04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 48. Uluslararası Nasreddin Hoca Şenliği, Akşehirlilere sanat dolu günler yaşattı C kültür 20 TEMMUZ 2007 CUMA Dünyanın gülmece başkenti Selcen AKSEL ünyanın Ortası Gülmece Başkenti’ Akşehir’de bu yıl 48. kez yapılan Nasreddin Hoca Kültür ve Sanat Festivali temmuz ayında kente hareketli günler yaşattı. Şenlik, 2008’deki Hoca’nın 800. doğum yıldönümü kutlamaları öncesinde, yapılmak istenenleriyle yapılabilecekler konusunu da ele alıyordu bu kez. Çoğu kent sakiniyle birlikte büyüyen şenlik bu yıl da müzisyenler, tiyatrocular, araştırmacılar, dansçıları, tiyatrocuların gösterileriyle eğlenceye, sanata yakın bir beş gün yaşattı onlara. Açılan Nasreddin Hoca Etnografya Müzesi şenliğe özel bir boyut kattı. Bu müze binası eskiden bir bey konağı imiş; iki katlı, avlulu bu güzel eski Türk evinin incelikli bir çalışmayla böyle de LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Samanlığı Seyran Eden Aşk renlerin sayısının çok olduğu günümüzde, FelixBrowne’a “El Kaide sempatizanı” muamelesi çekilmeyeceği ne malum? Hanımefendi, en azından çoğunluk tarafından pek de hayırlı bulunmayan bir “imaj”ı, “aşkı uğruna” üstelenecek kadar cesur biri. ABD’lilerin, Batı ülkelerinin istihbarat kurumlarının peşinde koştuğu bir adamın akrabası olmayı seçmeye kamuoyunun kayıtsız kalmaması doğal. Ama dediğim gibi, beni şaşırtan, torunları da olduğu söylenen gelinin kayınpederinin Usame Bin Ladin olması değil, ikinci kadınlığı kabul etmesi. Ömer Efendi’nin bir başka eşi daha var, dini nikahlı yeni gelin onun üzerine kuma gidiyor. Usame Bin Ladin’e gelin vermenin şaşkınlığından mıdır nedir, İngiliz medyasında bu yönde bir değerlendirmeye –varsa da rastlamadım ben. Aşk, bu belki de. Ama, insanı özgürlüklerinden uzaklaştıran bir aşka yakın durmam mümkün değil doğrusunu isterseniz. Bu yeni gelin, Usame’nin gelini olarak değil, “ikinci kadın” olmayı seçerek kendini “terörize” etmiş zaten. Tabii ki “terör”dür. FelixBrowne’un “yeni konumunu” gönüllü olarak kabul etmesi aşkın sürmesi için bir koşuldu mutlaka. Koşul “terör”ü doğurmuştur. Fedakarlık yapanın yine kadın olduğu ortada. Gelinin kabul ettiği “verili alanı”, yani ikinci olma konumunu belirleyen Ömer de, kadınların yaşam biçimlerini kendine uyduran “erkek egemen anlayışın teröristi”dir diyeceğim, aşırı bir tanımlama olacak. Sosyal alanda kutuplaşmaların kodlarına uymayan bir evlilik gibi görülse de, gelinin bence olağanüstü fedakarlığıyla “şaşırtıcı” olan bir birlikteliktir bu. Söylenecek bir söz yok. Şaşılacak bir şey de yok. Usame’nin ABD’deki akrabalarının Bush ailesiyle ortak ticaret yapmasına şaşırmış mıydık ki? Ömer’i babasından ötürü yargılamak da, kabul edersiniz ki, anlamsız. Böyle yapmaya başlarsak, babalarının günahından sorumlu tutacağımız dünya kadar insan buluruz karşımızda. Bush’un da çocukları var, anımsatırım. [email protected] ‘D nin birçok maddesi ve şartı olduğunu hatırlatarak bunlar üzerine bilgi de verdi. Önümüzdeki yıl SOKÜM toplantısının İstanbul’da yapılmasının söz konusu olduğunu söyleyen Oğuz, bu sözleşemeye 27 Mart 2006’da taraf olan Türkiye’nin bugün 24 ülkenin yer aldığı Hükümetlerarası Komite’nin üyesi olarak bu konuda yapabileceği çok şey olduğunu vurguladı. Nasreddin Hoca üzerine panellerde yalnızca ülkemizden değil, yurtdışından da araşırmacılar söz aldı. Türkolog ya da halkbilimci, bu kişilerin büyük ilgisi, ve yurtdışında Hoca’nın tanınmışlık derecesi dikkat çekiciydi. Festivale katılan Çek Cumhuriyeti halk dansları topluluğu. ğerlendirilmesinde emeği ve sözü geçen herkese ve kuruma teşekkür etmek gerek. Sıkça konuşulan bir konu da göllerin haliydi. ASREDDİN HOCA UNESCO’NUN LİSTESİNE ADAY ‘Somut Olmayan Miras ve Nasreddin Hoca’ başlıklı panelde, bu listenin oluşturulmasında öncü ve yürütücü kuruluş UNESCO’nun iki temsilcisi, Prof. Dr. Öcal Oğuz (UNESCO Türkiye Milli Komite Üyesi) ve Nebi Özdemir konuştular. Kısaca SOKÜM olarak adlandırılan bu girişim hakkında bilgi veren Oğuz, ülkemiz kültüründen bu listeye giren olguları hatırlattı ve Nasreddin Hoca’nın kimliği, yansıttığı düşünce biçimiyle bu listeye başvurusu üzerine görüşlerini paylaştı. Oğuz, böyle değerlerimizi ‘yaşayabilir kılmak, yeniden üretmenin’ önemini, yaygın ve örgün eğitimde Nasreddin Hoca gibi özgün varlıklarımızı yeterince tanıtamadığımızdan bunun zorlaştığını belirtti. Bu listeye Nasreddin Hoca ile başvurmuş olmamız noktasında, Oğuz, “Şehir tarafından içselleştirilmiş olan bu değerin, dünyaya ait bir miras olarak nereye yerleştirebileceği” sorusuna yanıt aramamız ve gereken süreçleri başlatmamız gerektiğini vurguladı. Oğuz, “Nasreddin Hoca bizimdir diyen yerler var” derken mekânla bu kimliği özdeşleştirmenin önemine değindi ve “Akşehir, Nasreddin Hoca’yla birlikte bir kültür mekânı olmayı hak ediyor” dedi. Ona göre, Akşehir Gölü’nün bugün tamamıyla kurumuş olması bu çerçevede de olumsuz bir etkiye sahip. Oğuz, “Dünya’nın her yerine götürülebilir ya da tüm Dünya insanlarının buluşup kendini iyi hissedebileceği” somut olamayan değerleri korumaya yönelik SOKÜM sözleşmesiASALIN ÜLKESİ OLMAZ AKFİT (Akşehir Fotoğrafla İlgilenenler Derneği) onursal üyesi İsa Çelik, “Akşehir’in birçok sanatçı dostundan biri”. Bir yeri önce tanımak gerektiğine, “görüntü avcılığından öte bir şey yapmak gerektiğine” inanıyor. “Fotoğrafça bakmak başka bir şeydir. Önce doğada yaşayan bir canlı, sonra insan, daha sonra da fotoğrafçı gibi...” Topluluğuyla ‘Ateşin Düştüğü Yer’i şenlikte sahneleyen Levent Kırca da “ Nasreddin Hoca’nın dünya görüşü, sosyal içerikli mizah yapması sebebiyle koşa koşa geliyorum” diyor. Belki de, Yunanistan’da Gümülcine’ye bağlı Sofular ve Yasıköy’de Yunan, Türk, Çingene gözetmeden araştırma yaptığını, 135 kişiden bir kişi dışında tümünün Nasreddin Hoca’yı iyi tanıdığını açıklayan Vasilios Farasopoulos’un dediği gibi “masalın ülkesi olmaz”... M N Çocuk tiyatrosu mu dediniz? Zehra İPŞİROĞLU Yıllardır çocuk tiyatrosu üzerinde çalışarak gerek yayınlarıyla, gerek yüksek öğretim çerçevesinde yaptığı uygulamalı çalışmalarla birbirinden güzel ürünler veren Nihal Kuyumcu’nun yeni kitabı “Çocuk Tiyatrosu mu Dediniz?”, Mitos Yayınları’ndan çıktı. Çeşitli eleştiri ve inceleme yazılarından oluşan bu kitap yalnız çocuk tiyatrosuna yönelen profesyonel tiyatroculara değil, annelere, babalara, öğretmenlere, kısa çocukla ilgilenen, onun dünyasını ciddiye alan herkese sesleniyor. Çocuklar için yazmanın temel koşulu elbette ki çocuğu gözlemleme. Çocuk yaşamı nasıl algılıyor, çevresiyle nasıl bir iletişim kuruyor, nasıl konuşuyor ve davranıyor, neler duyumsuyor, iç dünyasında neler olup bitiyor anlamaya çalışma. Yetişkin birinin bunu gerçekleştirebilemesi iki olguya bağlı. Birincisi çocukla hem empati yoluyla (çocuğun dünyasının içine girerek) hem de düşünsel düzeyde (çocuğu anlamaya çalışarak) yoğun bir iletişim kurma. Bunun için de yalnızca çocuk sevgisi yeterli değil, onu gelişmekte olan kendine özgü bir kişiliği olan bir birey olarak görme gerekiyor. İkincisi kendi içimizdeki çocuğun sesine kulak vermek. Çoğumuz, içimizdeki çocuğu geçmişin karanlığına gömerek çoktan unutmuşuzdur. Bu nedenle de çoğu kez nostaljik duygulara kapılarak geçmişi anımsamaya çalışırız. Oysa içimizdeki çocuk ya vardır ve yaşıyordur ya da yoktur. Varsa, çocukları anlamamızda büyük oranda yardımcı olacaktır bize. Çocuk yazınımız ve tiyatromuz son yirmi yıl içinde oldukça gelişti. Bugün çocuk bakışını yakalayan, onun dünyasını keşfeden yazarlarımız var kuşkusuz. Ne var ki bunlar bir azınlığı oluşturuyorlar. Konu çocuk tiyatrosu olunca sorun büsbütün giriftleşiyor. Yazar, yapıtında çocuk bakışını yakalamış olabilir, çocuğu önemseyerek, onun sorunlarını gündeme getirebilir. Ama sahne yorumunda yönetmen ve oyuncular aynı duyarlığı gösteremiyorlarsa, yazarın bakışı doğal olarak çarpıtılacaktır. Nihal Kuyumcu’nun kitabında yer alan kimi eleştiri yazısında bunun somut örneklerini görebiliyoruz. kazanacak. Çünkü çocuğa görelik de tarihsel süreç içinde değişen bir kavram. Bu açıdan çocuklar için yazılan oyunları değerlendirirken çocuk okuyucunun yaş, yaşam deneyimi, alımlama kapasitesinin ve içinde bulunduğu ortamla koşulların da göz önüne alınması gerekiyor ki, gene bu kitaptaki yazıların hepsi buna somut bir örnek veriyor. Çocuk tiyatromuzda yaşanan en temel sorun, hem yazarlarımızı, hem de sahne yorumcularının pek çoğunun çocukları gözlemleme, onları anlama, onlarla empati kurma yetisini geliştirememiş olmaları. Çocuklar için bir oyunu kaleme alır ya da sahnelerken onların dünyasını değil, kendi kafalarındaki klişeleri ve kalıpları dile getirmeleri. Kısaca çocuklarla uzak yakın iletişim kuramamaları, tersine her tür diyaloğu baştan yokeden klişe duvarları örmeleri. Bu klişeler ya çocuğun gerçeğiyle hiç bir bağlantısı olmayan nostaljik bir bakışta odaklaşıyor ya da çocuğa tepeden bir bakışla bir şeyler dayatmayı ve öğretmeyi amaçlıyor. Otoriter yapılanmamız, özellikle de otoriteyi içselleştirmemiş olmamız, yani içimizdeki polis bu yaklaşımı özellikle destekliyor. Kökenleri geleneklere, toplumsal yapılanmamıza, feodal aile sistemize dayanan bu sorunlar öylesine karmaşık bir etkenler ağını oluşturuyor ki, bunlardan arınabilerek çocuğu saygı göstermemiz gereken bir birey olarak kabul etmemiz pek kolay değil. Bu bağlamda çocuk tiyatrosu eleştirisine önemli bir görev düşüyor. Önce çocuklar için yazılan ve sahnelenen oyunların metin düzleminde alımlaması, ondan sonra da sahnede nasıl yorumlandığının irdelemesi. Daha somut bir deyişle çocuk oyunlarının hem yapıtın bütünlüğü içinde öykü ve sunuş (sahneleme) düzleminde alımlanması ve tarihsel ve toplumsal bağlamı içinde incelenmesi ve değerlendirilmesi hem de yazarın duruşunun, dünya görüşünün çıkarılması. Nihal Kuyumcu’nun eleştiri ve inceleme yazılarında çeşitli çocuk oyunları metinin dili, gönderme alanları, anlamsal boyutu ve katmanları, iletisi, metinde kullanılan imgeler, motifler ve eğretilemelerin göz önüne alınarak, öykü ve sunuş (sahneleme) düzleminde okunuyor, çözümleniyor, yorumlanıyor. Bu açıdan bu kitapta yer alan incelemelerin ve eleştirilerin çocuğa ve çocuğun dünyasına duyarlılık ve saygıyla yaklaşan çok özenli ve titiz bir çalışmanın ürünü olduğu söylenebilir. Bunda kuşkusuz Nihal Kuyumcu’nun çocuklar için yazılan oyunları bilimsel düzlemde temellendirerek inceleyen akademik duruşunun ve eğitimci kişiliğinin olduğu kadar, çocuklar ve gençlerle yıllardır birebir sürdürdüğü uygulamalı tiyatro çalışmalarının da büyük payı var. ürkiye Komünist Partisi’nin (TKP) ünlü genel sekreterlerinden Zeki Baştımar’ın kendisi gibi partili olan kardeşi Dündar Baştımar, Şevket Mocan’ın kızını hem de kaçırarak evlenince, sosyalist çevreler yıllarca bununla ilgili espriler yaptılar. Yasadışı Türkiye Komünist Partisi’nin, ülkede faaliyet gösteren üyeleri polis tarafından ele geçirildiklerinde, ağır cezalar içeren farklı maddelere göre yargılanıp mahkum edilirlerdi. Düşünce özgürlüğünün önündeki en önemli engel olarak görülen 141142. maddelerin henüz Türk Ceza Yasası’nda yer almadığı zamanlarda özellikle. Türkiye’de solun yükselişe geçmesi üzerine TCY’ye, İtalyan ceza yasasından aşırma maddeler eklendi, malum. Bunlardan aydınların canını en çok yakmış olanları 141 ile 142. maddelerdi. Bu maddeleri TCY’ye kazandıran kişi, Dündar Baştımar’ın kızını kaçırdığı, Menderes iktidarının en antikomünist milletvekillerinden olan Şevket Mocan’dı. Kızı yıllarca mücadele ettiği komünistlerden biriyle evlenince, yoldaşları, 141142. maddelerin ceza yasasına girişinden Dündar Baştımar’ı sorumlu tutmuşlardı şaka yollu. ??? Tabii ki çarpıcı olur bu tür ilişkiler. Toplumsal anlamda karşıt olarak konumlanmış kişi ya da gruplara mensup bireylerden, bu “karşıtlık”a uygun tutumlar almaları beklenir. Moda deyimle birileri “ezber bozan” tutumlar sergilendiklerinde şaşkınlığın büyük olması anlaşılır bir durum. Mocan’ın kızının, babasının yıllarca karşısında olduğu komünistlerden biriyle evlenmesi de bunlardan biriydi. Oysa şaşılacak bir durum olmamalıdır bu. Kimin ne zaman kimi sevebileceğinin önceden bilinmesine olanak var mı? Ama, 51 yaşındaki İngiliz Jane FelixBrowne’un, El Kaide’nin lideri Usame Bin Ladin’in oğlu Ömer Bin Ladin’le evlenmesi bence de şaşkınlık yaratan bir durum. Ancak benim şaşkınlığım, hanımefendinin seçtiği eşin, kötü şöhretli babasından kaynaklanmıyor. O da elbette ilginç bir durumdur ama benim için dikkat çekici olan hanımefendinin risk alma konusundaki cesaretidir. Kolay değil, kişiyi yakınlarıyla özdeşleşti T OCUĞA GÖRELİK’ ÖNEMLİ Kuşkusuz çocuk yazınının ve tiyatrosunun alımlanmasında yetişkinler için yazılan yazından farklı olarak çocuğa görelik de önem kazanıyor. Çünkü nitelikli çocuk tiyatrosunun yetişkinlere seslenme gücü olsa bile, çocuk tiyatrosunun birincil izleyici kitlesi gene de çocuk. Kuşkusuz çocuğa göreliği belirlerken çağdaş dünyada çocuğa nasıl bakıldığı, bugünün çocukluk anlayışının ne olduğu önem ‘Ç evsim normalleri” üstünde sıcak günlerden geçerek 22 Temmuz’a yaklaşıyoruz. Partiler arasındaki tartışmalarda da normal olmayan şeyler var. Bir yanda sanki, sağcısıyla solcusuyla orta yolcusuyla Türkiyeli partiler. Öte yanda kendini en Türkiyeli göstermeye çalışmakla birlikte Türkiye’nin pek de tanımadığı, alışık olmadığı; alışmaya ne kadar çalışılsa da ülke bünyesinde bir safra, yabancı bir madde gibi sindirim sıkıntılarına yol açan iktidardaki parti... Birçok kereler yazdım. 1950’lerdeki çocukluk ve ergenlik yıllarımdan bu yana, demek ki yarım yüzyıldır ülkemizdeki siyaseti ve bu siyasetin oyuncularını izlemekte olan biriyim. AKP ve lideri Erdoğan kadar ülkeye sıkıntı veren, sıkıntı vermenin de ötesinde, alışılmadık, anlaşılmadık, bir dediği ötekini tutmayan, ülkenin en temel değerlerini savunur görünüp bu değerleri sürekli olarak çiğneyen bir partiyle ve lideriyle karşılaşmadım. Nice siyaset yıldızları geldi geçti. Nice siyasi partiler açıldı ve kapandı. Ülke nice badireleri, sıkıntılı dönemleri geride bıraktı. Fakat böylesiyle hiçbir zaman karşılaşılmadı. İçe bağımlı görünmeye çalışırken sonuna kadar dışa bağımlı. Halktan yana görünmeye çalışırken halka hakaretler yağdıran. “M CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU Erdoğan Muamması Dünün yoksul aile çocuğu, hangi mesleklerde hangi işleri yaparak ne kazanıp ne biriktirdiği bilinemeyen bu kişi bugün nasıl oluyor da ülkenin en varlıklı kişileri arasında yer alabilmektedir? Çok değil birkaç yıl öncesinin İstanbul Belediye Başkanı’nın; antilaik söylemi nedeniyle mahkum olmuş, her sözünden, her davranışından soğuk bir sevgisizlik, duygusuzluk, kibir, yapaylık ve kabalık akan birinin bugün Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük lideriymişçesine bir tavır içinde oluşunu, üstelik bu tavrını “omurgasız” takımın egemen olduğu bir medyaya, bilim insanı kimlikli birtakım kimliksizlere kabul ettirebilişini ve bugün bu kişinin portrelerinin, büyük bir kahraman, olağanüstü başarılar kazanmış eşsiz bir devlet adamıymışçasına, aslında ise bir Ortadoğu, üçüncü dünya diktatörü görgüsüzlüğü ile ülkeyi baştan başa kaplamasını, bütün bu ilişkiler ağındaki belirsizliği, pervasızlığı, ısrarı, inadı açıklamak gerekmiyor mu? Bir biçimde ele geçirdiği siyasal iktidarı hiç bırakmayacakmış küstahlığı içinde ve sanki bilinmez bir güç tarafından kayıtsız koşulsuz destekleniyormuş pervasızlığında bir siyasal iktidar ve lideri. Türkiye ne DPCHP çatışmaları döneminde, ne DemirelEcevit geriliminin yaşandığı süreçlerde böyle bir durumla karşılaşmadı. Kimdir bu Recep Tayyip Erdoğan? Gücünü, pervasızlığını kimden, nereden alıyor? Hangi kültür birikiminden? Hangi toplumsal başarılarından? Hangi siyasal geçmişinden? Daha dün Hikmetyar’ın dizinin dibinde fotoğraf çektiren; demokrasinin amaç değil araç, referansının (bilim değil) din olduğunu söyleyen; bir dediği ötekini tutmamakla birlikte bütün sözlerinin ve davranışlarının gerisinde ve bütün engelleme çabalarına karşın kararlılıkla bir hedefe doğru yürümekte olduğu görülen bu kişi kimdir? Defalarca yazdım, burada bir kez daha açıkça tekrar ediyorum: Recep Tayip Erdoğan’ın kişiliği ve bu kişiliğin çevresinde örülen ilişkiler ağı beni ülkem adına (eninde sonunda bir siyasal kuruluş olan) partisi AKP’den de daha çok ürkütüyor... Bu olguda, bu tuhaf yükselişte, bu garip “karizma”da ürkütücü bir şey görüyorum. Eminim ki Hitler’in Almanya’sında, Nazi iktidarı öncesinde bazı aydınlar benzer bir korkuyu, benzer bir önsezinin ürpertilerini yaşadılar. Türkiye Recep Tayip Erdoğan muammasını çözerek bu kişiyi layık olduğu hizaya getiremezse, AKP 22 Temmuz seçimlerinde başarısız da olsa (ki her şeye karşın bir önceki seçimlerin çok gerisinde kalacaklarına inanıyorum), siyasetin üzerindeki karanlık, kötülük sona ermeyecek, ülke huzurlu bir biçimde sorunlarını tartışabilir duruma gelemeyecek. Hedef sadece AKP değil, belki ondan da daha çok tepesindeki bu “muamma” kişiliktir. Üzerine kararlılıkla, bilinçlilikle gidilir, kişiliği oluşturan öğeler ve ilişkiler ağı (yeri geldiğinde siyasi nezaket ölçüleri de bir yana bırakılarak) ısrarla ve en keskin biçimde gözler önüne serilirse, “muamma”nın hiç de çözümsüz olmadığı görülecek, “karizma”nın yıkılışındaki kolaylık birçok kişiyi belki de şaşkınlığa uğratacaktır... ‘Göç Müzesi’ çalışmaları ilerliyor ESSEN (Cumhuriyet) Essen ve İstanbul kentlerinin 2010 yılında Avrupa’nın kültür başkentleri ilan edilmeleri kapsamında hayata geçirilecek olan göç müzesi ile çalışmaların ilerlediği belirtildi. Essen’de eski maden ocaklarının bulunduğu ve bugün dünya kültür mirası listesinde koruma altında bulunan “Zeche Zollverein” kompleksi içerisinde üç katlı bir binada hayata geçirilecek olan müze, göçün tarihini kuşaklar boyu aktarmanın yanı sıra göçmenler arasında ve göçmenlerle Alman toplumu arasında sürekli bir buluşma platformu işlevi görecek. Görüntü ve eşya sergilerinin yanı sıra büyük bir kütüphane ve etkinlik merkezini de içinde barındırması tasarlanan müzenin proje ortakları ve destekçileri arasında Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı’nın yanı sıra Diyanet İşleri Türkİslam Birliği, Doğan Media, Platform Media, Tarih Evi gibi kuruluşlar ile göç alanında ürünler ortaya koymuş çok sayıda sanatçı, bilim adamı ve gazeteci de yer alıyor. Kurulacak göç müzesinin bir “buluşma noktası” olarak yalnızca göçe dair bir tarih bilinci yaratmakla kalmayacağını, bunun ötesinde “karşılıklı anlayış ve hoşgörü kültürünün de gelişmesinde önemli katkılarda bulunacağını” savunan Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) Vakfı Direktörü Prof. Dr. Faruk Şen, müze çalışmalarıyla ilgili şu açıklamalarda bulundu.: “2010 yılında hayata geçirilecek proje öncesinde de Almanya içerisinde gezici sergiler düzenleyerek müzenin ön hazırlık aşamasında da halkla buluşturulmasını hedefliyoruz. Diğer yandan dünyanın en büyük göç veren ülkeleri arasında yer alan Türkiye’de de göçün hafızası olacak böylesi bir projeyi hayata geçirmeye hazırlanıyoruz. Almanya’da kurulacak müze ile eş zamanlı olarak faaliyete başlamasını düşündüğümüz bu projenin merkezi olarak İstanbul Beykoz’u öngörüyoruz.” ataolb?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle