04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 Laiklik demokrasinin temel taşı Son yıllarda Türk demokrasisinin temelini oluşturan laiklik kavramı tartışma konusu yapılıyor. Bu tartışma Türkiye’nin her alandaki bakış açısını etkilemiş durumda. Ülkenin dış politikası bile laiklik ilkesinden sapma gösteriyor. Armağan KULOĞLU on birkaç yıldır ülkemizde cumhuriyetçilik, laiklik ve demokratlık kavramları üzerinde çeşitli spekülasyonlar yapılıyor, biri diğerinin alternatifi veya karşıtı olarak gösterilmek suretiyle vatandaşların zihninde karışıklık yaratılmaya çalışılıyor. Cumhuriyet ile demokrasiyi ülkemiz açısından farklı kavramlar olarak kabul etmek yanlıştır. Ülkemizde, arzu edilen düzeyde olmasa dahi demokrasiyi getiren rejim laik Cumhuriyet rejimi olmuştur. Laik Cumhuriyet yok edildiği takdirde demokrasi de, belki de bir daha gelmemek üzere gidecektir. Türk halkı, 20. yüzyılın başlarındaki büyük savaşta topraklarını işgal eden, kendinden oldukça güçlü, emperyalist Batı’ya karşı bir mucizeyi gerçekleştirerek zafer kazanmıştır. Osmanlı’nın küllerinden genç bir cumhuriyet doğmuş, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran değişik etnik kökenlerden halka "Türk Ulusu" denmiştir. Genç Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren yönünü Batı’ya çevirmiştir. Çünkü verilen savaş Batı’nın emperyalizmine karşı olup, Batı’da olgunlaşan demokrasi, laiklik, bilim, pozitif hukuk gibi "çağdaş uygarlık değerleri" insanlığın ortak değerleri olarak algılanmıştır. Anadolu topraklarında yaşanan bu toplumsalsiyasal dönüşüm gerçek anlamda bir devrimdir. Bir aydınlanma sürecidir. C strateji KAVŞAK ÖZGEN ACAR 20 TEMMUZ 2007 CUMA ‘Sen İsa, Ben de Allah!’ nenin sınırlarını aşıp aşmadığını bugün yerimizin sınırlı oluşundan ötürü tartışamıyoruz. Gençler neden hoşlanır? Müzikten! O halde onlara bir konser verilmeli... En iyi şarkıcı kim? Türkler karşısındaki duruşu belli “Bizans Duaları”nın şarkıcısı Dalaras’tan daha iyisi olur mu? Peki, konser nerede verilecek? O kolay! Patriğin manevi evladı, bir turizm acentesinin sahibinin oğlu Stato İstrati Dolçinyadis’ten daha iyi bu işi yapacak kim var? Çünkü o, Kültür Bakanlığı’nı teğet geçerek İstanbul Kültür Müdürlüğü’nden Rumeli Hisarı’nda konser verme tekelini eline geçirmişti. Bakanlık, bir yerin kiralanmasında, 30 günlük süreden sonra devreye giriyordu. 30 günün altında, il kültür müdürlüğü yetkili idi. Dolçinyadis, kültür müdürlüğü ile 29’ar günlük anlaşmalar imzalayıp deveye hendek atlatmayı becermişti (Sayın Atilla Koç, DÖSİM Merkez Müdürlüğü’nün ortaya çıkardığı yolsuzluk dosyasına bakarsanız olayı anlarsınız). İstanbul’da Rumeli Hisarı ile bağlantılı Anıtlar Kurulu, tahribat nedeniyle burayı konserlere yasaklayınca Rumeli Hisarı çetesinin çıkarlarına ot tıkandı. Çıkış yolu, manevi peder devreye sokularak Dalaras’a Rumeli Hisarı’nda verdirilecek konserden geçiyordu. Tezgâh, Babıâli’de gecikmeyle önlendi. Valilik, konseri “evrak eksikliği” gibi yanlış bir gerekçeyle iptal etti. Kurulun kapı gibi yasak kararı unutulmuştu. Atina’ya dönen Dalaras’ın demeçlerini özetleyelim: “Çok üzüldüm. İstanbul’un kültürel yüzüne karşı yapılmış bir ayıp. Türkiye’nin Kıbrıs’taki işgali yasadışıdır. Beni Türk karşıtı olarak sunanlar art niyetlidir. Rumeli Hisarı’nın bizim için açılması son derece memnuniyet vericiydi. Patrikliğin düzenlediği etkinliğe 3 bin kişinin gelecek olması, seçimler sırasında bazı çevreleri rahatsız etti.” Cumhuriyet Kültür Servisi “AA/AFP” ajanslarından Yunan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Yeorgios Kumuçakos’un şu sözlerine yer verdi: “İstanbul Valiliği’nin, uluslararası çapta, özellikle Türkiye’de de sevilen bir sanatçının önceden programlanmış konserini son anda iptal kararı, doğal olarak soru işaretleri yaratıyor. Bu karara mazeret olarak öne sürülenler kulaklara bahaneymiş gibi geliyor.” Yunan resmi haber ajansı ANA bile “arkeolojik servislerin önceden aldıkları yasak kararı” derken, sözcü konuyu tipik istismar çizgisine çekmekle kalmıyor, ayrıca “Konstantinopolis Valiliği” dediği halde, Cumhuriyet’te “İstanbul Valiliği” olarak okura yansıtılıyordu. Keşke, Kültür Servisimiz kendilerine dörtbeş ay önce ilettiğimiz Rumeli Hisarı ihbarını irdeleyebilseydi! Çeyrek yüzyıl sonra şu an algıladım ki “Boğazın Kıyısında” şarkısında dostluktan söz eden Dalaras değil, her zamanki gibi Mehmet idi! S ATATÜRK DEVRİMLERİ... Türkiye Cumhuriyeti 1923’te kurulmuş, 1946’da çok partili sisteme geçmiştir. Bu tarihe kadar çeşitli zamanlarda çok partili sisteme geçiş denemeleri yapıldıysa da başarılı olmamıştır. 1923 ile 1946 yılları arasında, "Atatürk Devrimleri" olarak ifade edilen, din işleriyle devlet işlerini birbirinden ayıran, modernizasyona ve medeni yaşantıya ilişkin bir seri yenilik yapılmış ve bunların uygulaması takip edilmiş ve bunlar yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bilindiği üzere bu devrimler toplumdan, diğer bir ifadeyle tabandan gelmemiş, üstten yapılmış (jakoben) ve devrimlerin yerleşmesi zamana bırakılmıştır. Savaş yıllarında emperyalistlerle iş birliği yapan saltanatçı, hilafetçi, şeriatçı güçler, Cumhuriyet tarihi boyunca da boş durmamış, sinsi bir karşı devrim süreci başlatmıştır. Daha 1940’lı yıllarda etkili olmaya başlayan irticaî hareketler, çok partili sisteme geçişle birlikte yeni araçlar, olanaklar elde etmiş, siyasal iktidarlar, aydınlanmadan nasibini alamayan geniş halk yığınlarının oylarını almak için popülizm yapmışlardır. Sisteme tedrici bir şekilde dincilik, Osmanlıcılık şırınga edilmeye çalışılmış, laik eğitimden ödünler verilmiştir. 1946’dan itibaren Demokrat Parti’nin bu kesimin oylarını alabilmek için dini istismar ettiğini, bir noktada dini siyasette kullandığını söylemek her halde yanlış olmayacaktır. Daha sonraki yıllarda, hatta günümüzde de halen bu yaklaşımın oy almak için kullanıldığı ve Siyasi İslam’ın bu nedenle gündeme geldiği ve sürekli olarak da gündemde tutulduğu bilinmektedir. Ne ilginçtir ki, Türkiye’yi kuruluş temellerinden saptırma, geriye döndürme mücadelesinde "demokrasi", "demokratlık" kavramları kalkan olarak kullanılmıştır. nin özelliklerinden esinlenmesi, bu koşullarla özellikler arasındaki uyum ya da uyumsuzlukların laiklik anlayışına da yansıyarak değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya çıkarması doğaldır", şeklinde bir açıklama bulunmaktadır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi, gerektiğinde dinsel hak ve özgürlüklere sınır getirebileceğini de bir kararında belirtmektedir. Bu kararda "Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatı ile dinsel hak ve özgürlükler konusunda devlete denetim yetkisinin tanınması, kamu düzeni, kamu güvenliği ve kamu yararını korumak amacı ile sınırlar getirilmesi mümkündür", ibaresi yer almaktadır. Yönetimlerin, demokrasinin olanaklarını kullanarak demokrasiyi yıkma hakkı yoktur. Dünyanın hiçbir ülkesi ve uluslararası insan hakları kuruluşlarının hiçbiri böyle bir hak tanımamaktadır. Ülkemiz açısından, laikliği ortadan kaldırmak, aydınlanma devrimini yok ederek tekrar karanlık bir teokratik rejime bizleri mahkum etmek isteyenlere her türlü olanağı tanırsak, bunun adı demokrasiye hizmet değil, demokrasiye ihanet olur. Bu nedenlerle, laikliği yok ederek demokrasiyi temelsiz bırakmak ve dolayısı ile demokrasiyi, insan haklarını ortadan kaldırmak isteyenlere olanak tanınmamalıdır. Türkiye, laik, demokratik ve hukuk devleti anlayışına sahip, halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu tek ülkedir. Dolayısıyla diğer İslam ülkeleriyle mukayese edilmesi uygun değildir. Türkiye’de son yıllardaki uygulamalara baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti’nin te rafından bugüne kadar durumun takip edildiğini ve böyle bir açıklamanın hazırlandığını, açıklamanın gelişen olaylara göre güncelleştirildiğini ve son gelişmelere adapte edilmek suretiyle de internete verildiğini anlıyoruz. Durumun hassasiyetini ve uygulamalara tepkiyi gösteren Cumhuriyet Mitingleri’nde, "Ne şeriat, ne darbe" şeklinde pankartlara da rastlanmıştır. Bu sözlerin özellikle kendilerini demokrat olarak nitelendiren kesimlerce ordu karşıtlığı olarak algılandığı ve bu maksatla kullanılmak istendiği görülmüştür. "ne darbe" sözünün, TSK’nın yaklaşımının yanlış olduğu anlamında algılanmaması gerekir. Bu halk tabii ki şeriat istemiyor. Ancak, bunun sonucunda askerin müdahalesine kadar yol açacak bir gelişmeyi de arzu etmiyor. Onun için bir sivil toplum hareketi olarak bu mitinglerin düzenlenmesi ve halkın sesinin, bütün kesimler, bütün yetkililer ve bütün dünya tarafından duyulması isteğinin, bu gidişata son verilmesinin arzu edilmesinden kaynaklandığı bilinmelidir. Türk Silahlı Kuvvetleri darbe heveslisi, askeri yönetim de arzu edilen bir yöntem değildir. Bugüne kadar olan askeri müdahaleleri de kendi şartları içinde mütalaa etmek, onları yanlış algılamamak gerekir. Silahlı Kuvvetler darbe yapacağım diye bu açıklamayı yapmamıştır. Bu gidişatın yanlış olduğunu ve konunun takipçisi olduğunu, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti ilkesine bağlı olduğunu ve Cumhuriyetin ilkelerinden kesinlikle taviz verilmeyeceğini ifade eden yaklaşımını ortaya koymuştur. Bunun da sonuna kadar takipçisi olduğunu ve bu konunun tarafı olduğunu söylemiştir. Gerekli yerlerde ve zamanlarda Silahlı Kuvvetler de görüşünü bildirmek, açıklama yapmak ve Cumhuriyeti kollama ve koruma görevini her ne olursa olsun yerine getirmek mecburiyetinde olduğunu da ifade etmiştir. Çünkü bu onun yasal görevidir. DARBE İLE DEMOKRASİ Diğer taraftan darbe ile demokrasi karşı karşıya getirilmek istenmektedir. Ülkenin varlığı, bütünlüğü, güvenliği öncelikli kavramlardır. Bunlar Atatürk Milliyetçiliği ve Cumhuriyetin Temel İlkeleri ile bütünleştirilir. Rejimin devamlılığı esas alınır. Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler bu temelin üzerine inşa edilir. Bunlardan sapma olduğunda, Cumhuriyetin temel ilkeleri bozulduğunda, hâlâ demokrasinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Parlamentodaki milletvekili çoğunluğuna dayanarak, Cumhuriyetin temel ilkelerini ve laikliği zedeleyici yaklaşımlarda bulunmak, sandıktan çıktığını beyan ederek her arzusunu ve düşüncesini gerçekleştireceğini zannetmek, laikliği kaldırırım, hilafeti bile getiririm anlayışı içerisinde hareket etmek ve parti diktatoryasına doğru yönelmek, demokrasiyi düzeni değiştirecek bir araç olarak kullanmak demektir. Böyle bir gelişme, doğal olarak, bir şekilde müdahale ile karşılaşır. Ancak bu durum mutlaka darbe olacağı anlamında değerlendirilmemelidir. Devletin anayasal kurumları vardır. Sivil toplum örgütlerinin ve halkın tepkisi vardır. Konu bir bütün olarak ele alınmalıdır. Demokrasinin karşısında TSK’yı bir korku unsuru olarak göstermek, yanlış bir yaklaşımdır. TSK demokratik düzenin devam etmesini arzu eden, demokrasiyi koruyan bir müessesedir. Ancak bizim ülkemizde bunun korunması ve devam etmesi için laiklik ilkesinin mutlak olarak uygulanması gerektiğini ve Cumhuriyetin temel ilkelerinden vazgeçilmeyeceğini ifade eden bir yapıya ve düşünceye sahiptir. Bu çerçevede "darbeye karşı olma" yaklaşımını, darbeyi gerektirecek şartların oluşmasına karşı olmak anlamında düşünmek daha doğru olacaktır. Önemli olan ülkeyi, son çare olarak görülen askeri müdahale noktasına getirmemektir. Rejim karşıtlarının, cumhuriyetin temel ilkeleri ve laikliği içine sindiremeyenlerin, İslami yaşam tarzını bu ülkeye getirmek isteyenlerin, sistemden rövanş alma niyetinde olanların, hatta etnik esasa dayalı bölücülük yapan siyasetçilerin, demokrasinin ulvi değerlerinin arkasına saklanarak demokratlığı ön plana çıkarttıkları görülmektedir. Popülizm yaparak oy almaya çalışmakta ve sonra da sandıktan çıktıklarını, milletin çoğunluğuna dayandıklarını ifade ederek çarpık niyetlerini gerçekleştirebileceklerini ifade etmektedirler. Bu açıkça demokrasinin kötü niyetle kullanılmasıdır. Bir ülkenin önce varlığı, sonra bütünlüğü, sonra güvenliği gelir. Bunlar Atatürk milliyetçiliği ve Cumhuriyetin temel ilkeleri ile bütünleştirilir. Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler bu temelin üzerine inşa edilir. Bunlardan sapma olduğunda, Cumhuriyetin temel ilkeleri bozulduğunda, hâlâ demokrasinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle Cumhuriyetçiliği, laikliği ve demokratlığı, birbirinden ayrılamayacak olan bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. DEMOKRASİNİN EVRİMİ Bugün yapılan bir kısım değerlendirmelerde, Türkiye’nin tam demokrasiye geçiş zamanlamasında biraz erken davrandığını ifade etmek mümkündür. Ayrıca Türkiye’de demokrasinin, ülkeye yerleşmesinde bir süreç geçirdiği, 1960 askeri müdahalesi, 1971 muhtırası, 1980 askeri müdahalesi, 1997 Milli Güvenlik Kurulu kararları ve 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi ve sonrasında yaşananlar ve yapılan Cumhuriyet mitingleri gibi olaylarla evrim yaşadığı bir gerçektir. Bu evrim sürecinde, üstten gerçekleştirilen devrimlerin, halktan gelen Cumhuriyete ve devrimlere sahip çıkma talep ve tepkileriyle birleştiği görülmektedir.İslam’ın sadece dini hayatı değil, bunun yanında hukuku, sosyal hayatı ve ticareti de düzenlediği bir gerçektir. İslam ülkelerinde tam bir demokrasinin olması için, mutlaka laikliğin kabul edilmesi ve uygulanması gerekmektedir. Bu konunun ABD ve Avrupalılar tarafından yeterince anlaşıldığını söylemek oldukça zordur. Aslında bu konunun sadece İslam için değil, diğer dinler ve özellikle Hıristiyanlık için de geçerli olduğunu söylemekte yarar görülmektedir. Ancak Hıristiyan toplumların, laikliği ve demokrasiyi oldukça uzun bir süreç sonucunda, toplum düzeninde hayata geçirdikleri ve bu nedenle içinde yaşadıkları laik düzeni doğal bir yaşam alanıymış (lebensraum) gibi gördükleri, dolayısıyla laikliğin önemini algılayamadıkları bir gerçektir. Türk Anayasa Mahkemesi hükümlerinde "Laiklik ilkesinin, her ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her di mel ilkelerinden ve laiklik ilkesinden oldukça sapıldığını ve hatta bu terimlerin, bu yaklaşımın yozlaştırıldığını, kadrolaşma hareketlerinin tehlikeli boyutlara ulaştığını görüyoruz. Bu sürecin sonu bir de Cumhurbaşkanlığı seçimi ile tamamlanmaya çalışılmıştır. Bu durum halkımız tarafından, özellikle duyarlı halkımız tarafından takip edilmektedir. Gerçekte demokrasiyi, laikliği, Batılı yaşam tarzını özümsemiş halk kesimi, Atatürk devrimleri ve cumhuriyete sahip çıkarak, Türkiye’ye yönelik şeriatçı ve emperyalist kesime karşı tepkisini Cumhuriyet mitingleri düzenleyerek ortaya koymuştur. Cumhuriyet mitinglerine katılan milyonlar, dinci devlet ideolojisi ve emperyalizme karşı tepkisini, onurlu, düzeyli biçimde dile getirmiştir. Ülkemizde son dönemde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi de gündeme getirilmiştir. Cumhurbaşkanlığı, son derece önemli bir makamdır. Cumhurbaşkanı rektörleri atıyor, Anayasa Mahkemesi üyelerini atıyor, kanunları onaylıyor, Anayasa Mahkemesi’ne veriyor ve bunun yanında da birtakım hakları var. O bakımdan siyasetin içinden gelmesi ve mevcut Meclis siyasetinin devamı şeklinde hareket etmesi, Cumhuriyetin ve ülkenin bir sigortası durumunda olan şahsın, garantör konumunun bozulması anlamına gelir. O bakımdan Cumhurbaşkanının siyaset dışından olması gerekir. Bu durum özellikle duyarlı halkımız tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri de bu konudaki düşüncelerini internetten yaptığı açıklama ile Türk Milleti ile paylaşmıştır. Yaptığımız değerlendirme sonucunda bu açıklamanın son anda ortaya çıkarılmış bir mesele olmadığını, TSK ta unanistan’ın ünlü şarkıcısı Yeorgios Dalaras’ın Rumeli Hisarı konserinin iptali, fili tanımlayan körlerin öyküsüne dönüştü. Bu yazıyı yazarken Dalaras’ın yanık yanık söylediği “Boğazın Kıyısında” şarkısını da dinliyorum. Türkçesi şöyle: “Boğazın kıyısında,/ Yianis gün batışında ağlıyor. /Yanında da Mehmet içip şarkı söylüyor. / Ben Türk, sen de Rum. Ben de halk, sen de halk./ Sen İsa, ben de Allah, Ne yazık ki ikimize de ah vah!/ Biraz sevgi ve şarap ile ben de sarhoşum, sen de sarhoş./ Kadehimden biraz iç./Kardeşim (Yunanca) ve kardaşım (Türkçe)!” Dalaras’ı 1981’de Yunanistan’da Milliyet temsilcisi iken tanıdım. Olağanüstü bir şarkıcı, duygulu bir ses... Babası Lukas, Anadolu’dan göçen Rumların götürdükleri, doğduğu Pire’den Yunanistan’a yayılan “Rebetiko” şarkılarını söyleyen ünlü bir rebet. Belki de, baba bu şarkıları İzmir göçmeni eşinden öğrenmişti. Mühendis Andreas Politakis, Abdi İpekçi adına, iki komşu arasında yakınlaşmayı sağlayan bir “barış ödülü” koymuştu. İlk yılın ödülleri Atina’da dağıtıldı. İkinci yıl İstanbul’da dağıtılacaktı. Aydın Doğan, Dalaras’a törende konser daveti yapmamı önerdi. O tarihlerde Zülfü Livaneli Atina’da Maria Faranduri ile konserler veriyor, plak yapıyor, Sezen Aksu ve eşi Sinan Özer gibi, Atina’dan geçtiklerinde bizde kalıyorlardı. Anlatacaklarımı onlar da anımsayacaklardır. 12 Eylül darbesinin sürdüğü yıllardı. Dalaras, “diktatörler ülkesi Türkiye’de konser vermeyeceğini” söyleyerek Milliyet’in davetini reddetti. Kendisine “bu davranışıyla diktatörleri değil, halkı cezalandırdığını” söylemem kâr etmedi. Politakis de ikna edemedi. Bir başka ünlü şarkıcı Haris Aleksiyu ile konuştum. Gelmeyi kabul etti, ancak engellendi. Sonraki yıllarda Aksu ile konserlere çıktılar. İkisi de Komünist Partisi üyesi olan, Yunan cuntasının acılarını çeken Faranduri ve ünlü besteci Mikis Teodorakis Türkiye’de coşkulu konserler verdiler. Dalaras, Yunanların 1821’de Osmanlı boyunduruğundan kurtulması ile bağlantılı “Eğer Yalnızca 21 Olsaydı” adlı ilk plağı ile üne kavuştu. “Küçük Asya Felaketi” plağındaki “Boğazın Kıyısında” şarkısı ile ününü pekiştirdi. Bunu “Bizans Duaları” plağı izledi. Şimdiye değin 120 plak yaptığı söyleniyor. KKTC’nin kuruluşunun 23. yıldönümünde Rum Kıbrıs’ta Türklere karşı konserler verdi. Atina’da Abdullah Öcalan’ı destekleyen konserleri örgütledi. Ne oldu da Dalaras 15 Temmuz’da İstanbul’da konser vermeyi kabul etti? Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin “ekümenik değildir” dediği Fener Rum Patrikhanesi, İstanbul’da, 1415 Temmuz’da çeşitli ülkelerden 700’ü aşkın gencin katıldığı “2. Dünya Genç Ortodoksları Kongresi”ni topladı. Böyle bir “kongre” ile patrikha Y oacar?superonline.com Gelecek kararıyor Haber Merkezi Hafta sonu özellikle Bodrum, Manavgat, Çeşme’de turistik bölgelere ve arazi değeri yüksek alanlara yakın bölgelerde çıkan orman yangınları, “kasıt” olasılığını güçlendirirken Antalya’nın Alanya ilçesine bağlı Demirtaş beldesi İspatlı köyünde başlayan ve İshaklı ve Seki köylerine de sıçrayan orman yangını hâlâ kontrol altına alınamadı. Yangında 100 hektarı ormanlık, 200 hektarı tarım ve makilik alan olmak üzere 300 hektara yakın alan yanarken, üç köy tamamen boşaltıldı. Gazipaşa ilçesinin Doğanca köyü Zeytinburnu mevkisinde çıkan yangında da beş dönüm kızılçam ormanı zarar gördü. Bodrum’da 1100 hektar ormanlık alanı kül eden yangının ardından yine yangın kâbusu yaşandı. 250 hektarlık ormanı, 30 hektar tarım arazisini kül eden yangında tiyatro ve sinema oyuncusu Serra Yılmaz’ın annesi Nefise Nurten Akoral (78) ağır yaralandı. Muğla’nın Milas ilçesindeki Meşelik köyünün Kuyucak mevkisinde çıkan yangın kontrol altına alındı. Nesli tükenmekte olan Halep çamlarının da bulunduğu yaklaşık 150 hektar alanın zarar gördüğü bildirildi. Mersin’in Bozyazı ilçesinde yaklaşık 8 hektar ormanlık alanın yandığı bildirilirken bir haber de Tekirdağ’dan geldi. Şarköy ilçesinde çıkan yangında 1 hektar orman zarar gördü. Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) Türkiye Genel Müdürü Dr. Filiz Demirayak, “Son günlerde ortaya çıkan fotoğraf, orman yangınlarının arkasındaki gerçeğin ‘işgal arzusu’ olduğunu ortaya koymaktadır” dedi. Çukurova Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Ortaş da “Genelde insanın bilinçli çıkardığı yangınlardan sonra açılan alanlar 2B yasasına konu edildiği gibi orman niteliğini kaybettiği için imara açılması istenmektedir” dedi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle