06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

19 EKİM 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN arih boyunca fareler, taşıdıkları veba mikrobuyla nice uygarlığın sonunu hazırlamışlardır. Korkarım ki insanlık, yeni bir fare türünün tehdidi altına girmek üzere!.. Hitler’in, dev bir tank yapmaları emrini vermesiyle, mühendisler kolları sıvar. On beş metre uzunluğundaki ölüm aracına “Fare” adı verilir. Kalın zırhı olan Fareler, nehirleri suyun altından da geçebilme özelliğine sahiptirler. Adıyla anılan spor arabaların da yaratımcısı olan Dr. Porsche’un imzasını taşıyan tank öylesine ağırdır ki, geçtiği yol bir daha kullanılmaz hale gelir, binaların temelleri çatlar ve camlar kırılır. Savaşların artık bilgisayarla yapılacağı bir yüzyıla atıyoruz adımımızı. Hitler’in rüyalarını süsleyen “Fare” daha ölümcül ve daha hafif olarak çıkıyor karşımıza!.. Gerçeğini gördüğünde kaçacak delik arayan çoğu kadın, hiç çekinmeden elini değdirir bilgisayar faresine. Oktay Rifat “Şükret fare / Bu kapana şükret” dizeleriyle başladığı şiirinde asıl korkulması gerekene dikkat çeker: Yooo fare Olmaz fare Şunun şurasında minnacık bir kapan bu Ne tank Ne top Ne teyyare Oktay Rifat’ın şiiri “Farelerle İnsanlar” adını taşır. Bu da, John Steinbeck’in ölümsüz bir eserini anımsatır bizlere. Steinbeck’in 1937 yılında yayımlanan “Fareler ve İnsanlar” adlı kitabı sinemaya uyarlandığında büyük ilgi görür. Öyle ki, film, kapitalizmin insanları nasıl sömürdüğünü yansıttığı için, Sovyetler Birliği sinemalarında da gösterilir. Ama, bir süre sonra yasaklanır. Bunun nedeni, Amerika’da yoksul ailelerin de otomobil sahibi olduğu düşüncesinin yaygınlaşmasından duyulan korkudur. Fareyi, çıkarlarına alet etmeden sevebilenler yalnızca şairlerdir. Cahit Külebi “Ne alnında dolaşan bir dost eli / Ne yardım isteyecek kimsesi vardı” diyerek bir farenin ölümünü anlattığı şiirinde, insanı neredeyse ağlatacak dizeler kurar: Farecik! Nazlıcık! Garipçik! Canı çok yanıyordu günlerden beri. Kibardı, incecikti kuyruğu; Boş koydu delikleri. Bilinen bir hikâyedir: Almanya’nın kuzeyinde yer alan Hammein kenti farelerin baskınına uğrar. Halk, istilacı fareleri yok etmek C 15 Enis BATUR Tanınırlık üzerine denemeI A dada, her akşam evden çıkarken, elimde çöp torbası olur; bertaraf etme işinden ben sorumluyum. Aşağı iniliyorsa, dörtbeş sokak katetmeden çöp bidonu çıkmaz karşıma, bazen iskele yakınına dek eşlik eder torba bana. Yukarı yönelecek, tepeyi kuşatan yürüyüş yolunu seçeceksem sorun baş gösteriyor, o bölgede çöp bidonu yok hiç, zaten Heybeli'yi düpedüz bok götürüyor ayrı konu. Bir seferinde, kendime uygun bir nokta buldum sanısına kapıldım (kaldı ki yol boyu, her yerde, öylesine bırakılmış çöp torbaları görüyordum). Şehit Hakkı Burak sokağın Müstecip Onbaşı'yla kesiştiği köşede, içi dışı pislikten geçilmeyen, çöktü çökecek bir viranenin eteğinde, ortasından kesilmiş iri bir plastik bidonunun içine çöp torbasını yerleştirip yoluma devam ettim. İkiüç gün sonrasındaydı, gene o güzergâh üzre, elimde gene bir çöp torbası, gene aynı yarım bidona eğiliyordum ki, arkamdan, sokağın çapraz köşesindeki evin üçüncü katından, dönüp gördüm, ben yaşlarda, tıpkı benim gibi beyaz sakallı bir beyefendi seslendi: “Oraya çöp torbası bırakmayın, ben o bidonda martılara su veriyorum”. İki kolumu havaya kaldırarak, “Özür dilerim” dedim: “Çevrede çöp bidonu bulamıyorum.” Hayli sinirli bir edâyla, “Aşağıya, caminin oraya inin” diye yanıtladı, “sizi tanıyoruz, yakışmıyor bu”. Doğrusu, o tonda bir çıkışla karşılaşmak da, çevre kirliliği konusunda duyarsızlıkla suçlanmak da canımı sıkmıştı. “Ben aşağıya değil yukarıya gidiyorum” diye sürdürdüm, alttan alarak: “Acaba bu taraftaki sokaklardan birinde çöp bidonu var mı?” Bir yandan da çöp torbamı iki seferdir içinde tek damla su göremediğim, kendi başına bir çöp statüsündeki yarım bidonun içinden çıkarıp yeniden elime almıştım. Beyefendi, ikinci kez tekraklama gereksinmesi duydu o sırada: “Sizi tanıyoruz, yakışmıyor size bu.” Sözü uzatmadan, elimde torbam uzaklaşmaya başladım, duyuyordum yürürken, arkamdan sözü uzatıyordu. Beyefendi, şüphesiz haklıydı. Çöpünü sakınmasızca görüş alanının içindeki herhangi bir noktaya saçıp giden insanlardan gına gelmiş olmalıydı. Bir de, teorik olarak da uygar davranış göstermesi gereken birinden aynı duyarsız hareketin geldiğini görünce herhalde dayanamamıştı. Gelgelelim, “sizi tanıyoruz” (yanılmıyorsam yanında bir hanımefendi vardı), “yakışmıyor bu” sözünü ikinci defa, üstelik özür dilemiş, yol göstermesini rica etmiş biri karşısında sarf etmiş olması, yürüyüşün devamında aklıma takılmakta gecikmedi. Hani diklenmiş, terslenmiş olsam amenna, en açık biçimiyle özür ve yardım dilemiştim sonuçta. Biraz daha oyalanacak, sözü uzatacak olsaydım, arkamdan atışlarını sürdürdüğüne bakılırsa, üçüncü defa leitmotivcümlesini yüzüme çarpacaktı belki deayrıca, ben uzaklaştığımda bunu yapmadığı kesinlenemezdi. Yürüyüş yolum, hızlı tempoyla katedersem otuz beş dakika gerektiriyor. Üç noktada yavaşlıyor, bazen de duruyorum, olağanüstü panoramik kesitlere, orada akşam ışığının oynaşmasına doymak bilmediğim için, kısacası bir saati aştığım oluyor o güzergâhta. Genellikle ipod'un kulaklığından, yüksek sesle, Cecilia Bartoly ya da Glenn Gloud eşlik ediyor bana, sık sık ayaklarım yerden kesiliyor. Bu küçük, özel, tapınaksız ayin töreni ada tansığının vazgeçilmez parçalarından biri. O gün, yaşadığım olay, daha doğrusu olayın yarattığı bir yan kıvılcım, yürürken bu denemenin çatısını çıkarmama yol açacak Fare kapanındaki plan!.. T mış. Çamların arasından süzülürken, tanınırlık durumuna kilitlendi zihnim, yürüdükçe peş peşe dizildi paragraflar, yolun sonuna yaklaşırken, Şafak civarında durdum, Büyükada'nın, Nizam'ın karşısında bir sigara yaktım, taslağın son noktasına doğru içyürüyüşümü sürdürdüm. “Sizi tanıyorum”, allasen, ne demektir? Kim olduğunuzu (aslında adınızı sanınızı), ne yaptığınızı (yaklaşık olarak) biliyorum anlamına gelse gerektir. Yoksa, söz konusu beyefendi bana çıkışırken, “Sizin gibi uygar görünümlü birine yakışmıyor bu davranış” demekle yetinirdi. Pekiştirmişti durumu ama, pekiştirmeyi yeğlemişti: “Sizi tanıyorum”, kabaca yerlemlerinizden ya da hüviyet bilgilerinizden haberdarım mesajını taşıyordu. Akıl yürütürken, kendimi sık sık makaraya alıyorum ister istemez malum, işimizin yüzü ciddidir, tersi gülünç. Çamların arasında, içimden “İşte” diye geçirdim: “Gene paranoid bir deneme kurmaya başladın”. Dönüp baktım, kimse gelmiyordu arkamdan. Ünlü insanlar, tanındıklarının bütünüyle bilincindedirler; o kadar ki, bunu düşünmeleri gerekmez, durumlarını giymiş, üzerlerinde taşımaya alışmışlardır. İyikötü herkesin bildiği insanlardan söz ediyorum burada. Heybeli ölçeğinde de baksak, ülke ölçeğinde de, sonuç değişmez: Fatih Terim'i, İbrahim Tatlıses'i, Deniz Baykal'ı tanımayan yoktur “ünlü”den bunu anlıyorum. Tanınırlık, farklı bir statü getiriyor bana kalırsa. İdil Biret'i, Murat Belge'yi, Celâl Şengör'ü on binler tanıyor da, milyonların varlıklarından haberleri yok. Bir “tanınan”ın ne'sini tanıyor on binler? Adını biliyorlar, yüzüne aşinalar, “piyanist” ya da “bilim adamı” olduğunu söyleyebilirlerbilgi yarışmasında ya da bulmacada sorulduğunda yanıtı hemen yapıştırır çoğu. Bir bölüğü çıkarmakta güçlük çeker, ekranda yüz karşılarına geldiğinde “Kimdi bu adam” diye belleklerinde eşelenmeye koyulur. Attilâ İlhan'ı gördüğünde “Milletvekili değil miydi bu?” diye yanındakine sorar ya, sonuç olarak tanıdıklık kategorisine sokmaktan başka çaremiz kalmaz o arayışı. için her çareye başvurur ama bir sonuç alamaz. Bir gün genç bir kavalcı çıkagelir… Kenti farelerden kurtaracağını söylese de, insanlar alay eder kendisiyle. Genç adam kavalını çalarak sokaklarda yürümeye başladığında, müziği duyan tüm fareler yuvalarından çıkar ve ardına takılır. Kavalcı kentin dışına çıkarak farelerle birlikte kaybolur gözden… Hikâye burada bitmiyor… Ama ben, bu bölümde takılı kalmışımdır. Nasıl olur da öylesine güzel bir müziğin ardından bir tek insan bile gitmez?.. Ben diyorum ki, müzik eğitimi veren bir okulun bahçesine, kavalcıyı takip eden farelerin heykeli dikilmeli!.. 1974 yılında, New York hapishanesinde bir fare tutukluların maskotu olur. Öyle ki, özel elbiseler dikilir, tüyleri taranır, beslenmesine dikkat edilir. Mahkumlara kızan bir gardiyanın fareyi tuvalet deliğine atmasına kadar her şey güzel gitmekteydi!.. Gardiyan bununla da kalmaz, sifonu çekiverir!.. İsyan eden mahkumlar, kendilerine konuyla ilgili dava açacakları bildirilince vazgeçerler direnişten. Mahkeme gardiyandan yana verir kararını. Mahkumlar haksızdır, çünkü fareyi rızasını almadan alıkoymuşlardır!.. Avusturya’nın bir kasabasında, işçilere saldıran sağcılar sekiz yaşında bir çocuğun ve bir gazinin ölümüne neden olduğunda yıl 1927’dir. Katiller yakalanıp yargılansa da mahkeme beraat kararı verir. Viyana’da büyük bir protesto yürüyüşü düzenlenir ertesi gün. Emniyet müdürünün, ordu silahlarını emrindeki özel adamlara dağıtmasıyla çıkan olaylarda seksen yedi gösterici öldürülür. “Kanlı cuma” diye bilinen katliamın ardından gelen Noel kutlamasında, bir okulun sahnesine çıkan öğrenci şu konuşmayı yapar: “Sayın bayanlar, baylar. Ne yazık ki Noel şiirimi okumayacağım. Çünkü Emniyet Müdürü Dr. Schober’in huzurunda şiir okuyamam.” Sahnedeki çocuğun sözlerine sinirlenen Emniyet Müdürü salonu terk ederken mikrofondan şu ses duyulur: “Şiirimi şimdi okuyabilirim.” Erich Fried adlı öğrenci büyüdüğünde Avusturya edebiyatının çok sevilen bir şairi olacak ve şu dizeleri yazacaktır: Fare, fare kapanında ölü bir kedi gördüğünden bu yana devrim planları yapmakta Mektuplaşmalar/ Stefan Zweig, Friderike Zweig/ Çevirenler: Ahmet Arpad, Burhan Arpad/ Yordam Kitap/ 404 s. Stefan Zweig’ın 1912 yılında tanışıp 1920’de evlendiği Friderike ile çeyrek yüzyıldan uzun süren beraberliğinde Zweig sık sık yolculuklara çıkıyor, gittiği her yerden Friderike’ye mektuplar yolluyordu. Eşi de ona uzun uzun yanıtlar veriyordu. Bu mektuplaşmalar, iki insan arasındaki yakın ilişkiyi, aşkı, bunalımları ve parçalanmayı sergilerken, dünya tarihinin sarsıntılı ve kanlı bir döneminden kesitler de sunuyor. 20. yüzyılın ilk yarısının kültür ve sanat ortamı hakkında bilgi veriyor. Benim Adım Cenin/ Prof. Dr. Nusret Kaya/ Abis Yayınları/ 172 s. “Bazen söylenecek hiçbir şey kalmamış gibidir, bazen de hayat hiç yaşanmamış gibi... 'Keşke hiç doğmamış olsaydım' der gibi... Cenin'ken aldığımız negatif kayıtları geri dönüp silmek istercesine. Böylece söylenecek şeyler biterken, 'Benim Adım Cenin' kitabı çıktı. Yığınla "Benim Adım Ölüm" kitaplarından çok farklı tabidir ki... Ta annemizin rahminde minicik bir ceninken ve de ceninlikten kurtulup doğuma hazırlanırken aldığımız sağlıksız kayıtların; bize, kişiliğimize, alt beynimize neler yaptığını anlatıyorum masalfictionşiirrüyasembol diliyle. Yani temel inşaat bozukluklarımızın yaşamımızı bir insan depremine çevirme özelliğini anlatıyorum anlaşılması güç cenin diliyle. Ceninliğini merak edenlerin; 'Anneciğim bana hamileyken neler yaşadın?' sorusunun üzerinde yeterli bilgi edinmenin mümkün olup olmadığı konusu, bu eski yapıtta, sorumlu bilimsel araştırmanın varmayı umduğu amaç olmuştur” diyor Milton K. Munitz. Sevginin Saklı Simetrisi/ Bert Hellinger, Gunthard Weber, Hunter Beamont/ Çeviren: Seda Toksoy/ Pan Yayıncılık/ 456 s. cevaplarından çok ötede olacak okuyacaklarınız. En azından bunu vaat ediyorum” diyor Prof. Dr. Nusret Kaya. Türkler ve Deniz/ Editör: Özlem Kumrular/ Kitap Yayınevi/ 554 s. Bu kitapta 67 Ekim 2005 tarihlerinde Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü'nde gerçekleştirilen "Türkler ve Deniz" konulu sempozyuma sunulan şu tebliğler yer alıyor: Emilio Sola Castaño, İspanyol Edebiyatında kanuni'nin Son Yılları; İdris Bostan, Osmanlılarda Deniz Sınırı ve Karasuları Meselesi; Salih Özbaran, Osmanlılar ve Deniz; Edhem Eldem, 18. Yüzyılın İkinci yarısında Doğu Akdeniz'de Osmanlı Varlığı; Zeki Arıkan, 15. ve 16. Yüzyıllarda Seferihisar, Sığacık ve Korsanlık; Halil BerkrayTosun Terzioğlu, Osmanlı Denizcilik Tarihinin Evrensel, Karşılaştırmalı ve Teorik Çerçeveleri; Alain ServantieGiovanFrancesco Giustinian, Osmanlı Donanmasına Venedik Teknik Yardımı; Giovanni Ricci, Türkler ve Deniz; Giovanni Sereli, Terranova'nın Turgut Reis Tarafından Yağmalanması; Özlem Kumrular, Barbaros'un 1534 Seferi; Fernando Fernández Lanza, 1500'de Türklerin Modon'u Kuşatması ve İşgali; Paulino Toledo, Oruç Reis'in Ölümü; Ana María Carabias Torres, İspanya'da Türklere Karşı Yapılan Deniz Savaşlarıyla İlgili Belgeler; Bülent Arı, Akdeniz'de Korsanlık ve Osmanlı Deniz Hukuku; Burcu Alarslan Uludaş, Osmanlı'da Sahilsaray Kullanımında Tersane Sarayı Örneklemesi; Nurcan Yazıcı, Osmanlı Devleti'nde Tersanei Amire Mimarlıuğı ve Mimarları; Rasim Ünlü, Bahriye Divanhanesi ve Tersanenin Kuruluş Yeri Konusunda Yeni Bulgular; Gül Köksal, Tersanei Amire'de Çağlar Boyu gemi İnşa Yerler; Nihat Kundak, Osmanlı Minyatürlerinde Liman Kentleri; Pablo Martín Asuero, İspanyol Seyyahların Gözüyle İstanbul; Murat Koraltürk, İstanbul'da Deniz Ulaşımı; Mehmet Çelik, Türkİslam Edebiyatında Deniz İmgesi; Zeki Taştan, Halikarnas Balıkçısının Öykülerinde Deniz. Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı/ Immanuel Kant/ Çeviren: Seçkin Selvi/ Say Yayınları/ 168 s. Kitap için, “Kant’ın eleştiriöncesi yazılarının en önemlilerinden biri olan Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı aynı zamanda astronomi ve kozmoloji tarihinde bir kilometre taşı niteliğini kazanmıştır. Bu yapıtın bilim tarihindeki yerinin yanı sıra, Kant’ın zihinsel gelişimindeki yerini görerek bir sonuca varmamız açısından, yapıtın incelenmesi bile bugün için değer taşımaktadır. Kant’ın daha sonraları kuşku ile baktığı konu, yani özellikle spekülatif metafiziğin a priori yöntemleriyle ele alındığı zaman bir bütün olarak evrenin uzay ve dünya yapısı “Bütün büyük kötülükler, başkalarından bir şekilde daha iyi olduklarını sananlar tarafından işlenmiştir ve onları yargılayanlar da kendilerinin daha iyi olduklarını düşündüklerinden onlar da kötülük yapma tehlikesi altındadır. Sözgelimi eski Doğu Almanya’nın gizli polisi korkunç şeyler yaptı. Şimdi kurbanları tarafından yargılanıyorlar, fakat onları ihbar edenler de onlara benzemek gibi büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. Casusluk, gözetleme ve korku sürüyor. Yalnızca şimdi başkaları yapıyor bunu. Önceki kurbanlar şimdi artık suçlu ve her şeyi daha iyi bildiklerini sanıyorlar ‘tıpkı daha önce gizli polisin yaptığı gibi. Kötülük azalmadan devam ediyor.” Menderes Demokrasi Yıldızı?/ Şevket Çizmeli/ Arkadaş Yayınları/ 800 s. Menderes gerçekten bir efsane miydi? Yoksa efsaneleştirildi mi? Menderes kimlerin kahramanı? 27 Mayıs ihtilaline ve Menderes’in idamına ortam hazırlayan koşullar neler? Kitap, bu soruların ve daha pek çok sorunun yanıtını, Türk siyasi yaşamında bir dönüm noktası olan Menderes dönemini belgelerle inceliyor. Nobel edebiyat ödülü Lessing’e Haber Merkezi 2007 Nobel Edebiyat Ödülü, ünlü İngiliz yazar Doris Lessing’e verildi. Lessing, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan 11. kadın yazar oldu. Lessing, bu ödülle birlikte “floş royal” yaptığını söyledi. Bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü, İngiliz edebiyatının yaşayan en önemli adı ünlü İngiliz yazar Doris Lessing’e verildi. 87 yaşındaki yazar, ödül haberinin ardından Londra’daki evinin önünde gazetecilere yaptığı açıklamada, poker oyununa gönderme yaptı. Avrupa’daki tüm ödülleri kazandığını hatırlatan Lessing, “Hepsini kazanmaktan sevinçliyim, tümünü... Bu, floş royal” dedi. İsveç Akademisi 1.54 milyon dolar değerindeki ödülün sahibini açıklarken, Lessing için “Parçalanmış bir uygarlığı şüphecilik, tutku ve hayal gücüyle ele alan, kadın hareketini destansı bir dille anlatan yazar” ifadesini kullanmıştı. Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan şimdiye dek en yaşlı yazar da olan Lessing, ödülü adı açıklandıktan iki saat sonra öğrendi. İsveç Akademisi’nin sekreteri Horace Engdahl, ödülün Lessing’e verilmesini “Belki de Nobel ödülleri tarihinde en dikkatle düşünülmüş kararlardan biri olduğunu söyleyebiliriz” sözleriyle yorumladı. Türkiye’ye sığınan Almanlardan övgü BERLİN (AA) Almanya’da Nazi döneminde Türkiye’ye sığınarak üniversitelerde öğretim üyesi olarak çalışan Almanların yaşadıklarının anlatıldığı “Ay ve Yıldız Altında Sürgün’’ adlı kitabın tanıtımı Berlin’de yapıldı. Herbert Scurlas’ın yazdığı kitabın tanıtımına, Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti Aile ve Uyum Bakanı Armin Laschet, Türkiye’nin Berlin Başkonsolosu Ahmet Nazif Alpman, Almanya’da Nazi döneminde Türkiye’ye kaçan Berlin eyaletinin eski Başbakanı Ernst Reuter’in oğlu Edzard Reuter, Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) Vakfı Direktörü Faruk Şen de katıldı. Tanıtım sırasında bir konuşma yapan Reuter, Scurlas’ın kitabının sadece geçmişte değil, gelecek için de önemli bir yere sahip olduğunu, Nazi döneminde Almanya’dan önemli bilim insanlarının kaçmak zorunda kaldıklarını belirterek “Atatürk’ün kurduğu modern Türkiye, Alman kültürünün yaşaması için bir liman oldu’’ dedi. Alpman da Reuter’in cesaretten söz ettiğini, bunun yanı sıra Türkiye’ye kaçan Almanların belki Türk ve Osmanlı tarihinden de esinlenmiş olabileceklerini belirterek “Türkiye’nin böyle bir şey yapması bir ilk değildi. Osmanlı devleti, İspanya’daki engizisyondan kaçan yüz binlerce Yahudiyi de kabul etmiştir’’ diye konuştu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle