06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Onur Kumbaracıbaşı’nın kaleminden Erdal İnönü Eski bakan ve milletvekillerinden Prof. Dr. Onur Kumbaracıbaşı’nın, usta siyasetçi ve bilim insanı Prof. Dr. Erdal İnönü ile geçirdiği yılları anlattığı “İnönü’lü Günler” adlı kitabı yayımlandı. İstanbul Haber Servisi Eski bakan ve milletvekillerinden Prof. Dr. Onur Kumbaracıbaşı’nın, usta siyasetçi ve bilim insanı Prof. Dr. Erdal İnönü ile geçirdiği yılları anlattığı “İnönü’lü Günler” adlı kitabı yayımlandı. Kumbaracıbaşı, Detay Yayıncılık’tan çıkan 446 sayfalık kitapta, İnönü’nün Türk siyasi yaşamındaki yerini, kendi politika hayatı ile harmanlayarak aktarıyor. Kitapta sık sık İnönü’nün demokrasiye inancı, dürüstlüğü, zarifliği, ince espri yeteneği gibi özelliklerine vurgu yapan Kumbaracıbaşı, dönemin siyasi aktörleri ile olayları hakkında da tespit ve yorumlarda bulunuyor. Kitap bu yönüyle, hem genç okurlar için yakın siyasi tarihi öğrenme fırsatı sunuyor hem de Türkiye’nin yakın geçmişine ışık tutuyor. Kumbaracıbaşı İnönü’lü Günler kitabında; 12 Eylül’e bakışı, YÖK’e tepkisi, Gazi Tıp Fakültesi’ni kuruşu, Bülent Ecevit ile tanışması gibi kişisel olayların yanı sıra, Kıbrıs tartışmaları, DYPSHP hükümeti, Erzincan depremi, Madımak katliamı, Turgut Özal’ın ölümü, SHPCHP birleşmesi gibi kimileri hâlâ güncelliğini koruyan siyasi gelişmeleri de aktarıyor. Onur Kumbaracıbaşı, kitapta “Önsözsüz” başlığıyla yazdığı giriş yazısında, amacının ne tarihe katkıda bulunmak ne de tarihle yüzleşmek olduğunu belirterek “İnönü’yü anlatan biyografik bir çalışma yapmak gibi C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 19 EKİM 2007 CUMA İyi Bir Deneyimdi sise, fasulyeye dokunmamıştı. Yani şu tabaklardan arta kalanlarla herhalde altı yedi kişilik bir kahvaltı çıkardı. Dalıp gittiğim konu buydu örneğin. Benle dalga geçmek isteyenler varsa, haklıdırlar ama, hemen belirteyim, Hz. İsa’yı anımsamak için mutfağın uygun bir yer olmadığını ben de biliyorum. Fakat dokunulmamış olan o yiyecekleri görünce, dinsel edebiyatın en önemli öykülerinden biri de olan “İsa’nın Son Yemeği” geldi aklıma. Bu yemekte, Hz. İsa havarileri dahil yüzlerce misafiri, sadece balık, ekmek, şarapla doyurmuştur denir. Hz İsa’nın az yiyecekle çok insanı doyurmasını mucize olarak imleyen bir dini efsane bu. Ama, ben daha çok, tutumlu olunursa, çok sayıda insan beslenir mesajı verilmiştir diye düşünürüm “Son Yemek” öyküsü için. Bulaşıkçılığım sırasında attığım yiyeceklerle gerçekten gelenlerin yarısı kadar müşteriye servis yapılabilirdi. Tüm bunlar bir saat içinde oldu. O nedenle, “suyu gereksiz yere akıtmayın, yiyeceğiniz kadar yemek yapın, ihtiyacınız kadar elektrik harcayın” diyen çevrecilere burun kıvırmaya hakkımız olmadığımı düşündüm. Çünkü, soframızdan artıracağımız yiyeceklerle, dünyanın açlık bölgelerindeki birçok insanı doyurabileceğimiz söyleniyor ki, inananlardanım ben de. Üniversitede “Üçüncü Dünya” dersinde okumuştuk. Açlığın çözülebilir bir sorun olduğu, dünyadaki gıda kaynaklarının buna yettiği anlatılırdı. Sorunun, bir bölgeden diğer bölgeye gıda sevkıyatı yapılamamasından kaynaklandığı da. Etiyopya’nın açlıktan kıvrılan bölgelerinin yanı sıra, bol yiyeceğe sahip bölgeleri olduğunu da okumuştuk. Demek istediğim şu: Hüseyin’in işyerinin az ilerisinde yiyecek yemek bulamayan bir yoksul ailenin aradığı bolluk, Hüseyin’in lokantasının mutfağında, yanı başımda bulunan çöp kutusunun içindeki dokunulmadan çöpe atılmış yiyecekler. Sektörün bu konuda acımasız olduğunu söylemeye gerek yok. Ama müşterilerin de yemeği yiyip, kendilerini dışarı attıklarında geride neler bıraktıklarını bildikleri yok. Ortak sorumluluk duygusunun gittikçe zayıfladığı bireysel bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bulaşık yıkarken aklıma bunların gelmesi doğal mıdır, bilemem, ama düşündüklerim bunlar. ??? Egemenlerin, açlığa çözüm bulmak için salon dolusu uzmanın bulunduğu toplantılar yapması belli ki işe yaramıyor. Bir iki dünya egemenini Hüseyin’in mutfağına sokup, atılan yiyecekleri görmesi sağlansa yararı olmaz mı acaba? Deneyimimden (!) biliyorum, korkulacak bir şey de yok mutfakta. Bulaşık makinesiyle iyi geçinilsin, yeter. [email protected] Kumbaracıbaşı hakkında Yükseköğrenim ve doktorasını Viyana’da yapan Kumbaracıbaşı, Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalıştı. Ankara İktisadi ve İdari İlimler Akademisi’nde profesörlük görevinde bulunan Kumbaracıbaşı, kurduğu fakültelerle Gazi Üniversitesi’nin oluşumunu sağladı. Kumbaracıbaşı, 1983 yılında, YÖK’e tepkisi nedeniyle üniversiteden ayrılarak politikaya atıldı. SODEP, SHP ve CHP’de çeşitli görevlerde bulunan Kumbaracıbaşı, milletvekilliği ve bakanlık yaptı. 1999’da CHP’den istifa eden Kumbaracıbaşı, halen Maltepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi. bir amacım da yok. Aktarmak istediğim sadece yaşamımın önemli bir kesitini oluşturan İnönü’lü günler...” diye yazıyor. İnönü’yü “dünyanın en zeki, kültürlü, zarif, centilmen ve demokrat insanlarından biri” olarak tanımlayan Kumbaracıbaşı, okurlara “Onunla aynı dönemde ve kendi ülkemizde bulunmuş olmaktan siz de gurur duyacaksınız” diye sesleniyor. Kumbaracıbaşı, “İnönü’lü günlerimden ben çok keyif aldım. Çok mutlu oldum. Her anında bunun bir ayrıcalık olduğunun bilincine vardım... Belki entellektüeller o kadar değil ama sanırım halkımız, yalın algılamasıyla bu ayrıcalığı her zaman hissetti. Erdal İnönü’ye saygı ve sevgisi hiç azalmadı” görüşünü dile getiriyor. tediği zamanda hakkında şu olayı anlatıyor: “Mustafa’nın adaylığına nasıl baktığını öğrenmek, ilkin o dönemki genel başkanı Karayalçın’la konuşmuş, Şişli’yi ancak Sarıgül’le kazanabileceğimizi kendisine iletmiştim. Olumlu yanıt aldığım için Mustafa’yı yüreklendiriyordum. Ancak adayların saptandığı son gece sıra Şişli’ye gelince, bir iki arkadaş sudan bahanelerle Mustafa’nın adaylığına itiraz ettiler. Mustafa’ya karşı bir plan hazırlandığı belliydi. En şaşırtıcı olan Karayalçın’ın sessiz kalmasıydı. Kızdım, Şişli’de seçimi kaybedeceğimizi söyledim. Dediğim gibi oldu, adayımız Fatma Girik başarılı olamadı.” Kumbaracıbaşı, Sarıgül’ün Deniz Baykal’ın talebiyle CHP’ye döndükten sonra 2004 seçimlerinde Şişli’de belediye başkanı olduğunu, kısa sürede Şişli’nin sevgilisi olduğunu anlatarak, Sarıgül’ün genel başkanı olmasını CHP’de azımsanamayacak bir kitlenin istediğini anımsatıyor. Bu durum nedeniyle Sarıgül’ün partiden ihraç edildiğini aktaran Kumbaracıbaşı, o dönem yapılan kurultayda, Sarıgül’ün, “bazı milletvekilleri ve parti meclisi üyelerinin kişisel hesaplarla boş oy vermesi nedeniyle seçimi kaybettiğine” işaret ediyor. Kumbaracıbaşı “Parti meclisi listesine girebilmek için ilk turda oy veremeyerek varlıklarını kanıtlamaya çalışan bu arkadaşları kolay kolay siyaset sahnesinde göremeyeceğiz. Ama Sarıgül gelecekte de isminden söz ettirecektir” yorumunu yapıyor. NÖNÜ, TOPLUMA ÖRNEK OLMAYI SÜRDÜRÜYOR Onur Kumbaracıbaşı kitabın sonsözünde ise Erdal İnönü’nün çağımızın Türkiyesi’nde yetişmiş çok değerli insanların başında geldiğine işaret ederek “Türkiye’de genel başkan sultasıyla, özgün seçim entrikalarıyla giderek yozlaştırılan demokrasiye bağlılığı ve inancı tamdır Erdal Bey’in. ‘Yarım demokrasi, çeyrek Cumhuriyet olmaz’ sözü, bu konudaki ödünsüz tavrının kanıtıdır” yorumunu yapıyor. Boğaziçi Üniversite’nin gerçekleştirdiği tartışmalı Ermeni Konferansı’ndan çıkarken İnönü’ye gösterilen tepkileri “bilinçsizce” olarak nitelendiren Kumbaracıbaşı, özetle şunları söylüyor: “İnönü’nün toplantıya gitmesinin nedeni bilimselliğin temeli olarak gördüğü ‘merak’tır. Amacı, varsa, tarihçilerin ortaya koyacağı belgelerden bilgilenmekti. Umduğu belgeleri bulamadığı bu toplantıdan ayrılırken polis korumasını kabul etmemiş. Çevrilen taksilere binmeyerek, yumurta ve domateslere aldırmadan ‘Ben bu ülkenin vatandaşıyım, evime gidiyorum’ diyerek yürümesi, protestocuları gerçek bir demokrat olarak hoşgörüyle karşılaması kimseyi yanıltmamalı... Erdal İnönü ne köşesinde oturuyor ne de sadece evine yürüyor... Her yaptığı gibi, her davranışıyla geleceğin yolunu açmaya, toplumumuza örnek olmaya devam ediyor!..” İ SARIGÜL VE CHP Onur Kumbaracıbaşı, “Partiye bağlı, parti büyüklerine saygılı, politikaya yatkın, disiplinli ve yetenekli” olarak tanımladığı Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün Şişli Belediye Başkanlığı’na ilk kez aday olmak is Türkler dinle örgütleniyor FRANKFURT (Cumhuriyet Bürosu) – Almanya’daki Türk toplumunun din bağlantılı örgütlere yöneldiği vurgulandı. Merkezi Essen kentinde bulunan Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) Vakfı’nın Türk göçmenler arasında gerçekleştirdiği “Almanya’daki Türklerin Toplumsal Angajmanı” başlıklı araştırma, dinsel taleplerle örgütlenen Türk toplumunda erkek ağırlığının da sürdüğünü gösterdi. Türk göçmenlerin farklı alanlarda örgütlü toplumsal yaşama katılım düzeylerini ortaya koyan çalışmayı yürüten ve sonuçlarını özetleyen Dr. Dirk Halm ve Dr. Martina Sauer, Almanya’daki Türklerin yüzde 63.6’sının toplumsal etkinliklere aktif olarak katıldığına dikkat çektiler. Araştırmaya göre, erkek göçmenler arasında yüzde 70.3 seviyesine ulaşan katılım düzeyi, kadınlar arasında yüzde 58.6 seviyesinde kalıyor. Toplumsal etkinliklerde yer alan yüzde 63.6’lık toplam içerisinde, aktif olarak etkinliklere katılan ancak bir örgüte bağlanmayanların oranı yüzde 53.9 iken, bir alanda örgütlü yaşama katılanların oranı yüzde 8.6 olarak saptandı. Araştırma, eğitim düzeyleriyle katılım düzeyi arasında doğru bir orantı olduğunu da ortaya çıkardı. Hiçbir eğitime sahip olmayanlar arasında toplumsal etkinliklere katılım düzeyi yüzde 56.3’te kalırken, bu oran üniversite mezunları arasında yüzde 73.1’i buldu. Yaş gruplarına göre tasnifte ise orta yaşlarda yoğunlaşan bir yüksek örgütlülük düzeyine rastlandı. 3544 yaş grubu yüzde 71.9 oranıyla en yüksek “sivil katılım” oranına sahipken, artan ve azalan yaşlarla birlikte bu oranda düşüş gözlendi. Bu duruma istisna oluşturan en önemli grup ise sivil katılım oranının aralarında yüzde 70.2 ye yükseldiği 65 yaş üzeri grup. TAM araştırmasına göre, Türklerin en yoğun biçimde örgütlendiği alan yüzde 24’lük bir dilimi kapsayan dinsel yapılanmalar iken, bunu yüzde 22 ile spor dernekleri ve yüzde 21 ile okul dernekleri izliyor. DİNİN ETKISİ BÜYÜK Alman toplumunda ise dini alanda örgütlülük yüzde 11’de kalırken, spor dernekleri benzer biçimde yüzde 22’lik dilimi kapsıyor. Türk göçmenlerin toplumsal angajmanının yoğunlaştığı alanların çoğunluk toplumunun karşılayamadığı ihtiyaçlar ile ilişkilendirilebileceğini söyleyen Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) Vakfı Direktörü Prof. Dr. Faruk Şen, dini alanda ve çocukların eğitimi alanında yoğunlaşan örgütlenmenin göçmenlerin ihtiyaç ve endişelerini yansıttığını kaydetti. Prof Şen, şunları söyledi: “Türk göçmenlerin örgütlendikleri derneklerden en büyük grubu yüzde 52’lik oranla yalnız Türklere ait yapılar alırken, yalnızca Almanlara ait derneklerde angaje Türklerin oranı yüzde 29’a ulaşıyor. Hem Alman hem Türk derneklerinde örgütlülerin oranı yüzde 6, yalnızca uluslararası gruplar içinde yer alanların oranı ise yüzde 13. Dini alanda yalnızca Türklere ait dernekler tercih edilirken, kurtarma hizmetleri ve mesleki ilgi örgütlerinde Alman örgütleri yüzde 100’lük bir paya sahipler. Eldeki veriler ışığında Türk göçmenlerin Almanya’daki toplumsal yaşama katılımının kendi içine kapanmaya dönük olmadığını söyleyebiliriz. Etnik örgütlenme, karşılanamayan ihtiyaçlar çerçevesinde ortaya çıkıyor ve bu ihtiyaca yönelik bir Alman örgütü bulunduğu takdirde de insanlarımız o yapılara dahil olmaktan çekinmiyor.” ir saat sürdü bulaşıkçılığım. Bir cumartesi günü, bölgenin, sahibi olduğu en şık “cafe”sinde ziyaret ettiğim Hüseyin’in, sabah kahvaltısı için doluşan kalabalığı görünce istediği yardım çağrısına “evet” dememle birlikte, Sevinç Hanım’ın yamağı olarak doğruca mutfağa gönderildim. Başka türlü de yapacağımı sandığım “yardım”ın, bulaşıkçılıkla sınırlandırılmasının Hüseyin’den ya da eşi Aysel’den kaynaklanan bir nedeni yok. Çünkü bulaşıkçılık yemek sektörünün “vasıfsız” işçiye uygun gördüğü tek iş. Dolayısıyla, yardım ederken ayak bağı da olmam istenmediğinden, olası sakarlığımla vereceğim zarar da sadece tabak kırmayla sınırlı kalacağından, verilen işin isabeti üzerine edilecek bir laf yok. Yapmam gereken, gelen kirli tabakları, bardakları, biraz sudan geçirip bulaşık makinesine yerleştirmek, makineden çıkar çıkmaz da şefin yanına koymak. Ama bunu olabildiğince hızlı yapmak. Çünkü, hıza ihtiyaç duyulan ender yerlerden birinin mutfak olduğunu anlamam uzun sürmedi. ??? Sektör, kullanılacak alet edevatı doğaldır ki kendi ihtiyaçlarına göre belirlemiş. Başında bulunduğum bulaşık makinesi, işini 60 saniyede gören bir makineydi. Vasıfsız olun ya da olmayın, bulaşıkçıysanız eğer, sizin tam 61’inci saniyede makinenin başında olmanız, temizlenmiş tabakları, bardakları servise hazırlamanız gerekiyor. Sektörün hızına göre ayarlanmış aletler arasında vasıfsız işçi olmak öyle göze batıyor ki, anlatamam. Makinelerin, beceriksizliğiyle alay ettiği kişi duygusuna kapılmak çok kötü gerçekten. Birkaç kez başına gitmekte geç kaldığım için, Sevinç ya da Aysel’den değil de, bulaşık makinesinden ne kadar utandığımı, bilemezsiniz. Hüseyin’in o günkü müşterileri, bir bar sahibinin müşterilerine her yıl vermeyi gelenek haline getirdiği bir kahvaltı daveti için gelenlerden oluşuyordu. Altmış kişinin geleceği önceden belirtildiğinden, Hüseyin, yine önceden belirlenen mönü doğrultusunda hazırlamıştı kahvaltıları. Yani, müşteriler ne yiyeceklerinden haberdardılar. Bilmem, bulaşıkçılık deneyimizin oldu mu hiç? Olanlar herhalde hak vereceklerdir; tabakları, bardakları temizleyip, makineye koyarken insan daha çok düşünme şansı buluyor. Aklın, başka düşüncelere kayıp gitmesi daha kolay oluyor. Tabii ki, bir düşünce faaliyeti içinde olmak istesem, bunu bulaşıkçılıkta arayacak değilim. Ama ister istemez dalıp gidiyorsunuz. Ne yiyeceklerini önceden bilmelerine rağmen, bazı müşteriler tabaklarındaki kimi yiyeceklere dokunmamışlar bile. Beğenmemiş de olabilirler denebilir belki ama dediğim gibi, tadılıp da yarım bırakılmış değildiler. Hiç dokunulmadıkları belliydi çünkü. Böyle onon beş tabak temizledim. Kimisi yumurtaya, kimisi so B Mayıs 2007 tarihinde bu sütunda yayımlanan yazım “Anomali” başlığını taşıyordu. Anımsatmak için, bu kavramın çeşitli sözlüklerden derlediğim tanımını bir daha yapayım: Sapaklık, uymazlık, düzgünsüzlük, anormallik, aykırılık, bozukluk, kaidesizlik, kanunsuzluk, kural dışılık, kuralsızlık, sapıklık, yanlışlık, anormallik, ayrıklık, aykırılık vb. Yazıda şöyle demiştim: “Türkiye tam bir ‘anomali’ ortamında yaşamaktadır… Öyle ki, yukarıdaki karşılıklardan hiçbiri, bu sapkın, bozuk, kural dışı, sapak, yanlış, anormal, aykırı vb. ortamı tek başına tanımlamaya yeterli olamıyor… Karşılık olabilecek tek sözcük, hepsini birden kucaklayan ‘anomali’dir…” Ve toplumca yaşamakta olduğumuz “anomali” örneklerini sayıp dökmüştüm… Buna karşın yazım iyimserlikle sona eriyordu… Parlamento seçimleri öncesinde, aklı başında, sağduyu sahibi herkesi “anomali”yi sona erdirmek için eylem birliğine çağırıyordum ve sonuçtan da umutluydum… Ne yazık ki bu umut gerçekleşmedi… Ne solda her şeye karşın sağlanan iyi kötü birlik, ne de Tandoğan’la başlayan aydınlık Türkiye mitingleri anomalinin başlıca kaynağı ve nedeni olan AKP iktidarını geriletemediği gibi bu iktidar daha da perçin 6 CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU lendi. Bir başka deyişle, anomali sona ermedi… Hastalık daha da şiddetlenerek devam ediyor… ??? Başbakan “türban”la olan “aşk” ilişkisini açıkladı… Anomalinin başlıca nedenlerinden biri olan “türban” inadı “aşk” sözcüğüyle bir arada anılmakla, siyasal boyutunun yanı sıra “duygusal” bir vurgu da kazandı… Cumhurbaşkanı Avrupa’da yaptığı konuşmada, Türkiye’de insanların büyük çoğunluğunun başlarının örtülü olduğunu bildirerek en önemli ulusal özelliklerimizden birinin altını çizmiş oldu… Böylece, kapı tokmakları (ve aynı zamanda mankafalılık için) kullanılan Fransızcadaki “Türk kafası”, Flaman dilinde bulunan “Türk gibi sigara içmek”, hangi dilde olduğunu anımsayamadığım (gevezelik belirten) “Ağzında Türkler at mı koşturuyor” ve kafa kuvveti için değil de kaba kuvvet için kullanılan “Türk gibi kuvvetli” deyimlerinin yanına bir benzerleri daha kazandırılmış ol Hastalık Devam Ediyor du: Başını Türk gibi örtmek… Ne kadar övünsek azdır! ??? “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” adlı anıtsal yapıtının giriş sayfalarında Hilmi Ziya Ülken, Batı’nın aydınlanma ve bilimsel devrimler alanında atağa kalktığı 1619. yüzyıllar arasında Osmanlı’da “hiçbir esaslı fikri faaliyet” bulunmadığını belirterek, bunda dinsel baskının oynadığı uğursuz rolü örnekliyor. 18. yy. sonları ve 19. yy’da matematik, tıp vb. alanlarda yapılan bilimsel çalışmaların karşısında da bu baskının nasıl bir engel oluşturduğunu gösteriyor. (Tıp öğrencileri Batı’da bu işin yapılabilmeye başlanmasından üç yüz yıl sonra bile, dinsel baskı nedeniyle anatomi derslerinde kadavra üzerinde çalışma olanağından yoksundurlar.) Ülken’in örneklerine bir tane de ben ekleyeyim: KaraköyTünel arasındaki “metro”da, dönemin şeyhülislamı izin vermediği için uzun süre insan taşınamamış, daha sonra hayvan taşıtılarak bir şey olmadığının görülmesi üzerine bu izin çıkmıştır… Batı’nın atom fiziği alanında çalışmalara doğru yol almakta olduğu 19. yy. sonlarından söz ediyoruz… ??? Sapkınlık, şaşkınlık, ahmaklık, anormallik, sapıklık, budalalık, rezillik, ne derseniz, adını ne koyarsanız koyun… Hastalık devam ediyor… Batı’da, Doğu’da, Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da, Antarktika’da… dünyanın bin bir çeşit ülkesinde insanlar akıl çağının ileri aşamalarına doğru ilerleme çabasındayken, bizim ülkemizde başımızı örtmek mi örtmemek mi, din eğitimi zorunlu olmalı mı olmamalı mı konuşuluyor… Sağlıklı akıl ise bugün sanki bir kez daha yüzyıllar öncesine dönülmüş gibi, bir yandan bu hastalıklı ortamda kendi sağlığını korumaya çabalarken, bir yandan da son bir umutla, tedavi edilmeyen hastalığın kaçınılmaz sonucunu anlatıp göstermeye çalışıyor… Bir not: Sevgili Fikret (Otyam) Ağabey, önce geçmiş olsun. Geçirdiğin (denildiği gibi inşallah “hafif”) beyin kanaması sonucunda çift görüyormuşsun. Bu kadar pisliği bir de çift görmeye gerek yok. Lütfen bir an önce iyileş. Seni seviyoruz ve sana ihtiyacımız var. Mehmed Uzun’u on binler uğurladı DİYARBAKIR (Cumhuriyet Bürosu) Diyarbakır’da yaşamını yitiren yazar Mehmed Uzun, on binlerce kişinin katıldığı törenle toprağa verildi. Törende bir konuşma yapan yazar Yaşar Kemal, “Ölüm acıdır ama bu kadar kişinin toplanması çok önemlidir. İlk defa bir romancının cenazesine bu kadar kişi geldi. Mehmed benim her şeyimdir” dedi. Mehmed Uzun’un cenazesi alkış ve zılgıtlar eşliğinde hastane morgundan alınarak Ulu Camii’ne götürüldü. Törene, bazı DTP milletvekilleri, AKP Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt, bağımsız milletvekili Hamit Geylani, DEP eski milletvekilleri Leyla Zana, Hatip Dicle, Selim Sadak, yazarlar Muhsin Kızılkaya, Keya İzol, Handan Çağlayan, Orhan Miroğlu, sanatçı Ferhat Tunç ve on binlerce kişi katıldı. Uzun’un vasiyeti üzerine törende Yaşar Kemal, KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi ve DTP Grup Başkanı Ahmet Türk ile ev sahibi olduğu için Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir birer konuşma yaptı. Yaşar Kemal, en yakınının öldüğünü belirterek “Mehmed bir halkın gözbebeğidir. Zorluklarla yazmak Mehmed gibi insanların işidir. Mehmed’den sonra da bu dil gelişecektir. Konuşmalarıyla, eserleriyle, savaşı kınamıştır. Yakında bu savaş bitecek. Ne olursa olsun, kimler karşı koyarsa koysun, Türkiye barışa kavuşacaktır” dedi. Ahmet Türk de “Onun isteği, bizim artık diyaloğa girmemizdi. Sevgili Mehmed alkışı hak etti” diye konuştu. Uzun’un cenazesi daha sonra Mardinkapı Mezarlığı’nda toprağa verildi. ataolb?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle