04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 C röportaj Avrupa birlik mücadelesine başlayışının 50. yılını kutluyor… 27 üye ülke hem kendisine hem de birlikteki diğer ülkelere biraz da mizahla bakıyor bu kutlamalar sırasında. “Çek, Flaman veya Fransız karikatüristler Polonyalıları, Belçikalıları, İngilizleri nasıl görüyorlar” sorusuna yanıt arayan karikatürlerin arkasında onlarca yıllık korku, kızgınlık ve kargaşa saklı… 20 TEMMUZ 2007 CUMA DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ Şairin Takvimi Gün doğmadan açıyorum dükkânı Kuşlar uykuda daha, ağaçlar uykuda, yüreğim uykuda. ??? Tuvalet penceresinin karşısı koca bir han çoğu terzi, konfeksiyoncu, ütücü bir sürü kız Bu kitaptan günümüze dek uzanan süreçte Refik Durbaş, azalmayan bir süreğenlikle şiir yazmayı sürdürdü. Pek çok yeni kitabı yayımlandı. Bu süreçte dili değişmedi. Ancak, anlattığı dünyaların daha yaygınlaştığı, çeşitlendiği söylenebilir. Bunun belki de baş nedeni mesleği gazetecilik olmuştur. Hem kent sokaklarında, hem ülkenin türlü yerlerinde durmadan dolaşmak, oralardan röportajlar bulup çıkarmak zorunda kalmıştır. Bu röportaj yazarlığının onun şiirine de yansıdığını söylemek yanlış olmaz. “Ben dünyaya şiirle, şiirlerle bakmayı seviyorum ve öyle bakıyorum” der bir konuşmasında. Refik Durbaş’ın penceresinden çağdaş şiirimizde, başka şairlerde rastlanmayan pek çok konunun, kişinin, serüvenin girdiği bir gerçek. Şairin de görevi başka nedir ki? Görülmeyeni görünür, duyulmayanı duyulur kılmak. “Kırk Dört Sıfır Dört”, şiirimiz için bir ilk. Deneyselliğiyle, şiirle tutulmuş bir günce olmasıyla, şiirden bir takvim özelliğiyle… Masamda toprak saksıda kokusu solmuş bir tutam fesleğen O da seni düşünüyor ben de… Fransa’nın harfleri pek de iyi şeyler anlatmıyor! Avrupalılar Avrupalılara nasıl bakıyor? Çimen Turunç BATURALP “Avrupa Birliği”, meraklısına eğlenceli bir oyuncak… Zekâ oyunu sevenlere çözümü her gün biraz daha zorlaşan karmakarışık bir bulmaca… Öyle güzel idealler ve hayallerle karmaşıklaşıyor ki, çocuksu bir saflıkla ilişkilendirmek, her adımı hafifleştirmek, parçalarına ayırmak, bu önemli insanlık projesine tanık olmak ilginç oluyor. Aslında herkesin istediği ülkesi, insanları, çocukları, karısı, kocası, sevdikleri, arada bir de egosu için iyi bir şeyler yapabilmek. Bu uğurda yüzyıllar boyu Avrupa topraklarını kanla yıkayanlar çoktandır kılıçlarını kınlarına soktular. Avrupalılar, savaşlarını duvarları aynalarla kaplı, herkesin önünü arkasını kollayabileceği, yumuşacık zeminlere çektiler. Artık “birlik” içinde savaşıyorlar. Saymakla bitmez toplantı odalarında, küçük çocuklara anneleri söyler ya “hadi, ne duruyorsunuz oynasanıza!” AB’liler yılın başından beri, 50. yıl kutlamaları bahanesiyle böyle bir oyun oynuyorlar işte… Örneğin 13 Mart’ta Manchester United, Ronaldhinolu, Gerrardlı bir Avrupa Rüya takımına karşı 72 bin seyirci önünde futbol oynadı. “Sadece Bir Oyun mu?” başlıklı bir sergi 26 Ağustos’a kadar Brüksel’deki bir müze’de futbol meraklılarına ünlü futbolcuların dramlarını anlatmaya devam edecek. Sergide Zidane, Cruyff, Scifo, Puskas gibi futbolcuların öyküleri arasında Nuri Şahin’inki de var. Mart ayından haziran sonuna kadar Brüksel’in en prestijli müzesi olan Güzel Sanatlar Müzesi’nde Magnum Fotoğraf Ajansı’nın sonradan üye olan ülkelerden derlediği kareler sergilendi. Kıbrıs Rum Kesimi’ni görüntülemek için adaya giden İngiliz Çizgi Roman Müzesi ve karikatür sergisi afişi... homojen bir bütün olmamıştır. Ayrılıkları benzerliklerinden daha tehlikelidir. Toplumlar arası gizli düşmanlıkların, önyargıların acısı yaşamın içinde her an kendini hissettirir. Bir gün “melek yüzlü” bir Alman kadından “Avrupa’da Alman olmak bir günahtır” sözlerini işittiğinizde siz şaşırabilirsiniz, ama herhangi bir Avrupalı ifadesiz bakışlarla sessiz kalmayı yeğler. Referansı çok yakın bir tarihe gömülmüş yüz binlerce ölüdür çünkü. Öyle bir sessizlik anında şu geçebilir aklınızdan: “Oysa ben, bizi sevmezler sanırdım…” Avrupa’daki Alman korkusu ve antipatisi Türklere duyulduğunu varsaydığımız negatif duygularla karşılaştırılamaz bile. Daha bir kaç hafta önce Avrupa Birliği zirvesinde dönem başkanı Alman Merkel’in yüzüne vuruldu bir kez daha “Alman” olmak durumu. Polonyalılar oylama sistemini beğenmedikleri için 2. Dünya Savaşı’nın bilançosunu gündeme getirdiler. Zirve sırasında “savaşta Almanya’nın yok ettiği 6 milyon insanımız için de oy hakkı istiyoruz, onlar öldürülmeseydi AB içinde çok daha güçlü bir ülke olacaktık” diyebildiler. Romenler Almanya’nın zirve sırasındaki tutumunu Nazilerinkine benzetti... Diplomatik yetenekleri ile bol bol övgü toplayan Merkel dönem başkanlığını Portekiz’e devrederken zılgıtı yemekten kurtulamadı. efik Durbaş’ın yeni bir şiir kitabı yayımlandı: Kırk Dört Sıfır Dört (Kırmızı Yayınları). Kitapta bir açıklama yapılmamış, ama kırk dört, şairin doğum tarihi 1944’ü, sıfır dört de altmışıncı yaşına girdiği 2004’ü anlatıyor. 2004 yılı boyunca şair, kendi hayatına ve şairliğine bir altmışıncı yaş armağanı vermek istercesine yılın her günü bir şiir yazmış. Kitap bu bir yıl boyunca yazılan kısalı uzunlu 365 şiirden oluşuyor. Kimi şairler, sokakta bulurlar şiiri. Sokağın insanı, yapısı, kiri, derdi, umudundan çıkarırlar şiirlerini. Refik Durbaş böylesi şairlerdendir. Onun şiirindeki sokak, her şeyden önce kendi hayatının sokağıdır. Sekiz yaşında büyük bir göçle başlar içindeki dinmeyen “sıla” ve “gurbet” sızısı. Erzurum’dan İzmir’e göç eder, kim bilir hangi nedenden ailesiyle birlikte. Yalnızca çocukluktaki böyle bir altüst oluş bile yeter kişiyi şair kılmaya. Cemal Süreya da yine böyle büyük bir göçün yarattığı bir şair değil midir? On dokuz yaşında ikinci göçünü yaşayarak üniversite öğrenimi için İstanbul’a gelir. Şiirinin yeni yurdu artık bu kenttir. 1978’de yayımlanan “Çırak Aranıyor”, Refik Durbaş’ın kendine özgü şiirinin kurulduğunu gösterir. Buradaki şiirler hem şair için, hem de Türk şiiri için yeni bir anlatım, yeni bir şiir dünyasıdır. Sokak insanları, kendi dilleriyle, kendi varoluş kavgalarıyla, kendi kültür dünyalarıyla ve yaşayan, sahici kişilikler olarak şiirlerde boy gösterirler. Sokağın, yoksul, çalışan insanların dilinden özgün bir şiir dili yaratabilmiş ender şairlerdendir Refik Durbaş. Türk şiiri içindeki en önemli özelliği de bu başarısıdır. R [email protected] Bir büyük leydinin ardından Erhan KARAESMEN Ferhunde Hanım Türk piyanosunun ve Türk eğitim dünyasının çok özel bir insanıydı. Bir büyük kadındı. Çok zeki, olayları çok çabuk algılayıp süratle sentez yapabilen, bir değişik aydındı. ‘On parmağında on marifetin bulunduğu’ söylenen çok becerikli insanlardan biriydi. Giysi ve triko alanında çok ince bir zevkle tasarımını kendi yaptığı birtakım ürünleri, o akıl almaz becerikli parmaklarıyla kendisi diker, örer, çatar, hazırlardı. Ama elbette tüm bunların üstünde ve hepsinin de çok renkli bir karışım olarak benzersiz bir eğitimciydi. Aynı etkinlik dünyasının çok üstün iki insanı, evlenip bir aile hayatı sürdürdüğünde birinin diğerinin gölgesinde kaldığı ya da öbürü için kendini feda etmek zorunluluğunu hissettiği gibi düşünceler yaygındır. Ulvi Cemal Ferhunde Erkin ailesi bu yalınkat düşünceyi çok açıkta bırakacak bir özgün ve dengeli mutluluk simgesiydi. Başarılı anne baba, başarılı besteci, başarılı piyanist ve olağanüstü bir eğitici bir araya gelmişlerdi. İki tane güzel çocuk yetiştirdiler. Ama Ferhunde Hanım’dan feyz alan sanat ve piyano dünyasından insanın sayısı çok daha fazla oldu. Kendisinden ‘hayatımın insanı; manevi validem’ sözcükleriyle bahseden Filiz Ali dostumuz, Ferhunde Hanım’ın aşırı titizliğinden ve zor beğenirliliğinden bol miktarda nasibini aldığını da hiç saklamaz. Dinlemiyormuş gibi ve sanki kafası başka bir işlerle meşgulmuş gibi bir köşede oturan büyük eğitici, en küçük detayına kadar gizli bir titizlilikle izlediği parçanın sonunda; “şurası böyle olmalıydı, burasında şunlara dikkat edilmeliydi” değerlendirmesini rahatlıkla yapabilen müstesna bir izleyiciydi. Öğrenciliğini yapmış olanlar için bir efsaneydi. Kendisini bu ölçüler içinde tanıma zevkine ulaşmamış bizler gibi, sonraki kuşakların tutkulu müzik meraklıları için de müthiş saygıyla yaklaşılan bir mabude gibiydi. SARHOŞ TESTİ... Şimdi sıra Portekiz’de... Altı aylık dönem başkanlığına başladığı ilk gün Fransa’ya karşı tavrını ortaya koydu. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’yi, zaten bir çok konuda antlaşmazlıkların yaşandığı AB’de yeni bir tartışma konusu açmasının pek akıllıca olmadığı konusunda uyardı. Sarkozy Avrupa haritasının yeniden tartışmaya açılmasından yana. O zaman karşısına geçip bir tek soru sorabilmek istiyor insan. Bugün “Sevr” antlaşması geçerli olsaydı, Avrupa’nın sınırları nerede bitecekti acaba? Sert yumruklu bir “Avrupa Lideri” olma hevesindeki Fransa Cumhurbaşkanı, G8 zirvesindeki basın toplantısına sarhoş geldiğinde bakışları öylesine yumuşamış, masumlaşmış, komikleşmişti ki… Türkiye’ye Avrupa coğrafyasının dışını gösteren parmağını tutup, “Sayın Fransa Cumhurbaşkanı, önce sarhoş testini başarınız! Hadi bakalım burnunuzu gösteriniz” diyebilmek iyi olurdu… AB bünyesindeki ileri geri konuşmalara, çekiştirmelere, tartışmalara, yapılan saçmalıklara bakınca her söylenenin çok fazla ciddiye alınamayacağı ortaya çıkıyor. Öte yandan “AB Projesi” insanlık tarihinin en barışçı, insan haklarına, doğaya, demokrasiye, eşit haklara, en saygılı projelerinden biri olarak fazlasıyla ciddiye alınmayı hak ediyor. Ekonomik ve siyasi gücü artırma iradesi gösterilebildiği sürece böyle bir projede yer almaya, bu projeye yön veren ülkelerden biri olma kararına kim karşı çıkabilir ki? 50. yıl kutlamaları nedeniyle fotoğraf sergisi de açıldı. masaların etrafına dizilip “sabırlı”, “nazik”, insanlık adına çok daha yararlı sonuçlar doğurabilecek, günlerce aylarca süren kavgaları tercih ediyorlar. En akıllı, en birikimli, davasını en iyi savunan, en dirayetlilerin ancak bir gıdım fazla kazanabildiği, tavizlerden geçerek ulaşılan uzlaşma alanları yaratıyorlar. Bu ölçülü ama haşin mücadelenin altında yatan, her ülkenin “ekonomik ve siyasi” yapısını güçlendirme azmi. Bütün mesele dengeyi bozup yere kapaklanmamak... “Roma Antlaşmasıyla”, birlik içinde mücadele başlayalı mart ayında tam elli yıl oldu. AB altın yaşına girerken Türkiye partiye davetli değildi, ama 2007 Ocak ayından bu yana, 27 üye ülke ve dünyanın başka yerlerinde düzenlenen etkinliğin binbir çeşidiyle kutlamalar devam ediyor. Resim ve fotoğraf sergileri, konserler, konferanslar, spor müsabakaları, seminerler, gençler arasında yapılan yarışmalar, ülkelerin kendilerini tanıtmak için çadır açtıkları, bir lokma yemeklerinden, bir yudum içkilerinden sundukları küçük festivallerle “AB” halkın gündemine iteleniyor. Böylelikle AB’nin önemli sorunlarından biri olarak dikkat çeken “halktan kopuk” oluşu için de eğlenceli, eğitici, birleştirici çözümler üretilmiş oluyor bir yandan. Amaç bu “kutsal projeyi” anlatabilmek, AB toplumlarını yakınlaştırmak, aralarındaki amansız dil engelini aşmanın baska yollarını bulup, birbirlerini tanımalarını sağlamak. Zoraki bir araya getirilen birbirini ilk defa görmüş fotografçının “Kıbrıs’taki İngiliz parmağından duyduğu utanç” yüzünden, sergi için bol bol “Kuzey Kıbrıs” görüntüleri seçmiş olması ilginçti. Fotoğrafların yanına yerleştirilmiş panodaki tek paragraflık anlatımda güney ve kuzey arasında bir fark olmadığından ve “utançtan” söz ediliyordu, ama sergide gösterilen Türk bayrakları, Türk askerleri işgal altında harabe bir “Kıbrıs” anlatmaya çalışıyor gibiydi. 26 Haziran’da Brüksel’deki Çizgi Roman Müzesi’nde “Avrupalılar, Avrupalılar’a Bakıyorlar” isimli bir sergi açıldı. 21 Ekim’e kadar sürecek sergi ilginç bir soruya komik cevaplar arayan karikatürlere yer veriyor. Soru şöyle: Çek, Flaman veya Fransız karikatüristler Polonyalıları, Belçikalıları, İngilizleri nasıl görüyorlar? BİZ DEĞİLMİŞİZ TEK SEVİLMEYEN… Türkiye’den batıya doğru bakıldığında Kapıkule’den sonrası ta ABD’ye kadar aynıymış gibi algılanır bazen. Batıdan doğuya bakanların Kapıkule’nin bütün doğusunu aynı kefeye koyup, Türkiye’yi, Ortadoğu coğrafyasına katmasından daha farklı bir bakış değildir bu... “Batı” farklı dilleri, farklı ırkları, farklı kültürleri, farklı dinleri ve mezhepleriyle hiç bir zaman göründüğü kadar EFSANE KADIN Çok uzun on yıllar yabancı eğiticilerin sultası altında yürümüş Türk müzik eğitimi dünyasında Ankara Konservatuvarı, yenilikçi ve ulusalcı bir ha vanın başlatıcılığını ve yürütücülüğünü yükümlenmişti. Ferhunde Erkin Mithat Fenmen ikilisinin başlattığı çağdaş eğitimcilik sonraki kuşaktan kendilerinden de feyz almış diğer eğiticilerin büyük gayretleriyle devam etti. Zaman zaman belki inişler, çıkışlar yaşadı. Ancak Ankara’da hâlâ bir piyano eğitim odaklaşması mevcutsa bunda çok büyük payı ve varlığı Ferhunde Hanım taşımıştı. Ferhunde Hanım’ın gidişiyle Türk müzik ve eğitim dünyası, sadece nostaljik anılarla dolu, parlak ve renkli bir dönemin son temsilcisinin kaybına üzülmüyor, ayrıca müzik eğitimi alanında ve genelde müziğin kendisinde toplum içinde gittikçe gevşeyen ve hatta çözülen duyarlılığın sızısını böylesine derin bir kayıp vesilesiyle bir kez daha anımsıyor. Çağdaş müziğe doğru yönelme ve oradaki devrimci arayışlar Cumhuriyet dönemi kültür hareketleri içinde belki en başarılısı olmadı; olamadı, ama en azından Ferhunde Erkin gibi bir efsane kadın sanatçının filizlenip yeşermesine müsaade etti. Müzik dünyamızın geleceğinde de bu tür filizlenmelerin ve yeşermelerin yeniden yer almaya başlayacağını umarak tüm müzik dünyasına Ferhunde Erkin’i yitirişimizden dolayı başsağlığı diliyorum. Aziz anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle