29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

25 MAYIS 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C Gölde Canavar Aramak!.. mayı düşünebilirler.” Z SÖZCÜKLE ÇOK ŞEY ANLATMAK 15 Enis BATUR Cees Nooteboom’la arşılaşmalardan söz ederken, konu Cees Nooteboom’a gelip dayandıydı. “Arzın Merkezinde Buluşmalar” genel başlığı altında gerçekleştirilen, Adnan Özer’in yönlendirdiği Cemal Reşit Rey “diyalog”larında, 31 Mart 2007 günü Nooteboom’la yan yana oturmazdan önce kafa kafaya verme fırsatımız doğmuştu. Uzun bir akşam yemeği faslında, karşılıklı açıldık; ertesi gün boyunca, sahnede ve ötesinde sürdü diyaloğumuz, o gece bir noktalı virgül koyduk böyle başlayan ilişkilerin usul usul kök saldığını biliyorum artık. Her karşılaşma, ister istemez bir tür sonuç bırakıyor arkasında; farkına varsak varmasak, bilânço oluşturuluyor zihinlerde. Biribirinizi biraz okumuş, fikir sahibi olmuşsunuz. Tanışınca, öbür halkaya da sıçranıyor: Yazar’dan İnsan’a geçiş bazan pekiştirir imgeyi, bazan çözer ve püskürtür: İlle de, değer verdiğimiz yazarın kişiliğini yakın bulacaksınız diye bir kural geçerlilik kazanmıyor. Şüphesiz, diyaloğun gelişmesini, koyulaşmasını sağlayan etmenlerin başında ortaklıklar geliyor. Meşrep, ilgi, hedef ortaklıkları öncelikle de. Nooteboom nitelikli okura yönelmiş, öyle bir okuru seçmiş bir yazı adamı; “çoksatarlar yazmak” tasalandırmamış onu. Ülkesinde, anadilinde bile sonuç öyle gerçekleşmiş: Musil’in kendini tanımladığı gibi, tanınan ama geniş kitleyle buluşmayan bir üretim. Şiir, yazı yaşamının merkezinde. Gelgelelim, en az bilinen yönü bu, yabancı dillere de fazla açılamamış şiirleriyle, çevirmenlerinin uzak durmasından yakınmadan edemedi. Romanları, öykü kitapları, denemeleri, daha çok da gezi metinleriyle yaygın tanınırlığa ulaşmış. Bir globe trotter Nooteboom. Alabildiğine geniş bir coğrafyanın seyyahı: Japonya’dan Güney Amerika’ya, Malezya’dan Tayland’a uzanıyor yolculukları. Yılın yaklaşık yarısını İspanya’daki evinde, üç ayını Amsterdam’da geçiriyor, kalan üçdört ayı konferanslar vermek, okuma günleri yapmak, çağrılara yanıt vermek üzere dolaşmaya ayırıyor. Doğrusu, ülküsel bir paylaşım. Önümüzdeki yıl 75’ine basıyor. Hollanda bağrına basmamış onu. Kitaplarını tek bir yayınevi üstlenmemiş, dağınık düzende kalmışlar hep. Oysa Almanya’da Suhrkamp çoktan “Bütün Eserleri”ni çıkarmış bile. Bir burukluk içinde ülkesine karşı; düşmanca yaklaşanların sayısı onu bezdirmiş. Söz bir ara on yıldır aday gösterildiği Nobel ödülüne gelince, “bir tek şey için almak isterim: Hollanda’dakileri susturur belki”. K Dayanamadım: “Bana kalırsa hepten yanılıyorsunuz”. Az durdu ve sonra, “Haklısınız” dedi. Kendi ülkeniz böyledir: bir şeyler yapmışsınızdır, onun için de “Sen kendini ne sanıyorsun?” diye bakanlar çoğunlukta olur. Kitaplarımızdaki kurmacagerçek karışımı hakkında konuşuyorduk bir ara. ‘Kahraman’larından biri, Alman düşünürü Rüdiger Safranski’yle tartışma çıkmış aralarında, ona demiş ki: “Sen olmayan sen ile ben olmayan ben birlikte votka içiyoruz romanda hiç votka içmeyiz ki biz”. Gel de dert anlat! Okurların bir çoğu da sizi siz sanmaz mı? Öte yandan, roman kahramanına dönüştürülmüşseniz, genellikle içerlersiniz: Selim İleri’nin, Adalet Ağaoğlu’nun, Orhan Pamuk’un benden neredeyse intikam almaya çalıştıklarına inanmışımdır. Ya yazarın canyoldaşı, o haklı olarak rahatsız değil midir yazıya giriş biçiminden? Nooteboom hemen sordu: “Acı Bilgi’deki Tül, Fatma Tülin değil mi?”. Hemen bil mukabele yaptım: “Simonie, elbette Simone değil mi?”. Gülüştük ya, her zaman kolay iş olmaz bu. Simone, fotoğraf sanatçısı. Sonunda, birlikte bir projeye girişmişler: Gezileri sırasında, şair ve yazarların mezarlarını ziyaret etmişler, fotoğrafları Simone çekmiş, metni Cees yazmış, yakında yayımlanacak olan kitapta, rastlantılar bitmez, PortBou’daki Benjamin de varmış. Bir dahaki sefere, dedik, Aşiyân’a gidelim. Hep öyle olur: Bir dahaki seferi sıcak bir belirsizliğin bağrına bırakırız. rkadaşları Harvard Üniversitesi’nin kuralı gereği siyah ceket giyerken, o sırtında yeşil ceketiyle geliyordu okula. Mezuniyet diplomasının koyun derisine basıldığını görünce şunları söylediği bilinir: “Keşke her koyun kendi derisine sahip çıksa” Henry David Thoreau, 1862 yılında öldüğünde 45 yaşındaydı ve son yıllarını Walden Gölü kıyısındaki kulübesinde yaşamıştı. Tarihin en büyük doğa âşıklarından biri olan Thoreau’nun gölün adını verdiği kitabı, günümüzde doğa bilimcilerin başucundan eksik olmuyor. Ünlü denizcimiz Barbaros Hayrettin Paşa anılarında denizden hiç söz etmez! Göl, suyun belleğidir oysa. Dünyanın oluşumunda başrol oynayan suyun müzesi göllerdir… Ve Türkiye, Jeomorfoloji’nin pek çok alanında olduğu gibi göller konusunda da büyük bir mirasa sahiptir. Edebiyatımızdaki gölleri gezecek olsak, Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi’ni elimize almalıyız. Roman, Küp Gölü’nün kıyısında oturan çobanların kaval çalmasıyla başlar… Kemal Tahir, Göl İnsanları’nda bir gölden çakıl taşıyan işçileri anlatır. Şiirde ise dizeleri bir çubuk gibi göl suyunda en çok gezdiren şair Melih Cevdet Anday’dır. Bafa Gölü için bir şiir yazan Anday’ın kitaplarında her an bir göl duyarlığı göz kırpabilir okura: Gün doğuyordu erken erken / Uyuyakalmış üç martı var gölde. Ülkü Tamer “Sıragöller” adını verir bir şiir kitabına; Cemal Süreya bir şiirinde Gazali’nin gölü bilgisayar olarak kullandığını yazar… Birkaç şairi, yazarı da anabiliriz ama, göllerimizin güzelliğinin hakkını verebildiğimizi söyleyemeyiz. Ne dersiniz, bu kısırlığın, yetersizliğin nedeni Kaliforniya Üniversitesi’nde ders veren Sargun A. Tont’un “Sulak Bir Gezegenden Öyküler” kitabında dile getirdiği şu eleştiri olabilir mi: “…Şairler bisiklete atlayıp kırlara, ormanlara açılırlarsa o zaman yazılacak öykülerin, şiirlerin haddi hesabı olmaz. Üstelik ‘rakı şişesinde bir balık olmak’ gibi düşünceleri akıllarından çıkararak, masmavi bir göl kıyısında bembeyaz bir zambak ol A A Gölde boğulan şair var mıdır? Olmaz olur mu?.. İngiliz romantiklerden Shelly’nin ciğerleri göl suyuyla dolmuştur örneğin. Li Po’nun öyküsü ise çok daha trajediktir! Çinli şair mehtaplı bir gecede sandalıyla göle açılır. Ayın sudaki görüntüsü o denli büyüleyicidir ki, Li Po kollarını açarak suya sarkar… Şair, o gece haylice içmiştir! Üç dizelik Japon şiirleri olan Haikai’de dağlar kadar göller de önemlidir. Az sözcükle çok şey anlatmak, yani derinlik yaratmak ustalığı olan bu şiir türü edebiyat coğrafyasının gölüdür. İşte, Buson’dan bir örnek: Yaşlı ufak bir gölde / Bir kurbağa sıçrıyor / Suyun sesi… Van Gölü’nde canavar, Sapanca Gölü’nde piranha, Bafa Gölü’nde ölü balıklar… Bunlar da olmasa göllerimiz bir yer bulamayacak kendilerine, gazete sayfalarında!.. Köşe yazarları ise birbirlerini bir kaşık suda boğmak için yarışıyor. Oysa, yazılacak, okuru bilgilendirecek o kadar çok konu var ki!.. Mimar Sinan’ın ilk eserinin, Kanuni’nin Bağdat seferi sırasında Van Gölü’nün kıyısındaki ağaçlardan yaparak yüzdürdüğü üç gemi olduğunu kaç kişi biliyor ki!?. Yaklaşık bir ay önce okuduğum bir haberi unutamıyorum: Van Gölü canavarını yakalamak üzere bir tim kurulmuş ve görevliler 24 saat gölde tekneyle geziyorlar, canavar arıyorlar!!!.. Haberin fotoğrafı ise korkunç, hem de çok korkunçtu!.. Teknenin içindeki silahlı bir yığın insan göle bakıyorlardı!.. Düşünelim ki, Van Gölü’nde bir “canavar” var… Eğer öyleyse, o canlı türünün son örneklerinden biri olabilir, eldeki tüfek ne öyle!?. Zavallı hayvanla karşılaşırlarsa ne yapacaklar, ateş mi edecekler, acımasızca öldürecekler mi?.. Yahu kardeşim, siz hiç mi National Geographica seyretmediniz?.. Adamlar, koca koca anakondaları, timsahları kuyruklarından yakalıyorlar, onlara zarar vermemek için “insanca” davranıyorlar… Eeee, silaha ne gerek var öyleyse!?. Evet, Van Gölü’nde bir “canavar” var… Ama inanın bana suyun altında yaşamıyor, üstünde geziniyor!.. Almanca konuşan ülkelerden yapımların sergilendiği ‘Tiyatrolar Buluşması’ sona erdi Berlin Tiyatro Festivali 20 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilen 5 Berlin Festivali, Almanca konuşan ülkelerden (Almanya, İsviçre, Avusturya) seçilen yapımlar üzerine odaklanan bir Tiyatrolar Buluşması (Theatertreffen). Sezonun en iyileri yedi kişilik bir eleştirmenler grubu tarafından saptanarak söz konusu tarihlerde Berlin’e davet ediliyor. Bu yıl; Hamburg, Basel, Münih, Weimar, Viyana, Zürih ve Berlin’den on oyun seçilmiş. Hepsi de dil ağırlıklı yapımlar ama, görselliğin boyutlarını da zorluyorlar. Güçlü topluluklar, iddialı yazarlar ve o denli iddialı yorumlar... “Genç Werther’in Acıları”, “Orestea”, “Persler”, “Tartuffe”, “Dido ve Aeneas”, “Kirli Eller”, “Üç Kız Kardeş”, “Kuru Gürültü” festivalde yer alan oyunlardan bazıları. Program dışında başka yapımlar izlemek de mümkün tabii. Bu arada, Müncher Kammerspiele’nin sanat yönetmeni Frank Baumbauer, Orhan Pamuk’la görüştüğünü ve 2008’de “Kar”ın sahneye uyarlanması için dramaturglarıyla birlikte çalışmalara başlamak üzere olduğunu açıkladı. Gördüğüm kadarıyla Lessing’in ülkesinde, dramaturgun konumu dün olduğu gibi bugün de tartışma götürmeyecek denli sağlam. Tüm açık oturumlarda yönetmen ve dramaturg yan yana durarak yanıtlıyorlar soruları. Darısı başımıza... ka Fisher Lichte (Berlin Free Üniversitesi), Monika Griefahn (SPD Parlamento Kültür İşleri Sözcüsü), Michael Schindhelm (Dubai Kültür Yöneticisi), Mini Caire (Cervantino Kültür Festivali Küratörü) diğer konuşmacılardı. Panelin moderatörü olan ve yıllardır Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’ni yakından izleyen Renate Klett’in bizden çok başarılı bir festival olarak söz etmesi ayrıca sevindiriciydi. Cervantino Festivali’nin (Meksika) tüm maddi desteği devletten sağladığı düşünülürse, burada iğneyle kuyu kazdığımız bir gerçek. Bu arada, Dubai de ilginç bir örnek: Şeyhler ve AKP’liler ellerini ovuşturarak İstanbul’a iş kuleleri dikme hevesindeler. Öte yandan, yine aynı şeyhler, Dubai’de muazzam konser salonları, operalar, tiyatrolar inşa etmek için çalışmalara başlamışlar. Kısa bir süre önce aldığı davet üzerine Basel Operası’ndan Dubai’ye, Kültür İşleri’nin başına giden Michael Schindhelm, burada kültür ve sanat yaşamının çok yakın bir gelecekte patlayacağından söz etti. Söz konusu patlamanın ne yönde ve nasıl gelişeceğini hep birlikte duyacağız, izleyeceğiz. Zeynep Pamuk’a ödülünü öğretmeni Gülşen Öz ve Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Prof. İoanna Kuçuradi verdi. Zeynep Pamuk birinci oldu ANTALYA (Cumhuriyet Bürosu) Türkiye’yle birlikte 22 ülkeden öğrenci ve öğretmenin katılımıyla gerçekleşen 15. Uluslararası Felsefe Olimpiyatları’nın birincisi yazar Orhan Pamuk’un yeğeni olan İstanbul Amerikan Robert Lisesi Öğrencisi Zeynep Pamuk oldu. Ödül töreninde konuşan Dünya Felsefe Federasyonu Genel Sekreteri Prof. W. Mc Bride felsefenin bugüne yansıyan gelişiminden memnuniyet duyduğunu belirtti. Bride, “Dogmatik ve akılcı olmayan öğretilerin karşısında felsefe, insanın zihinsel yaşamını güvence altına almaktadır” diye konuştu. Olimpiyatlarda altın madalyayı, “Spinoza’nın Devlet Anlayışı’’ üzerine yazdığı makaleyle Zeynep Pamuk kazandı. Polonya’dan Daria Cybulska ve Sırbistan’dan Stefan Stefanovic’in gümüş madalya aldıkları olimpiyatlarda bronz madalyaları Almanya’dan Alexander Johann, Slovenya’dan Martin Hergouth ve Güney Kore’den Soh HyunMin kazandılar. Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un yeğeni olan Zeynep Pamuk makalesinde, “Özgürlükler nereye kadar sınırlandırılabilir? Nereden sonrası sansüre girer? Sınır ne olmalı’’ konularını tartıştığını anlattı. Pamuk makalesinde ayrıca, azınlık grupların nasıl bir statüde görülmesi, kendi farklı geleneklerinin toplum içerisinde yer bulması ve azınlıkların topluma nasıl entegre edilmeleri gerektiğini de tartıştığını ifade etti. Amcasının sadece bir kitabını okuduğunu belirten Pamuk, kendisinin daha çok siyaset felsefesi üzerine yazılan klasik eserleri ve edebiyat tarihinin önde gelen kitaplarını tercih ettiğini, ancak henüz günümüzün edebiyat kitaplarına sıranın gelmediğini söyledi. Pamuk, Üniversite eğitimi için Yale Üniversitesi’ne kabul edildiğini de belirtti. ‘GÖÇMEN DÜĞÜNÜ’ Üzerinde durmak istediğim olaylardan biri de İzmir’de yaşayan ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nde okuyan genç bir Türk’ün, Müşerref Öztürk Çetindoğan’ın yazmış olduğu “Göçmen Düğünü” adlı oyunun, festivalin genç yazarlara yönelik “Stückemarkt” bölümünde birinci olması. Aralarında Feridun Zaimoğlu’nun da bulunduğu beş kişilik bir jürinin değerlendirdiği oyun, Berlin tiyatro çevrelerinin yakından tanıdığı deneyimli oyunculardan oluşan bir ekip tarafından okuma tiyatrosu olarak seyirciyle buluştu ve çok iyi tepkiler aldı. Çetindoğan’ın esprili, kıvrak ve iğneleyici dili Almanca çeviride karşılığını bulmuştu kuşkusuz. Yazarın, grotesk olarak tanımladığı oyununda temel sorun aidiyet olgusu üzerine odaklanıyordu. Umarım önümüzdeki tiyatro mevsiminde “Göçmen Düğünü” hem Türkiye’de, hem Almanya’da sahnelenir. FESTİVAL ETKİNLİKLERİ Festivali destekleyen kurumlardan biri olan Goethe Enstitüsü’nün davetlisi olarak gittim Berlin’e. Tiyatrolar Buluşması, gösterilerin ötesinde, önemli yan etkinliklere de ev sahipliği yapıyordu. Bu etkinlikle rin başında paneller geliyordu denebilir. Hemen her gün, farklı alanlarda konularında uzman isimlerin katılımıyla gerçekleştirilen paneller festival binasındaki salonda yapılıyor ve yoğun ilgi görüyordu. Alman tiyatro seyircisi tartışmaya açık bir seyirci. Benim de konuşmacı olarak yer aldığım “Yeni Dostlar ve Kültürlerarası Etkileşim Biçimleri” başlıklı panelde sanatta küreselleşme, hızla gelişen teknoloji ve iletişim ağı içinde festival kavramının yüklendiği anlamlar ve festival kültürü bağlamında öne çıkan farklılıklar, benzerlikler, buluşma ve ayrılma noktaları irdelendi. Eri
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle