Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 C kültür 25 MAYIS 2007 CUMA Cannes 60 yaşında... çekleştireceği üçlemenin ikincisi olan “Süt”le, genç yönetmenlerin çalışmalarının desteklendiği “Atölye” adlı bölüme kabul edilmiş. Çok az yönetmenin adı, aynı yıl festivalin iki bölümünde birden yer alma şansına kavuşur. Sinemamız, Pamuk, Akın ve Kaplanoğlu’nun yanı sıra film pazarında gösterilecek –ve bu yıl gerçekten de yüz akı yapımların yer aldığı bir seçki, “Uluslararası Köy” içinde yer alan Türkiye pavyonu ve “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti” temasına odaklanan bir tanıtım kampanyasıyla 60. Cannes Film Festivali’nde etkin bir varlık göstermeye aday görünüyor. LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Samimiyetsizlik Panayırı: Eurovision gördük. Bir tür suçluluk, biraz da aslında halklar düzeyinde sorun olmadığını anlatma çabasıdır bu belki de. Halklar arasında sorun olmadığını, emperyal güçlerin varlığından haberdar olduğum için, bilenlerdenim elbette. Ama, halkların masum olduğu yanılsamasına kapılmaya da niyetim yok. Bosna’da kapı komşusunu kesen Sırp’lar ile eline bıçağı almasa da kıyıma destek veren Sırp’ların sayıları, koca bir halkı oluşturuyor. Yine de Eurovision’da bu tür mesajların inceden inceye verilmesine, eyvallah, itirazımız yok. Fakat işin tadının kaçırıldığını, müthiş bir sahtelik sergilendiğini de görmemiz gerek. Sık sık kullanıldığı için artık kanıksanmış hale gelen kimi kavramların Eurovision’da “vücut” bulması kabak tadı verdi. Bu nedenle, Miloseviç’in “etnik temizliğine” büyük destek veren Sırplar için “Aferin, Bosna’ya oy verdiler” diyecek değilim. Hiçbir güç dedirtemez. Halkları da vicdani sorumluluğa çağıran tutumlar geliştirmek zorundayız çünkü. Hiçbir halk bu tür trajedilerde “masum”muş muamelesi görmemeli. İlelebet böyle gitmeli dediğim de yok tabii. Yolu nedir bilemem ama Sırp halkı bir fırsatını bulup Bosna’dan özür dilemelidir. Eurovision gibi bir panayır “fırsat zemini” sayılmaz gözümde. ??? Her halk gibi Ermeni halkı da sevimlidir, kötü diyenin de alnı karışlanmalıdır. Ama Eurovision’daki şarkıları berbat bir şarkıydı Ermenistan’ın. Türkiye’nin, Ermeni ekibe tam puan olan 12’yi vermesini de şaşkınlıkla karşıladığımı belirtmeliyim. Hadi bir zamanlar eski Yugoslavya’ya ait ülkelerin birbirlerine oy vermelerinin nedeni coğrafidir, kültüreldir vs. Türkiye’ninki sadece bunlardan ötürü verilmiş bir oy mudur? Sanmam. İmaj sorunu olan bir ülke Türkiye. Türkiye’nin jürisini Ahmedinecad’lar oluşturuyor sandım bir an. Egemenlik sahalarına giren İngiliz askerlerini “İngiliz halkına hediye” olsun diye serbest bırakan İran Cumhurbaşkanı ile bizim Ermenistan’a tam puan veren jürimizin ortak noktaları “Ermeni ya da İngiliz kamuoyuna ne kadar hoşgörülü” olduklarını kanıtlamak. Bu, herhalde küçük ya da suçlu ülke kompleksi olarak açıklanabilir durumdur. “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” sloganına tahammül edemeyenlerin çoğunlukta olduğu Türkiye’den, hem de berbat bir parça seslendiren Ermenistan ekibine Eurovision’da 12 puan verilmesini samimi bulanlar da mutlaka vardır. Panayır bu. Her çeşidinden var. Hangisi gerçek hangisi sahte, bilmek zor. kemalerdemol@yahoo.co.uk Vecdi SAYAR CANNES Dünyanın en büyük film festivali Cannes, bu yıl 60. yaşını kutluyor. “Geleceğin Seyircisine Doğru” adlı forum ve Çinli yönetmen Wong KarWai’nin “Blueberry Nights” adlı filmiyle açılan festivale bu yıl 60. yıldönümü nedeniyle dünyanın dört bir köşesinden ünlü yönetmenler ve çok sayıda yıldız katılıyor. 60. yılın afişinde, bu coşkuyu havalara sıçrayarak yansıtan yönetmen ve oyuncular yer alıyor. Kimler yok ki bu çocuklar gibi zıplayan ünlülerin arasında: Pedro Almodovar, Jane Campion, Juliette Binoche, Gerard Depardieu… Hepsini saymaya kalksak yerimiz kalmayacak. Açılış gecesinin en önemli yıldızı, “My Blueberry Nights”la sinemaya adım atan ünlü şarkıcı Norah Jones idi. Tabii gecenin sunucusu Alman yıldız Diana Kruger, açılış gecesi gösterilen “Absurda” adlı kısa filmin yönetmeni David Lynch ve jüride yer alan ünlü isimlerle birlikte. Festivalin açılışını yapmak üzere sembolik bir çift seçilmişti, sessiz sinemadan bu yana yönetmenlik yapan 90 küsur yaşındaki Manuel de Oliver ve Batı’nın Doğu’ya ilişkin düşlerini simgeleyen Prenses ShuQi. Bu yıl başkanlığını İngiliz yönetmen Stephan Frears’in üstlendiği Cannes jürisinde Türkiye ilk kez temsil ediliyor. Cannes jürilerinde her yıl bir büyük yazara yer verilmesi gelenektir. Bu yıl bu onur Orhan Pamuk’un. Pamuk’un yanı sıra jüride İtalyan yönetmen Marco Bellochio, Moritanyalı yönetmen Abdurrahman Sissako, Kanadalı yönetmen Sarah Polley, Fransız sinemasının efsane oyuncusu Michel Piccoli ve birbirinden güzel ve yetenekli üç yıldız yer alıyor: HongKonglu Maggie Cheung, Avustralyalı Toni Colette, Portekizli Maria de Medeiros. Bu yıl, sinemamız açısından şanslı bir yıl. Resmi yarışmada Fatih Akın’ın yönettiği ve başrollerini Tuncel Kurtiz, Nurgül Yesilçay, Nursel Köse’nin paylaştığı “Yaşamın Kıyısında” (İngilizce adı “Cennetin Kıyısı”) adlı yapım yer alıyor. Bu film, Almanya’dan çok PAMUK, AKIN VE KAPLANOĞLU Cannes Film Festivali’nin açılış filmi ‘Blueberry Nights’ın oyuncuların Norah Jones ve Jude Law gösterime birlikte geldi. Açılış törenini Alman yıldız Diana Kruger sundu. (AP) 26 Mayıs’ta Denys Arcand’in filmi ile kapanacak olan 60. festivalin en önemli etkinliklerinden biri, 20 Mayıs’ta gösterilecek “Herkesin Sineması Kendine” başlıklı montaj film. Dünyaca ünlü 33 yönetmenin çektiği 3’er dakikalık filmlerden oluşuyor. Angelopoulos’tan Chen Kaige’ye, Cronenberg’den Kiarostami’ye, Polanski’den Moretti’ye uzanan muhteşem bir seçki. Resmi program içinde yer alan “Belli Bir Bakış” ve resmi program dışındaki öteki bölümlerle (Yönetmenlerin On Beş Günü, Eleştirmenler Haftası, Cannes Klasikleri, Dünyanın Bütün Sinemaları) birlikte 150’yi aşkın film var programda (Film Pazarı’nda gösterilecek yüzlerce filmi saymazsak). Gücümüz yettiğince size yansıtmaya çalışacağız bu görkemli şöleni. Açılış töreninden önce yapılan basın toplantısında en çok soru sorulan seçici kurul üyelerinden biri Orhan Pamuk oldu. ‘İfade özgürlüğü şampiyonu olarak mı buradasınız’ sorusuna Pamuk, “Hiç bir şeyin şampiyonu değilim. Bir yazar olarak buradayım. Cannes jürilerine bir yazar seçilmesi gelenektir” dedi. Pamuk, TürkiyeAB ilişkilerine ilişkin soruya da şöyle yanıt verdi: “Sarkozy’nin söyledikleri çok önemli değil çünkü Türkiye’nin AB serüveni devam edecektir” dedi. Türkiye’nin hanesine yazılacak desek yeridir. Çünkü, Cannes’da nicedir filmler ülkelerin adıyla değil, yönetmenlerin adıyla yarışıyor. Yani, Eurovision’a benzer bir yanı yok bu yarışmanın. “Yönetmenlerin On Beş Günü” adlı bölümde ise Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta” adlı filmi yer alıyor. Kaplanoğlu’nun ikinci bir başarısı daha var: Ger Ağır toplar çıkıyor... Uğur HÜKÜM Cannes sayesinde dünyaya mal olan 35 sinemacının hazırladığı 32 adet üçer dakikalık kısa metraj derlemesi “Herkese Kendi Sineması” 60 yaşına basan festivalin bu yılki sakinlerine yapılmış en güzel hediyeydi. Vecdi Sayar bu sütunlarda bizim de keyifle paylaştığımız kısa bir döküm yaptı. Umarız en kısa zamanda Türk sinemasever de bu zevki tadar… Eğitim gördüğü ABD’de çektiği üçlemesi “Shade – 1999”, “I am Josh Polonski’s Brother – 2000” ve “Apartement number5C– 2002” dahil ilk 4 filmiyle ciddi ümit veren Yahudi kökenli 1971 Marsilya doğumlu Fransız sinemacı Raphael Nadjari ilk kez Resmi Bölüm’de yarışıyor. Dincilerin egemen olduğu bir toplumda orta halli bir ailenin dramını anlatıyor. Basit bir trafik kazası sonrası esrarengiz biçimde ortadan kaybolan babanın ardından iki erkek kardeş kendilerince doğru yolu bulmaya çabalıyorlar. Özellikle 16 yaşındaki ağabey laik annesiyle koyu dindar büyükbabası ve amcası arasında bocalıyor. Nadjari Tevrat’tan derlenmiş yol gösterici sureler anlamına gelen “Tehilim” başlıklı son derece yalın ve epeyce de yansız anlatımlı filminde, hayatın her zaman basitliklerle açıklanamayacak kadar girift olduğunu sergiliyor. Hele hele gelenek ve dinin egemen olduğu bir toplumda… Genç yönetmen 2004’te yine İsrail’de çektiği “Avanim” ile birlikte kökeni ülkeyi irdelemeyi sürdürüyor… Roma doğumlu Daniele Luchetti, “Mio Fratello é Figlio Unico / Kardeşim Bir Tek Çocuk” isimli eseriyle bizi adeta 50’li, 60’lı yılların İtalyan siyasi içerikli ve duyarlıklı komedilerine götürdü. rayna’dan Avusturya’ya getirilen, gelen kadınlar ve Balkanlar’a, eski Yugoslayva’ya ihraç edilen toplumun sınırında yaşayan en zayıf sınıfların kırılgan üyeleri. Filmin sert duruluğu ve gerçekçiliği çarpıcı… Yarışmanın beklenen ağır toplarından, 2005’te “Last Days”le sevenlerini düş kırıklığına uğratan ABD’li ünlü sinemacı Gus Van Sant, “Paranoid Parc”ta umutlarımızı boşa çıkarmadı ve 2003’te “Elephant” ile kazandığı Altın Palmiye’ye bir kez daha aday olduğunu kanıtladı. Sant’ın dünyası yine ergenlik çağındaki kaykaycı gençlerin dünyası. Hiç şiddetsiz, hatta çocuksu bir masumiyetle nasıl katil olunurun rehberini arıyorsanız, ‘Gus Van Sant aracılığıyla Amerikan toplumunu izlemeniz’ fazlasıyla yeterlidir, diyebiliriz. Hani yani bir kuşkunuz varsa… İHRAÇ MALI KADINLAR Resmi yarışmada izlediğimiz bir başka yeniyeni gerçekçi film, hiç tanımadığımız bir Avusturyalı yönetmenden geldi: Ulrich Seidl ve “ImportExport”. 1952 Viyana doğumlu yapımcı, senaryo yazarı ve yönetmen, ülkesinde televizyon filmleri ve belgeselleriyle tanınıyor. 2003’te çevirdiği “Jesús, Du weisst / İsa, Sen Biliyorsun” belgeseliyle adını dünyaya duyurdu. Seidl’ın ithalat ve ihracat metaları insanlar, öncelikle de Uk “Kâr, varsa yoksa kâr” dünyasının acımasız bir sanayi ve ticaret çarkına dönüştürdüğü sinemanın Mekke’si Cannes’da insanlık ne gezer demeyin… Zira icabında öylesi bir âleme haddini bildirmeye kararlı hacıların en babaları yine sinemadan geliyor. Cumartesi sabahı Resmi bölümün yarışma dışı gösterilen, Amerikalı militan sinemacı Michael Moore’un ‘Sicko’su tam bir yumruk gibiydi. Moore, Amerikan sağlık sektöründen çıkarak, ABD patentli liberal bir yaşamın geleceğimizi nasıl ‘insanlık’ dışı sağlıksız bir karanlığa sürükleyeceğini anlatıyordu. ‘La Question Humaine / İnsan Sorusu Sorunu’, Fransız angaje sinemasının son yıllarda ön plana çıkan isimlerinden Nicolas Koltz’un ‘Yönetmenlerin Onbeşi’nde gösterilen son filmi. Aralarında daha önce gerçekten beğeni toplamış ‘Parya’ (2000), ‘Yara’ (2004) gibi ‘DocuFiction / Yarı Belgesel Yarı Konulu’ nitelenen 4 uzun metrajlı filmi olan Klotz bu kez François Emmanuel’in aynı isimli romanını sinemaya uyarlamış. Çokuluslu bir petrokimya tekelinde çalışan bir psikolog, tesadüfen, kuruluşunun geçmişte Nazilerle olan yakınlığını keşfediyor. Liberation gazetesine göre Cannes’da ‘İnsanlık’ Klotz yalnızca, “Çağdaş liberalizmin Nazizm’in genetik ve kalıtımsal uzantısı olduğu tezini ustalıkla sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda ‘insanca’ bir umut mesajı da yolluyor.” Resmi yarışmada heyecanla beklenen Joel ve Ethan Coen biraderler filmi ‘Yaşlı Adamlara Ülke Yok’ bizde tam düş kırıklığı yaratırken, bir başka belgesel, 1941 Tahran doğumlu, İsviçre kökenli Fransız yönetmen Barbet Schroeder ustanın ‘Jacques Verges – Terörün Avukatı’ yüreğimize su serpti. İnsanlığın o kadar da ucuza harcanamayacağını, kalıpların kişileri, devirleri, siyasetleri kolaylıkla açıklayamayacağını gösterme gayretinde olduğu için… ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde hayatımızda ilk kez görebileceğimiz bir Estonya filmini kaçırdığımıza üzüldük. 1980 doğumlu genç kadın yönetmen Kadri Koussar’ın birinci uzun metrajlı ‘Magnus’da, tedavisi olanaksız denen bir hastalığa karşı yaşam mücadelesi veren küçük bir çocuk ve babasının özgün ‘insani’ hikâyesini anlattığı için… İzlediğimiz 5 Resmi Yarışma filminin ortalama kalitesinin yüksek olmasına karşın genç Rumen yönetmen Cristian Mungiu dışında gönlümüzdeki Altın Palmiye’yi sunacağımız bir eser henüz gözümüze çarpmadı… üyük müzik tekellerinin düzenlediği Eurovision adlı o sıradan yarışmanın, “milli mesele” haline getirilmesini garip ya da komik bulan sadece ben değilim tabii ki. Bu nedenle işin bu tarafıyla ilgilenmiyorum. Söz konusu yarışmanın bu yazıya konu olmasının nedeni başka. Önemli müzik çevrelerinin, müzik adına kalıcı hiç bir eser ortaya çıkarmadığını söyledikleri Eurovision şarkı yarışmasının, özellikle son yıllarda toplumbilimcilere bir hayli malzeme sağladığı görmezden gelinemez. Garip ya da komik oluşunu bir kenara bırakmamın nedeni budur. Gerçekten de kimi davranış biçimleri açısından gittikçe düşündürücü olmaya başladı Eurovision. İzlenme oranına bakıp, yaygınlığı göz önüne alınırsa, ideal bir zemin olduğu inkar edilemez olan Eurovision’da politik, dini, kültürel, nihayet duygusal kaynaklı birçok mesajın, ulaşacağı sanılan yerlere iletildiği görülebilir. Muazzam bir fırsattan söz ediyorum yani. Bu son yarışmada da öyle oldu. Katılan ülkelerin jürileri derecelendirmeyi etkileyecek seçimlerini yaparlarken belli ölçülere vurdular işi. Kimi coğrafi kardeşlikten, kimi kültürel/dini yakınlıktan, kimi tepkisellikten, kimi de imaj kaygısından yola çıkarak oy kullandılar. Böylece de, müziğin tamamen değerlendirme dışı kaldığı, iletilmesi istenen her neyse, onun, aceleye getirildiği gürültülü bir “panayır” çıktı ortaya. Özellikle, Churchill kaynaklı “Demir Perde” gibi bir Soğuk Savaş dönemi sıfatıyla tanımlanan ülkelerin yarışmacıları, eşcinsellerin, lezbiyenlerin aldıkları mesafeden habersizlercesine, Batı’da çoktan vadesini doldurmuş anlayışları müziklerine yansıtmış oldular. Sırp ekibi bunlardandı. İçinde bulunduğumuz Medeniyetler Çatışması döneminde hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan “folklor” bulamaçlı şarkıların da dile getirilmesi, “panayır”ı iyice, o çok övünülen popüler müzik sanayiinin bir tür Cannes’i olmaktan uzaklaştırmış bulunuyor. Tabii ki bunu dert edecek halim yok. Ama, mesajların bambaşka platformlarda, hem de güçlülerin izin verdiği ölçülerde dile getirildiği bir dünyada Eurovision’dan “mesaj” iletmek artık gülünç kaçtığı için, ister istemez kayıtsız kalamıyor insan. Eski Yugoslav Cumhuriyeti’ni oluşturan ülkelerin hemen hepsinin, çalıntı deniyor ama, bence hayli hoş olan bir şarkıyı seslendiren Sırp ekibine oy vermelerinin, melodinin hoş olmasının dışında da gerekçeleri var. Başta geleni coğrafi ortaklık, kültürel yakınlık elbette. Ama aynı coğrafyadan diğer ülkelerin, örneğin Sırp Cumhuriyeti’nin, melodisi hiç de güzel olmayan Bosna ekibine de oy verdiğini B ünlerdir belediyenin çok erkek elemanlarıyla tekstil dünyasının erkek patronları arasında bir bikini savaşıdır, gidiyor. Ve bikini neredeyse laikliğin yeni bayrağı haline geldi. Yakında şöyle sloganlarla karşılaşabiliriz: “Bikinime karışma!” Kamuda çalışanların, amirleri tarafından cuma namazına gidip gitmediklerinin denetlendiği, uzmanlık isteyen alanlara mutlaka ama mutlaka eşleri türbanlı memurların getirildiği, iki milyon kız çocuğunun aileleri zorladığı için Kuran kursuna gittiği, taşradan gelmiş yoksul üniversite öğrencilerini kapmak için üniversite kapılarında gönüllü tarikat gençlerinin beklediği, dış borcun tavan yaptığı, eğitim ve sağlık harcamalarının bütçedeki oranının neredeyse sıfırlandığı bir ülkede laikliğin bir bikini savaşına dönüşmesi yani magazinleştirilmesi insanı korkutuyor. Oysa laiklik ciddi bir olay. Laiklik Türkiye’nin olmazsa olması, bizi sefil İslam coğrafyasından ayıran en önemli olgu. Onu magazinleştirmemek hepimizin birinci görevi olmalı. Cumhuriyet mitingleri bütün dünyaya Türkiye’de yaşayan kadınların, kızların aydınlık ve çağdaş yüzünü göster G AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Laiklik Magazinleşirken hafazakâr bir iklimin egemen olmasında onların payı oldukça fazla. Pek çoğu kraldan daha kralcı, iktidar erki ellerinde ya, erzak torbası dağıttıkları yoksul ailelerin namusu onlardan soruluyor. Sadece yoksul ailelerin mi, ülkede yaşayan cümle kadınların, kızların namusundan da kendilerini sorumlu hissediyorlar. Hep birlikte gördük, Cumhuriyet mitinglerinde yepyeni bir orta sınıf vardı. Katılanların büyük çoğu eğitimliydi, ça di, şimdi bu imaj yeniden altüst edilmek isteniyor. Bikininin yasaklandığı bir Türkiye imajı en çok kimin işine yarar? Ülkeye gelen turist sayısını azaltarak daha çabuk İslamlaşacağını düşünen dinci kesimin. Çünkü turistlerin rahat ettiği, koşarak geldiği ve para bıraktığı bir ülkede dinci kesim için işler zorlaşır. Öte yandan yaşanan bu bikini krizi, kırmızı noktalar, içki yasakları, dağıtılan dinsel içerikli kitaplar, kutsal hafta gösterileri bize yerel yönetimlerin ne denli önemli olduğunu gösterdi. Ülkede mu lışarak bulundukları yere gelmiş yurttaşlardı ve en önemlisi yaşam tarzlarına dokunulmasını istemiyorlardı ve korkuyorlardı. Bu korkuyu dikkate almak, bu korkunun kaynağını görmek iktidar partisinin yapması gereken ilk işti. Ama yapmadılar, tam tersi korkuyu daha da artırdılar. Korku orada dururken, “bikini savaşları” gündeme pat diye düştü. Dikkatleri dağıttı. Laikliği aşağı çekti. Bikini konusu şimdi Avrupa Konseyi’ne taşınıyor. Konsey zinanın suç sayılması önerisinden sonra şimdi de bizim bikinimizle uğraşacak. Gerçekten İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na şapka çıkarmak gerek. Kenti bekleyen su sıkıntısına karşı hiçbir önlem almazken bikiniyle uğraştığı için. Çoğunluk farkında değil, müthiş bir kuraklık bizi bekliyor. İstanbul’un suyu temmuzun başında bitiyor. Geçenlerde komşu apartmanda kapıcı hortumla saatlerce çiçekleri suladı. Apartmanın yöneticisine gidip sordum: “Kuyu suyu mu kullanıyorsunuz?” “Hayır” dedi, “O zaman biraz daha dikkatli kullanın” dedim. Yöneticinin verdiği yanıt şu oldu: “Parasını biz ödüyoruz, sana ne?” Adamcağız haklı: “Bana ne?” Ne de olsa belediyenin bikinili afiş avına çıktığı bir ülkede yaşıyor. Berlin Türk Film Haftası ilgi topladı Aysel ÖZDEMİR BERLİN Berlin’de bu yıl beşincisi düzenlenen Türk Film Haftası, 18 Mayıs cuma akşamı tarihi Babylon sinemasında başladı. Geceye, aralarında Berlin Büyükelçisi Mehmet Ali İrtemçelik ve Berlin Başkonsolosu Ahmet Nazif Alpman ve eşi Sevinç Alpman ile Eyalet Parlamentosu milletvekilleri Özcan Mutlu, Bilkay Öney’in de bulunduğu çok sayıda davetli katıldı. Selçuk Sazak tarafından düzenlenen ve 1980’li yılların siyasi olaylarının anlatıldığı “Zincirbozan” filminin gösterimi ile başlayan Berlin Türk Film Haftası’nın sunuculuğunu genç gazeteci Seçil İşlek yaptı. Filmin öncesinde kabare oyuncusu Muhsin Omurca’nın gösterisi ilgi ile izlendi. 27 Mayıs’a kadar sürecek olan Türk Film Haftası’nda “Sevgilim İstanbul”,”Takva”, “Barda”, “Eve Dönüş”, “Kısık Ateşte 15 Dakika” ve “Romantik” gibi 20 film gösterilecek. isilozgenturk@gmail.com