23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

19 EKİM 2007 CUMA tarihçe PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU Fanatizmin savaşı Haçlıların Kudüs’e Ettiği Fatihlerin bu üç dinin kutsal şehri Kudüs’e reva göreceği şiddet korkunç olacaktır: “Haçlılar, zincirden boşanmış deliler gibi yolarda, evlerde ve camilerde oradan oraya koşturup önlerine çıkan herkesi, erkek kadın veya çocuk olsun hiç fark gözetmeden durmadan öldürüyorlardı. Katliam bütün öğleden sonra ve izleyen gece içinde devam etti. Mescidül Aksa’dan sarkan Tankred’in sancağı da, oraya iltica etmiş olanlara hiçbir himaye sağlamadı. Ertesi sabah güneş doğarken buraya zorla giren bir haçlı güruhu, içeride kimi bulduysa yere serdi. Tarihçi Raimundus aynı sabah tapınakların bulunduğu mahalleye giderken cesetler ve dizlerine kadar çıkan kan birikintileri içinden geçmek zorunda kalmıştı.” (Runciman, age., c.I, s.221) Vahşet Müslümanlarla sınırlı kalmaz: “Kudüs Yahudilerinin durumu da aynı derecede korkunç olacaktı. Bunların çoğu, çarpışmaların ilk saatlerinde, kentin kuzeyinde bulunan mahallelerinin savunmasına katılmıştır. Fakat evlerine doğru çıkıntı yapan duvar cephesi çöküp, sarışın şövalyeler sokakları işgal etmeye başlayınca, Yahudiler dehşete kapılmışlardır. Cemaatin tümü, atalardan yadigar bir hareketle dua etmek üzere en büyük havrada toplanmıştır. Frenkler bunun üzerine bütün çıkışları kapatmış, sonra da bu çıkışların etrafına odun yığıp ateşe vermişlerdir. Dışarı çıkmaya çalışanlar, civar sokaklarda öldürülmüşler, diğerleri canlı canlı yakılmıştır.” (Maalof, age., s.13) Kurtarılmaya gelinen Doğu Hıristiyanları da bu fanatizmin etkisinden kurtulamayacak, geçmiş günleri aratan ağır bir baskı ve dışlanma yanında, en küçük bir muhalefette ağır işkencelere uğrayacaklardır. Nomiku, sefer süresince yaşananlara ilişkin “Asırlardır Bizanslılar ve Araplar savaşıyorlardı, ama taraflardan hiçbirisi kendisini böylesine adi ve hayvanca bir derekeye asla indirgememişti” diye yazacaktır. C 13 Vahşet Görüntüleri 1 Kudüs’te tapınağın tahrip edilmesi 2 Yahudilerin kellelerinin kesilmesi 3 Haçlı seferlerinin 1200’lü yıllarda İngiltere’de başlanan, 14’üncü yüzyılda İspanya’da bitirilen tasviri Erdoğan AYDIN G eçen hafta 820. yıldönümü vesilesiyle, Kudüs’ün Selahattin Eyyübi tarafından Haçlılardan geri alınmasını anlatmışım. Bu hafta, bu tarihten 88 yıl önce, Kudüs’ün işgal edilişiyle sonuçlanan Haçlı seferlerinin, yani tarihin yaşadığı en barbar akınlardan biri olan bu sürecin gelişimini irdelemek istiyorum. Avrupa’da (sonraki hafta irdeleyeceğim) bir dizi nedenle fanatizmin yüksel(til)işinden sonra Papa Urbanus II., 1828 Kasım 1095’te topladığı Clermont Konsili’nde resmen Haçlı Seferi çağrısında bulunacaktı. Urban Clermont Konsili’ndeki konuşmasında, tüm Hıristiyanlara iki hedef belirtiyordu: Doğu Hıristiyanlarına yardım ve Kutsal toprakların kurtarılması! Başka bir deyişle Anadolu’nun ve Kudüs’ün zaptı. Urban, Türklerin İstanbul için ne derece tehlikeli olduğunu mübalağalı bir şekilde anlatıyor ve Doğulu Hıristiyanların Batılı kardeşlerinden yardım beklediğini söylüyordu. Düşüncesine göre İspanya’da Müslümanlara karşı sürdürülen savaş ile doğuda yapılacak mücadele eşdeğerde idi: “Hıristiyanları bir yerde Müslümanlardan kurtarıp başka bir yerde Müslümanların mezalim ve baskısına maruz bırakmak fazilet değildir.” Haçlı çağrısı yaparken Urban, ayrıca bu seferin büyük bir hac yolculuğu olacağını belirtiyor, bu sefere katılacaklara günahlarından af ile kilisenin hacıların şahısları ve malları için daha önce vermiş olduğu koruma güvencesini tekrarlıyordu. (I. Demirkent, Haçlı Seferleri Tarihi, s.89) olup döneceklerine, bazıları da kendilerini istismar eden feodal efendilerinin gaddarlıklarından ancak bu suretle kurtulabileceklerine inanmakta idiler.” (H.A. Nomiku, Haçlı Seferleri, s.24) Yürütülen kampanyalar Avrupa’da öylesine çok etkili olur ki, kısa zamanda 1 milyon 300 bin civarında gönüllü toplanır. “Tüm bu güruh, kökleşmiş kararlılığını vurgulamak için, kalın çuha kumaştan haçlar keserek elbiselerine iliştiriyor ve bu nedenle kendilerine ‘Haçlılar’ lakabını uygun görüyordu. Yaratılan bu cinnet atmosferinin ilk kurbanları ise Fransa’daki Yahudiler olacaktır. Böylece kimsenin karşı durma cesareti gösteremeyeceği bir hegemonya sağlandıktan sonra, ‘Sans avoir’ (çulsuz) lakaplı asilzade Walter ve Keşiş Pierre gibi fanatik maceracıların öncülüğündeki ilk düzensiz Haçlılar yola koyulurlar. Oysa onlardan yardım isteyen Bizans da dahil olmak üzere dünyanın diğer yerlerinde böylesi bir fanatizm söz konusu değildi. Nitekim Balkanlara girip de, oradaki Ortodoks halkın kendi amaçlarıyla ilgilenmediği gibi herhangi bir haraç vermeye de yanaşmadığını görünce davranışlarını değiştirip tam bir vahşet ile etrafı talan etmeye başlayacaklardı” (age., s.28) Komninos’un yazdıklarına göre, yolda rastladıkları tüm çocukları kılıçtan geçiriyor, parçalara ayırıyor ve onları ateşte pişiriyorlardı.” (Nomiku, age., s.29) Yaşananlar neresinden bakılırsa bakılsın korkunçtur ve tabii önce yerel egemenlerin sonra da halkın silahlanıp onlara karşı kendini savunmasını beraberinde getirir. Sonuçta ilk Haçlı kafileleri Kudüs’ten henüz çok uzak topraklarda, Balkanlarda ve Anadolu’nun batı taraflarında önemli oranda erirler. Ancak arkalarından, Godefroy de Bouillion komutasında 700 bin kişilik düzenli Haçlı ordusu gelmektedir. Godefroy Anadolu’ya gelir gelmez İznik’i kuşatır. Kuşatmanın uzaması üzerine Haçlılar ellerindeki esirlerin kafa ve kollarını keserek mancınıkla şehre fırlatarak dehşet yaratırlar. Bu korkunç durum karşısında İznik, kendini Frenklerden kurtarmak için Bizans’a teslim olunca, Frenkler İznik’ten vazgeçip Suriye’ye doğru yola çıkacaklardı. EHŞET HALKI FELÇ EDİYOR Kudüs’e yaklaştıkça yıkıcı vahşet daha da artar. Haziran 1098’de Antakya’yı ele geçiren Haçlılar korkunç bir katliam ve yağma gerçekleştirirler. Ama Suriye’nin Maara kasabasında yaptıkları daha da korkunç olacaktır. Milisleriyle direnen bu kasabanın ele geçirildikten sonra uğradığı vahşet, Keşiş Robert’in notlarında şöyle anlatılır: “Bizimkiler, yavrularının öcünü alan dişi aslanlar gibi sokak ve meydanlarda koşuyor ve bir türlü, kılıçtan geçirmenin o bitmez tükenmez heyecanını dindiremiyorlardı. Ellerine geçirdikleri gençleri, çocukları hatta yılların çökerttiği yaşlıları bile öldürüp parçalıyorlardı. Yakaladıklarından hiç kimse kurtulamamıştı. Hatta ölülerin karnını dahi içlerinde bir şey bulma ümidiyle deşip bakıyorlardı. Sokaklardan oluk oluk kan akıyor, her tarafta ceset yığınları görülüyordu.” (Nomiku, age., s.31) Maara’daki dehşet, kurbanların sayısından çok onlara uygulanan muameleden kaynaklanmaktadır. “Maara’da bizimkiler yetişkin putataparları yani Müslümanlarıkazanlarda kaynatıyorlar, çocukları şişe geçiriyorlar ve kızartarak yiyorlardı.” Frenk kronikçi Raoul de Caen’in bu itiraflarını Maara yakınlarında oturanlar okuyamayacak, ama görüp duyduklarını hayatlarının sonuna kadar hatırlayacaklardır. Olaylar zihinlerde silinmesi zor bir Frenk imgesi yaratacaktır. Vakanüvis Usame ibn Münkid, bugünü şöyle yazacaktır: “Frenkler hakkında bilgisi olan herkes, onları tıpkı hayvanların güç ve saldırganlık üstünlüğüne sahip oldukları gibi cesaret ve coşkuyla çarpışma üstünlükleri olan, ama bunun dışında bir şeyleri bulunmayan hayvanlar olarak görmüşlerdir.” Maara olayı(ndan sonra), dehşetten felç olan insanlar artık zorlanmadıkça direnmemektedir. Ve istilacılar, arkalarında dumanı tüten yıkıntılardan başka bir şey bırakmayarak güney yönündeki yürüyüşlerine tekrar koyulduklarında, Suriyeli emirler onlara iyi niyetlerini kanıtlamak üzere bir sürü armağan götüren ve ihtiyaç duydukları yardımı yapmayı öneren elçiler göndermekte acele etmektedir. (A. Maalof, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, s. 6365) AVAŞ DÜZENİNDE VE MIZRAKLAR HAVADA Artık Hısnelekrat (Kürtlerin Kalesi), Arga, Sayda gibi birkaç istisna hariç, çevre halk ve emirler için karşı çıkılamaz bir “afet” konumu elde etmiş olan Frenklere karşı direniş göstermez. Hâlâ birbirleriyle çarpışmaya devam eden kendi egemenlerine olan güvensizlik yanında Frenk vahşeti halkı ve şehirleri iyiden iyiye yıldırmıştır. Frenkler işte bu korku hegemonyasının avantajıyla, çevre halktan at, yiyecek, elbise, değerli maden ve klavuz desteği alarak Kudüs’e doğru hızlanarak yol alırlar. Daha önce Haçlıların Selçuklularla savaşlarını sevinçle karşılayan Mısır Fatımi Halifeliği de korkulu bir bekleyişe girer. Bu özgüven yitimi ile Kudüs’ü adeta Haçlılar karşısında kaderine terk edecektir. Fatımi Veziri elEfdal’in, Fatımi sınırı olan Köpek Nehri’nde Haçlılara, hacıların silahsız olarak Kudüs’e girmeleri ve kuzeydeki toprakların kendilerine kalması karşılığında anlaşma teklif eder. Ancak Haçlıların binlerce kilometre yol ve yüzlerce savaştan geçerek kapısına geldikleri bu ‘kızıl elma’dan vazgeçmeleri düşünülemezdi. Nitekim “Kudüs’e hep beraber, savaş düzeninde ve mızraklar havada gireceğiz!” diyerek onu muhatap almazlar. Kudüs Valisi İftiharüddevle, kenti savunacak önlemleri yoğunlaştırır: Yiyecek stoku yapar, olası bir sızıntıya karşı Doğu Hıristiyanlarını şehirden çıkarır, civardaki kaynak ve kuyuları zehirletir, saldırganları arkadan taciz edecek atlı ve okçuları örgütler ve büyük bir orduyla desteğe geleceğini sandığı Veziri elEfdal gelene kadar şehri savunmaya hazırlanır. Şehri kuşatan Haçlılar “Ellerinde tek bir merdiven olmadığı halde surlara kudurmuş gibi saldırmadan önce, başlarında avazı çıktığı kadar ilahi söyleyen papazları olduğu halde, duvarın dibinde dinsel bir geçit töreni yapar. El Efdal’in, Frenklerin kenti dinsel nedenlerle ele geçirmek istediklerini anlatmış olmasına rağmen, bu denli kör bir fanatizm İftihar’ı gene de şaşırtır.” (Maalof, age., s. 75) Bu zikir hali kararlılık şehir halkının moralini bozar. Buna rağmen ciddi bir direniş sergilenir, ancak yardım gelmez ve şehir 15 Temmuzda düşer. S ir Arap ülkesinde çekildiği fondaki ezandan ve sonundaki yazılardan anlaşılan video görüntülerini bir okurum göndermiş. Film, ‘recm’ görüntülerini içeriyor. Sokakta, öfkeli erkeklerden oluşan bir daire içinde bir kadın yerde yarı baygın yatıyor. Erkekler tekme atıyorlar kadına, bazıları üzerine çıkıp tepiniyor. Bir ara kadın tekmelerin şiddetinden yüzüstü dönüyor, bu, erkeklerin öfkesini daha da artırıyor. Biri yüzünü çeviriyor kadının; ayağında kalın, deri ayakkabılar var, topuğuyla burnuna, ağzına darbeler indiriyor. O kadın, her kim ise, öldürülsün diye atılmış bu vahşi erkek kalabalığının önüne. Cellatları tekmelerle yetinmiyorlar, biri, üzerinde kısa kollu bir tişört, altında kot pantolon olan genç bir adam, herhalde ayağındaki spor ayakkabılarının attığı tekmelerin gücünü azalttığını düşündüğünden olacak, irice bir taş parçası alıyor ve kadının başına nişanlıyor. Fakat tutturamayınca daha da öfkeleniyor, bu sefer büyük bir kaldırım taşı alıyor, güçlükle kaldırdığı taşı kadının kafasına çarpıyor. Bu kez başarılı, çünkü kadının kafatası parçalanıyor, başının çevresinde bir kan gölü oluşuyor. Başka biri eğiliyor, kadının patlayan kafatasına dikkatle baktıktan sonra –nihayet öldüğü hükmüne varıyor. Dairedeki erkekler işledikleri cinayetten hoşnutlar, bu, yüzlerinden okunuyor. Ölümü görüntüledikleri cep telefonlarını kapatıp dağılıyorlar. Büyük olasılıkla çektikleri görüntüleri arkadaşlarına, dostlarına iletecekler. Böylelikle o görüntüler, benim elime de ulaştığı gibi, dünyaya yayılacak, insanlar o ülkede işlenen bir ‘suçun’ cezasız kalmadığını öğrenecekler. Kadının suçu ‘zina’ olmalı. Bu suçun cezası kimi İslam ülkelerinde ‘recm’. ??? ‘Recm’ uygulamasının üç yöntemi var: 1. Kadını yarı beline kadar toprağa gömerek taşlama, 2. Üzerine taştan bir duvar devirerek, 3. Yüksek bir yerden taşların üzerine atarak. Üç yöntemin de amacı kadının yaşamına son vermek. Yukarıdaki örnekte farklı bir yöntem izlenmiş de olsa amaç aynı! Kadın öldürülüyor. İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Kahraman, kendi web sitesinde “Hocam sizce zinanın B İslama göre cezası nedir? Recm istisnai bir durum mudur” sorusunu, “Zina suçunun İslam hukukuna göre cezası, usulüne uygun olarak vurulan yüz sopadır,” şeklinde yanıtladıktan sonra, “iffete ek olarak aile kurumunu korumak için evli olanların zina suçuna, recm gibi farklı ve daha ağır bir cezanın uygulanması had (sabit, değişmez) ceza değil, tazir (değişebilir, yöneticilere bırakılmış) bir cezadır. İslam tarihi boyunca da nadir olarak uygulanmıştır” diye ekliyor. Bizde ‘recm’ cezası yok; arşivlere göz attığımızda, bu ‘cezanın’ 2003 yılında Mardin’de Şemse Alak’a, Diyarbakır’da da Kadriye Demirel’e uygulandığını anımsıyoruz. ‘Recm’in Türkiye’de yaygınlaşmamasının nedeni ülkemizin laik bir hukuk devleti olması ve Türk Ceza Yasası’nda cinayet olarak değerlendirilmesi. Nitekim Mardin’de de Diyarbakır’da da ‘recm’ suçlularının yargılanıp cinayet suçundan mahkum olduklarını biliyoruz. Şeriat hukukuyla yönetilen kimi İslam ülkelerinde ise recm ülkenin en üst yargı organı olan İslam mahkemeleri tarafından uygulanıyor. Örneğin, Şeyh Hasan Dahir Aveys’in başkanı olduğu Somali’deki Birleşik İslam Mahkemeleri’nin kararları ya da Afganistan’da 29 yaşındaki Emine veya Nijerya’da Emine Laval’a uygulandığı gibi. Tahran’da, Evin hapishanesinde Maryam Ayoubi’nin taşlanarak öldürülmesi bugün de belleklerimizde. Aynı suçu işleyen, yani zina yapan erkeğe verilen ceza ise ‘yüz değnek’, bu ilkel ceza uygulanırken kişinin mutlaka soyunuk olması da gerekmiyor; bunu İslamın kadınerkek eşitliğinden ne anladığına ilişkin bir örnek olarak anımsatmak istedim... ??? Biliyorum, tatil gününe uyacak bir yazı olmadı ama ne yazık ki hayatın gerçekleri de insanın keyfine göre davranmasına pek olanak tanımıyor. Yeryüzünün bir yerinde kadınlar taşlanır, sokak ortasında tekmelenir, kafası taşlarla ezilirken insanın eli başka konulara gitmiyor, gidemiyor. Unutmayalım: Yeryüzünde tek bir kişi bile özgür değilse, tüm insanlık da özgür değildir. dkavukcuoglu?superonline.com D Ressam Doğan Akça uğurlandı MERSİN (Cumhuriyet) Mersin’in yetiştirdiği ressamlar arasında naif resim tarzıyla öne çıkan Doğan Akça, yaşamını yitirdi. Akça, Sanat Sokağı’nda, kurucuları arasında olduğu İçel Sanat Kulübü önünde düzenlenen törenle son yolculuğuna uğurlandı. Kanser tedavisi gördüğü hastanede yaşamını kaybeden ressam Doğan Akça (71) için İçel Sanat Kulübü önünde düzenlenen törene Akdeniz Belediye Başkanı Kenan Yücesoy, eski MEÜ Rektörü Prof. Dr. Vural Ülkü, Ticaret ve Sanayi Odası Başkan Vekili Faik Burakgazi, ÇYDD Şube Başkanı Hülya İnce ve çok sayıda sanatçı ve sanatsever katıldı. sergileneceğini söyledi. Doğan Akça’nın eşi Ayfer Akça ve çocukları OzanAnıl Akça’nın taziyeleri kabulünün ardından Müftü Camii’ne götürülen Akça’nın cenazesi, Şehir Mezarlığı’nda toprağa verildi. 1936 yılında Mersin’de dünyaya gelen Doğan Akça, resim sanatına, 31 yıllık çalışma hayatının ardından 53 yaşında başlamıştı. Hiçbir resim eğitimi almayan Akça, Nuri Abaç, Hasan Kavruk, Ercan Gülen, Etem Çalışkan, Hüseyin Sevim, Ethem Aydın, Kayıhan Keskinok, Gençay Kasapçı ve Hasan Pekmezci gibi ressamların eleştirileri ve ressam Ahmet Yeşil’le ortak çalışmalarıyla kendini geliştirmiş ve naif tarzın dikkat çeken isimlerinden olmuştu. Kuşbakışı tarzıyla yaptığı ve eski Mersin’den izler taşıyan resimleri beğeni toplayan Akça, 30 kişisel sergi açmıştı. KORKUNÇ BAŞLANGIÇ “Katolik Macar Kralı ucuz fiyata bol gıda sağladığı halde yağma yaparlar. Bulgar arazisinde benzer olaylar görülür. Sürülere el koyan Haçlı ile Bizans valisi çatışır. Çulsuz’un ordusunu keşiş Pierre’in kafilesi izler. Haçlılar bir Macar kentini yağmalar ve Hıristiyan halkı kılıçtan geçirirler. Macar Kralı, ordusuyla Haçlıları kovalamak zorunda kalır. Belgrat çevresinde halk, sürüleriyle ormanlara kaçarak Haçlıdan korunmaya çalışır. Daha sonra yağmacılık nedeniyle BulgarHaçlı savaşı olur. Bir Alman rahibin komutasındaki üçüncü kafile ise, yine yağmacılık nedeniyle Macar Kralı tarafından kırıma uğratılır. Yahudi kırımı yaparak ilerleyen bir başka kafile de, Macarlar izin vermediğinden dağılır. Bunları şövalyeleriyle baronlar ve dükler izler. Ne var ki bunların da tutumları farklı değildir. Edirne bölgesini yağmalarlar. Bizans İmparatoru Aleksios ile çatışırlar. Uzun pazarlıklardan sonra bunlar feodal töreye göre sadakat yemini ederek İmparatorun vasali olurlar. Bizans İmparatoru bunları aceleyle Anadolu’ya geçirir.” (D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, c.4, s.17856) “Haçlı askerleri vahşi bir hasletle istedikleri Asya’ya ayak basar basmaz, görülmemiş bir hınçla oradaki Hıristiyan ve Müslüman halka saldırır ve bu suretle, kısa zamanda tüm yöre hırsızlık, ırz düşmanlığı ve cinayet olaylarıyla, dehşetle karşılaşmış oldu. Anna ÇİNDE SÜT VE BAL AKAN ÜLKE Birkaç yıldır Papa’nın desteği ve yönlendirmesiyle Avrupa kentlerini dolaşan ajitatör keşiş Pierre I’Hermite’in dinleyicilerinden pek çoğu, onun kendilerini içinde bulundukları sefaletten kurtarıp Mukaddes Kitap’ın, içinde süt ve bal aktığını bildirdiği ülkeye götürmeyi vaat ettiğine inanıyorlardı. Burada yolculuk sert şartlar içinde ve güç geçecekti. Deccal’in orduları ile baş edilmesi lazımdı. Fakat hedef, altın ve pırıl pırıl parlayan Kudüs idi. (S. Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, c.I, s.90) Pierre I’Hermite gibi fanatiklerce yürütülen bu dinsel koşullandırma kampanyaları, çok büyük problemlerle boğuşmakta olan halkta ve asilzadelerde ciddi bir etki yaratmıştı. “Halkın o sıralarda göstermekte olduğu coşku ve heyecanın tarifi mümkün değildi. Kitlesel bir deliliğe yakalanmıştı insanlar. Bunlardan zekaca en geri olanları ancak bu suretle cennete gidebileceklerine inanırken bir kısmı da gidecekleri o bilinmez memleketlerde kolaycasına zengin İ ‘SANATÇILAR ÖLMEZ’ Doğan Akça ile birlikte birçok sergiye katıldıklarını, Mersin’e katkı sunmaya çalıştıklarını anlatan ressam Ahmet Yeşil, “Sanatçılar ölmez. Bedenleri sonsuz bir yolculuğa çıkar ama sanatçının yapıtları, geride bıraktıkları yaşamda kalır. Öldüğü için değil, Doğan Akça’yı çok özleyeceğimiz için üzülüyorum. Akça’nın ölümü ile değil, yapıtlarıyla konuşulmasını, emek verdiği Mersin’de unutulmamasını diliyorum” dedi. Akdeniz Belediye Başkanı Kenan Yücesoy da, Akça’nın tarihi Mersin’den izler taşıyan yapıtlarından birçoğunu satın aldıklarını, bu eserlerin Kent Müzesi’nde
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle