman Demirel dönemlerinde bu süreç nasıl bir ivme kazandı? 1965 yılında tek başına iktidara gelen Adalet Partisi’nin genel başkanı Süleyman Demirel başbakanlığa oturdu. İlk icraatı Hacı Bayram Camisi’ne Başbakanlık makam aracıyla gitmek oldu. Neden sorusuna yanıtı, “Ben camiye rahatça gidebiliyorsam, mütedeyyin insanlar da rahatça gitmelidir” oldu. Demirel, 10 yılı aşan iktidar dönemlerinde kimi büyük yatırımlara imza atmasına attı ama, aynı zamanda bir başka dinci partinin “bizim arka bahçemiz” dediği imam hatip okullarını açmada, türbana ruhsat vermede gelmiş geçmiş en büyük rekora da sahip oldu. Döneminde açılan imam hatiplerin sayısı 327. Son günlerde Sayın Demirel’in ulusun köktendinci kaygısına kapıldığını söyleyen demeçlerini anımsatalım. Demek ki Sayın Demirel, karşı devrim hareketlerinin ivme kazanması sürecinde kendisini görmüyor! DP’NİN ÖYKÜSÜ Kitabınızda canlı örnekler verdiğiniz, 19461950 arası dönem nasıl başladı? 1946’da bir genel seçim yapılıyor. Yeni kurulan Demokrat Parti sadece 16 ilde seçimlere girebiliyor. Ama ezici bir galibiyet kazanıyor bu illerde. DP, sandıkta yapılan kimi oyunlarla CHP’nin tekrar işbaşına geldiğini iddia ediyor. CHP, DP’nin bu illerde ne BAZILARI BEĞENMESE DE... 29 Ekim 1923’te cumhuriyeti ilan ettiği gün, yeni, çok genç cumhuriyete
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle