04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

20 TEMMUZ 2007 CUMA kitap A S I Z P E R T A V S I Z P E R V KULE CANBAZI SUNAY AKIN C Denizde yüzmenin tarihi 15 Enis BATUR Okumanın zararları B eni makaraya almaya bayılır Burak Şuşut; “yazın okunacak kitaplar listemizde Hindemith'in Ses İşçiliği de yeralıyordu” derken, kıs kıs gülmeyi savsaklamadı; son karşılaştığımızda. Doğrudur: Soruldu, dörtbeş kitap ismi verdim, onlardan biri de Paul Hindemith'in kitabıydı: İyi seçilmiş, iyi çevrilmiş, çok iyi basılmış (Norgunk, Yavuz Oymak çevirisi) bir çalışma. “Yahu, gerçekten de uçmuşsun” dedi bir başka arkadaşım: “Yazın sıcağında Hindemith okunur mu?”. Bende anlama güçlüğü vardır ezelden beri, enikonu kalın kafalı sayılırım, dolayısıyla gene anlayamadım: Hindemith ne zaman okunabilir? Şubat ayı mı en uygun çözüm olur, Ekim mi? Tatilde okunamayacağına göre, nerede yapılmalıdır o iş? Kalın kafalıyım ama, anlamıyor da sayılmam: Aslında, “Hindemith okunur mu?” diyemiyorlar da, ondan böyle çıkışları yeğliyorlar. Öyle ya, kime ne “Ses İşçiliği”nden? Dinledikleri müzik ortada ayrıca; bir üçüncüsü, NTVRadyo'daki programımda dinlettiklerim yüzünden bir suç duyurusunda bulunmayı aklından geçirmiş (sanırım 301'e uyar durum), haklı: Gerçekten de, aşırı uçlara yatkın olanları tez elden içeri tıkmak en doğrusu. Bir başka dostum, Armağan Ekici, yapıtlarına pek az âşina olduPaul Hindemith ğum Hollandalı çizer Jost Warte'nin 12 kartpostaldan oluşan bir dizisini getirdi son gelişinde: “Okumanın Zararları” temalı bir çalışma. Çizgileri şirin, yaklaşımı kırbaçsı Warte'nin. Okumanın zararları arasında seksten uzaklaştırmayı, televizyondan soğutmayı, yemeğe aşırı tuz koyma türü dalgınlıklara yol açmayı, kabızlık yaratmayı, dahası: Okuduklarından etkilenerek adam öldürmeye kalkışmayı sıralamaktan geri durmamış. Bu sonuncu örnek, bana, şimdi bir kitabevi işleten bir arkadaşımın vaktiyle, Dostoyevski okurken babasını öldürmeye teşebbüs etmiş olmasını anımsattı Warte daha dalga geçsin. Okumak, tiryakilik yaratmadıkça, yararlıdır. Sorunsa sorun, bir aşama geldiğinde başlar. Seksten, televizyondan uzak tutmasını, kabızlığa ya da cinayet işleme eşiğine vardırmasını bilemem ama, okumaya hayatında geniş ve süreğen bir yer açan kişi, çoğu kez farkına varmaksızın kendisi dış dünyadan yalıtmaya, içindeki öteki dünyaya geçmeye, orada yaşamaya koyulur. Birdenbire gerçekleşmez o geçiş, zamanlar ister; gelgelelim, ayırdına varıldığında geridönüş olanağı pek kalmamıştır, görülür. Geçişin uzunca bir zaman dilimine yayılmasını sağlayan ana etmen, yolunu tuttuğunuz diyarda benzerlerimizin olduğunu, çevremizden bir avuç hısmınızın yolda size eşlik edeceğini bilmenizdir. Ne ki, bu da bir aşama sorunudur: Geridönüş şansınız kalmadığında, en az benzerleriniz kadar yalnız olduğunuzu kavramakta gecikmezsiniz. Tiryaki okur, gün gelir, benzerlerine benzemediğini anlar: Ben Quevedo'yla uğraşıyorum, o Milarupu'ya takmış: Neyi, nasıl paylaşacağız? Okumanın belirgin zararlarından bir başkasının, çok okuyanların çoğunun an gelip yazmaya da başlamalarında biçimlendiğini söyleyebiliriz. Onca kelime, cümle kafatasının içinde rahat duracak değil ya, punduna getirip harekete geçeceklerdir. Gerçi hiç okumadıkları, hattâ bununla övündükleri halde yazar olanlar gelebilir burada akla ama, bizim ülkemize özgü bir türdür bu, genelleme yapamayız. Okumaktan kaynaklanan, oysa kimsenin kabule yanaşmadığı bir zarar, okumanın anlaşılamamasına bağlı olarak ortaya çıkar. Her kafadan bir ses çıkar. Her yorum bir öncekini yalanlar. Öylesine kaygan bir zemin yaratır ki Anlam, kitabın yazarı bile onun üzerinde uzunboylu bir hakka sahip değildir. Osmanlı Mimarisi/ Doğan Kuban/ Fotoğraflar: Cemal Emden/ YEM Yayın/ 720 s. “Bu kitapta sunulan ‘Osmanlı Mimarisi’, yarım yüzyıl içinde araştırarak, ders vererek, yazarak geliştirdiğim bir tarih ve sanat yorumunun sonuçlarını içermektedir. Bu boyutta bir yapıtın gerektirdiği didaktik malzemeleri bir araya getirdiğimi sanıyorum. Fakat yapıtın asıl amacı genel bir didaktik çerçevenin gereklerini yerine getirdikten sonra, katı bir eleştiri disiplini içinde, Osmanlı tarih, kültür ve sanatına ilişkin, bilincine vardığım bütün önyargıları deşmek, klişeleri ortadan kaldırmaya çalışmak olmuştur” diyor Doğan Kuban. Madam/ Jeannette Angell/ Çeviren: Dilek Şendil/ Can Yayınları/ 220 s. “Madam”, bir anlamda Jeannette Angell’in otobiyografik romanı “Telekız”ın devamı sayılabilir. Bu romanın baş kişisi “Telekız”daki mama Peach’in ta kendisi. Amerikan toplumunun en tutucu eyaletlerini kapsayan Güneyli bir ailenin iyi eğitilmiş kızı, nasıl olur da kendisine meslek olarak önce telekızlığı, sonra da telekız ajansı patronluğunu seçer? Çalıştırdığı kızların büyük çoğunluğunu üniversite öğrencilerinden seçerek, kalite çıtasını nasıl yükseltir? Peach ya da gerçek adıyla Abby, telekızların patronu olsa da, kendisi de genç, güzel bir kadın olarak hangi özlemlere, hangi hayallere yelken açar? Aşk ve cinsellikle dokunmuş bir roman olan “Madam”, mesleği gereği tanıdığı erkeklerin acıklı, ama gülünç durumlarını; kimi uyuşturucu batağına sürüklenen, kimi köşe dönmeyi amaçlayan genç kızların öykülerini yer yer hüzünlü, yer yer gülünç anekdotlarla Beyaz Işık/ Rudy Rucker/ Çeviren: Esen Tabar/ Pan Yayıncılık/ 304 s. Felix Rayman ilgisiz öğrencilerine matematik anlatmakla günlerini geçiren, Cantor’un Süreklilik Problemi’yle boğuşan ve boş vakitlerinde ofiste yerde uyuyan bir matematik öğretmenidir. Rüyaları ona sonsuzluğa ulaşmanın yollarını gösterecektir. Böylece Einstein ve Cantor ile karşılaşacak, bir hamam böceği ile birlikte Beyaz Işık’a doğru yola çıkabilecektir... Rudy Rucker, bir matematikçi. Matematik kitaplarının yanı sıra çok sayıda bilim kurgu romanı da yayımlanmıştır. St. Petersburg’dan Plevne’ye Gazi Osman Paşa/ Francis Stanley/ Çeviren: Salih Cıngıllıoğlu/ Profil Yay./ 182 s. Doksanüç Harbi diye bilinen OsmanlıRus savaşında (18771878) Plevne cephesinin komutanı Gazi Osman Paşa, burada yaptığı müdafaayla dünya savaş tarihine yeni prensipler kazandırdı. İlk iki sefer tek başlarına, üçüncüsünde Romenlerin desteğiyle Plevne’de bozguna uğrattıkları Ruslar, dördüncü sefer çok daha büyük kuvvetler ve sürekli yapılan takviyelerle şehrin teslimini istedi. Gazi Osman Paşa bir huruç (çıkış) hareketi yaparak Plevne’den çıkmaya karar verdi. Ancak atının isabet alarak ölmesi sonucu Osman Paşa ağır yaralandı. Açlık, cephane eksikliği ve askerlerini heba etmemek için Gazi Osman Paşa teslim oldu ve Rus generali Ganetski tarafından esir alındı. Daha sonra Rus Başkomutanı Grandük Nikola, askerî tören yaptırarak, askerlik ve esirlik kâidelerine aykırı olmasına rağmen, Osman Paşa’nın kılıcını iade etti. İngiliz savaş muhabiri Francis Stanley bu savaşı Rus devlet adamları ve generalleriyle yaptığı görüşmelerle anlatıyor. aktarıyor. Arşivin Rengi/ İlhan Ovalıoğlu/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 138 s. Bu çalışma iki tür yapıttan oluşuyor: Ebrular ve etiketler. Kitapta yer verilen 58 ebrunun neredeyse tamamı defter kabı biçiminde. Ebrular, defterin içeriği tamamlandıktan hemen sonra iç ve dış kap olarak değerlendirilmiş. Kitaptaki örneklerin tarih aralığı 17. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. Katı’ sanatına ilişkin örnekler ise çoğunlukla 19. yüzyıla ait 70 adet defter etiketinden oluşuyor. Çağlayangil’in Anıları/ Hazırlayan: Tanju Cılızoğlu/ Bilgi Yayınevi/ 418 s. gil’in anıları. Valilikten hapishaneye, hapishaneden senatörlüğe tırmanmış, 6 ay Cumhurbaşkanlığı Konutu’nda oturmuş bir devlet ve siyaset adamının yaşamı... Korkmuyorum!/ Prof. Dr. Selma Tükel/ E Yayınları/ 144 s. Bu kitap bir öyküleme. Üç öykü içerisinde kadınlara meme kanseri hakkında bilgiler ulaştırılıyor ve devamında ise ilgililer için radyolojik yöntemler anlatılıyor. Öykülerde üç düzeydeki kanser olgusunda yaşanılanlar ve yaşananların kadın, eş ve çocuklar üzerindeki etkileri aktarılıyor. Yorumlu İmam Cafer Buyruğu/ Esat Korkmaz/ Anahtar Kitaplar/ 418 s. “Anadolu Alevisi, kendini yaratan toplumsal gereksinmenin dışına taşınarak kimliğinin ipuçlarını, İslamın özkaynaklarında aramaz. Tam tersine, toplumsal bilincin yerine yerleşen köktendinci ilahi ideolojiyi; bu ideolojinin yere indirilmesiyle nesnelleşen kul kimliğini; nesnelleşen kul kimliğinin siyasallaşmasıyla iktidara ulaşmaya çalışan teokratik kolektif kimliği kırmak; demokrasi ve laikliği kurmak için İslamın özkaynaklarını batıni bir sorgulamaya yatırır.” Bu kitapta Esat Korkmaz, İmam Cafer Buyruğu’nu yorumlu olarak sunuyor. ıcak bir temmuz gününde, İstanbul sokaklarında yürürken aklıma geldi aniden; biz, yolumuz belki deniz kıyısına düşer diye içimize mayo giyerdik bir zamanlar. Aklımızda denize girmek olmasa bile “n’olur, n’olmaz” diyerek mayoları çekerdik sabahları içimize. Boğaz’ın kıyısından denize girmek, acıktığımızda taşlar arasında ateş yakarak üstüne koyduğumuz peynir tenekesinin kapağında midye pişirmek olağandı bizim için. Ne var ki bugün, yaşadığımız kentte denize girilemeyeceğini kanıksattılar hepimize. Yaşadığımız kentte kulaç atamamamıza tepkisiz kalmamızın bir tek açıklaması olabilir; biz, ne de olsa gemileri karadan yürütmesiyle övünen, Cemal Süreya’nın deyişiyle “deniz kaçkını bir ulusun” çocuklarıyız!.. Tarih derslerinde Yavuz Sultan Selim, II. Osman ve IV. Murat’ın Boğaz sularında yüzmeyi çok sevdikleri, hatta Yavuz’un Mısır seferi sırasında Nil Nehri’nde kulaç attığı öğretilmez. Oysa, insanlığın denize kavuşması hiç de kolay olmamıştır. Yüzyıllar öncesinde kuduz hastaları tedavi amacıyla sokulurdu denize. Bu yanlış inanç Pasteur’un kuduz aşısını bulmasıyla unutulur. Bunun dışında, kendini suların serinliğine bırakan insana deli gözüyle bakılırdı. Hatta doktorlar, denizde uzun süre kalanların aklını kaybedeceği konusunda uyarılar yaparlardı. Konulan bu yasakta bile kadınların aşağılandığını görürüz. Denize giren bir erkeğin 812 dakika sonra delireceğine inanılırken, bu sınır kadınlarda 4 dakikaya kadar iner! Ortaçağ kafasından söz ediyoruz ama günümüzde karısını değil dört dakika, bir saniye bile denize sokmayan kafalar aramızda yaşıyor!.. Çocukların, suya dizlerine kadar girmesine izin verilirdi. Denizden çıktıktan sonra, kumlara uzanıp güneşlenen birine hiç rastlanılmazdı. Bunun nedeni, insan bedeni üstündeki deniz suyunun buharlaşmasına izin verilmesinin sağlık açısından son derece sakıncalı olduğu inancıydı. Bahar aylarında, havaların ısınmasıyla birlikte, uzun donlu adamlar, denize çaktıkları kazıkların arasını tahtalarla örerlerdi. Evinin penceresinden deniz görünmese bile, keser seslerini duyan bir İstanbullu deniz hamamının hazırlanmaya başlandığını anlardı. 19. yüzyılın ortalarında görünmeye başlayan, kıyıya iskeleyle bağlı olan deniz hamamları, haremlik/selamlık geleneğinin denize inmesinden başka bir şey değildir. Deniz hamamının kadınlar kısmından yükselen şarkılar çapkın erkekleri yağ gibi eritirdi. Birçok erkeğin, Hezarfen Ahmet Çelebi gibi kanat takıp uçmayı deneme olasılığı düşünüldüğünden, kadın kısmının üstü örtülürdü. Yüzen kadınların kahkahalarını daha yakından duymak isteyen erkekler, asılırlardı sandalların küreklerine. Ne var ki, deniz hamamının bekçileri de sandal içinde pusuya yatar, balık tutma numarasıyla yaklaşan erkekleri S düdük sesiyle uyarırlardı. Ahlak bekçilerinin hepsi de tabi ki erkekti!.. Erkeklerin yüzmek için giydiklerine “Deniz banyosu donu”, kadınların giydiklerine ise “Denizlik” denilirdi. Çatılarına kurutulmak üzere bayrak gibi asılan peştemal ve donlarıyla deniz hamamlarını birer “Ortaçağ kalesi” ne benzeten yazar Ekrem Işın, kadınların giydiği denizliği şöyle tanımlar: “Bir tek feracesi eksik olan bu deniz kıyafeti, kadının boğazına kasnak gibi oturur, kolları dirseğe kadar örterek dizaltına, bazan da ayak bileklerine kadar uzanırdı. Bu tür bir kıyafetle denize girmek, sokağa çıkmaktan farksızdı.” Deniz hamamları Moda, Fenerbahçe, Yeşilköy, Bebek, Salıpazarı’nda kurulurdu. En ilginci ise Galata rıhtımı, evet yanlış okumadınız Galata rıhtımında kurulan deniz hamamıdır. Giriş 60 para, loca 100 paraydı. Yok ille de lüks loca isterim derseniz, girişteki kulübede oturan bekçiye 5 kuruş ödemeniz gerekirdi. Zaman geçtikçe, deniz hamamlarının plajlara dönüştüğünü görürüz. Bu geçişi, 1923 devrimine borçlu olduğumuzu yazmamıza sanırım gerek yoktur! Cumhuriyet sonrasında, yıldızı parlayan yerlerin başında Florya kıyıları gelir. Denize girmek tutkusu insanları yüreğinde dalgalanmaya başlamadan önce, Florya kıyılarının İstanbullu için ne anlama geldiğini öğrenmek üzere şair Ziya Osman Saba’nın anılarına bir göz atalım: “O zamanların Arap harfleriyle Fulurya’sının berisinde uzanan, bugünün latin harfleriyle Florya’sı ise, ‘başınıza güneş geçer’ tehdidiyle gitmemiz, ilerlememiz menedilen, merak veya cesaret edip birkaç adım atacak olsak, süslü iskarpinlerimizin içine, kabahatimizi ne de çabuk meydana çıkaracak, bizi hemen de ele verecek müzevir kum tanelerinin doluverdiği, zaten bir iki adımdan sonra ilerleyemez olduğumuz, gözlerimiz kamaşmış, tabanlarımız kızışmış, kendimizi hemen çayırların ‘sahili selamet’ine attığımız, yasak, yalnız yasak mı, yasak olduğu kadar da korkunç bir bölgeydi.” Florya kıyılarında denize ilk girenler, Bolşevik devriminden kaçarak 1920’lerin başında İstanbula’a gelen Beyaz Ruslardı. Bu semte yerleştirilen Rusların sıcak yaz günlerinde denize girmeleriyle Florya, erkeklerin gözdesi oluverir. Anastas adlı bir Rum’un açık hava meyhanesi kurmasıyla hareketlenmeye başlayan Florya, yine Rumlar tarafından açılan “Solaryum” ve “Haylayf” plajlarıyla mayosunu kapanın koştuğu bir semte dönüşür. 1936 yılının, sıcak bir haziran gününde, Florya’nın denizi gören sırtında üç araba durur. Yolculardan biri şu soruyu sorar yanındakilere: “Bu deniz bize küskün görünmüyor mu?”… Atatürk’ün bu sorusu kaderini değiştirir Florya’nın. Yaptırılan deniz köşkünde denize girmeye başlamasıyla da, toplumun mayoya olan bakışı da değişir.. Hasankeyf’te tarihi tandır HASANKEYF (AA) Batman’ın tarihi Hasankeyf ilçesinde 3 bin yıllık ekmek teknesi ve tandır bulunduğu bildirildi. Hasankeyf kazı ekibi Başkanı Prof. Dr. Abdüsselam Uluçam, kale başına giden vadide yaptıkları çalışmalarda yaklaşık 3 bin yıl önce burada yaşayan insanların faaliyet mekânlarını ortaya çıkardıklarını söyledi. 3 bin yıllık ekmek teknesi ve tandır bulduklarını kaydeden Uluçam, “Bunun su deposu olabileceğini düşündük. Ancak içinin seramik hamuruyla sıvanmış olduğunu görünce tandır olduğunu anladık. İşin başka ilginç boyutu, bunu tamamlayan, hemen yanında ekmek teknesini anımsatan bir oyma. Buğdayın ezilip belki orada hamur haline getirildiği ve yanındaki tandırda pişirildiği kanaatine vardık. Hasankeyf’in en eski kalıntısı diyebileceğimiz tandırla ekmek teknesi kayalara oyulmuş’’ dedi. ‘Yeni cumhurbaşkanı seçilinceye kadar eskisi göreve devam eder’ kaydı, 1982 Anayasası’na konmuştu. 12 Eylül 1980 öncesi 6 ay Cumhurbaşkanlığına vekâlet eden ve 12 Eylül’den sonra Çankaya’dan Zincirbozan’a intikal ettirilen İhsan Sabri Çağlayangil’in anıları, bugüne de ışık tutuyor. Atatürk’ten İnönü’ye, Demirel’den Celal Bayar’a, Menderes’ten Özal’a, de Gaulle’den Thatcher’a uzanan; Yassıada’dan Zincirbozan’a, valilik yıllarından Dışişleri Bakanlığı’na kadar, bir asra yaklaşan ömrü aktarıyor Çağlayan
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle