19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

5 OCAK 2007 CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY Erzincan, son albümünde çalımlarında yalınlaşırken halk müziği orkestrasını hayata geçirdi Dinleyicinin kalp atışları Bağlamanın usta sanatçısı Erdal Erzincan, “Kervan” adlı solo albümü ve İranlı kemança sanatçısı Kayhan Kalhor’la birlikte hazırladığı “The ıllardır Wind” (Rüzgâr) haftada adlı albümle 2006 yılında halk müiki kez Âşık Veysel’i ziğindeki araştırdinliyorum. Her macı ve geliştiridinlediğimde de ci yanını ortaya başka bir şeyi fark koydu. Erzincan, edebiliyorsam, o ekim ayında Kalhor’la Amerika ve yalınlığın içinde Kanada’daki konyakaladığı derinlik serlerinde halk müVeysel’in ziğimizin “taklit”ten ustalığından uzak çalışmalarla dünyaya duyurulabilekaynaklanıyor.’ ceği düşüncesinin haklılığını ortaya koydu. Erzurum’un Aşkale ilçesinin Sos köyündeki çocukluk yıllarında bağlamaya tutulan Erzincan, bir süre Arif Sağ Müzik Okulu’na devam etti. İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Temel Bilimler Bölümü’nü bitiren Erzincan, 1994’te ilk albümü “Töre”yi çıkardı. “Garip”, “Gurbet Yolları”nda albümlerinin ardından enstrümantal bir albüm olan “Anadolu”yu çıkardı. Bağlama teknikleri ve özellikle tezenesiz parmakla çalma konusunda ustalaşan Erzincan, 2002 yılındaki “Al Mendil” albümünün yanı sıra üç albüm halinde yayımlanan “Türküler Sevdamız” adlı ortak çalışmada yer aldı. Kurucusu olduğu müzik kursundan öğrencileriyle 2004 yılında oluşturduğu Bağlama Orkestrası’yla konserler veren Erzincan, dört yıl aradan sonra Güvercin Müzik’ten çıkan 6. albümü Kervan’da Halk Çalgıları Orkestrası düşüncesini dinleyiciye aktarıyor: “Bugüne kadar yaptığım albümlerin hepsi birbirinden farklı öğeler taşır. Ama ‘farklı bir şey yapayım’ diye düşünmedim. Bir emek sarfediyorsunuz, araştırıyorsunuz, sonra gelişme, değişme kendiliğinden oluyor. Bağlama orkestrasıyla yaptığım çalışmalar bu albüme olumlu yönde yansıdı. Bağlama orkestrası fikrinden yola çıkarak halk çalgıları orkestrası kurmayı düşünüyorum.” Geçmişten geleceğe KERVAN Hatice TUNCER C İbret komşusunu işgal ve talan ediyor, sonra da o ülkenin seçilmiş başkanını öldürüyor. Bu noktada siz, komşu olarak, bu barbar yağmaya bir biçimde kafa tutanları suçluyorsunuz. Böyle bir saldırı altında, üstelik laik, modern ve kendince halkçı bir siyaset adamı, sol kadrolara karşı zorba yöntemleriyle tanınan bir Saddam Hüseyin mi suçlu bulunmalıdır? Böyle bir tabloda, Ankara’daki, ABD’ye tezkereyle açık çek vermek isteyen şeriat güçleriyle arada ne fark kalır? Tayyip Erdoğan>’ın ve yerleşik Türk siyaset sınıfının Bush çetesiyle birlikte Baas rejiminden nefret etmesi için belki de fazlasıyla neden var: Bunlar gericilikte her şeyi paylaşır. Ama ilericilikte kendine yer arayanlara ne oluyor? Ülkesini, devletleştirdiği petrolün sağladığı olanaklarla modernleştirdiği, emperyal başkentlerce de kabul edilen bir siyaset adamına, bugün, ancak gericiliğini tescillemek isteyenler ABD’yle birlikte saldırabilir. Fakat... Fakat artık, Türkiye’de de yeterince satılık adam, kiralık tetikçi bulunabileceğini Irak’a bakarak çıkarmak kolaylaştı. Gördük. ??? Bütün bunlar var. Hepsi son derece açık. Ama bir şey hepsinden daha açık: Bush çetesi, emperyalist dünyanın son senaryosunu uygulamakta çok kararlı olduğunu gösterdi. Bilerek astılar. Çoğumuza, “Böyle bir hata nasıl yapılır?” dedirtecek kadar kör bir ısrarla, Saddam’ı öldürdüler. Bilerek yaptılar. Irak’ın bir daha hiç dikiş tutmasını istemedikleri için bunu yaptılar. Bu, nihai darbedir ve Irak’ın artık hiçbir biçimde dikiş tutmayacağını biliyorlar. Acımasızlıkları bundan. Çaresizler, çaresizlikleri barbarlaştırıcıdır. Her çaresiz hain, çok büyük acılara neden odur. Tıpkı nazizm gibi. Nazi Almanyası da, baltayı taşa vurduğunu anlayınca inanılmaz acılara, insanlık tarihinin en büyük acılarına yol açmak zorunda kalmıştı. Şimdi, bunlar da öyle. Yugoslavya gibi... Miloşeviç’in, bilinçli bir biçimde ölüme itilmesi ve erken ölümünün sağlanması ile Saddam’ın gizli bir odada boğulması arasında, nitelik farkı mı aranıyor? Yok. Yugoslavya’nın hiçbir biçimde dikiş tutmaması ve bunun için de Miloşeviç’in öldürülmesi gerekiyordu. Irak’ın dikiş tutmaması için de Saddam’ın öldürülmesi gerekiyordu. Aynı şeyi Türkiye’de de yapacaklar. Sovyetler Birliği, Orta ve Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu parçalanacak, ama Türkiye’ye dokunmayacaklar, öyle mi? Senaryo çok açık: Türkiye’nin yakın bir gelecekte bütün dikişlerinin atması ve bir daha hiç dikiş tutmaması gerekiyor. Sorun, belki şu sıralarda Miloşeviç veya Saddam türünden karizmatik birinin Türk siyaset sahnesinde bulunmamasıdır. Onu da bulurlar. 7 ‘Y E rzincan ve Kalhor’un Amerika ve Kanada’da yaptıkları turne oldukça başarılı geçmiş ve çok olumlu eleştiriler almış. Türkiye’de geleneksel halk çalgılarıyla yapılan konserlerde izleyicinin dikkati bir süre sonra dağılırken yurtdışındaki konserlerde izleyicinin ilgisi, Erzincan’ı etkilemiş:“Müziği doğru olarak algılayıp doğru dinleyen bir kitle ile karşılaştık. Enstrümanların yabancı oluşuyla değil müzikle ilgiliydiler. Öyle sessiz dinlediler ki salondakilerin kalp atışlarını duyduk neredeyse. Türkiye’de genellikle katılmak istiyorlar. O konserlerde ‘dünya ile buluşmak için’ yapılan bu kadar çabanın yanlış yol olduğunu düşündüm. Halk müziğinde Batı’ya açılmak için onlar gibi olmak doğru bir yöntem değil. Kendi müziğimize ne kadar dönersek o kadar başarılı oluruz. Onlara benzemeye çalışmak yapaylık oluyor. Çok zengin olan müziğimizi olduğu gibi, doğru ve onlardan ayrı bir şey katarak sunduğumuzda özgünlüğü yakalayabiliriz.” türkülerinden sonra ve kendi eseri “Evvel Bahar”ı enstrümantal olarak sunuyor. Erzincan, Merzifon, Sıvas havalarının yer aldığı ikinci bölümden sonra üçüncü bölümde Alevi deyişlerini seslendiriyor. Albümde çok bilinenler dışında uzun süredir dinleyemediğimiz türküler de yeniden hafızalarda canlandırılıyor. Erzincan, Davut Sulari’nin “Gör Bak Neler Var” deyişinden yola çıkarak albüme Kervan adını vermiş: “Halk müziğinde geçmişten gelenleri geleceğe taşıyoruz. O uzun bir yolda bir kültür taşınıyor, mecazi olarak bana böyle bir çağrışım yaptı. Gelenekteki yalınlaşmanın üzerine orkestrayı koyup yola devam etme fikirlerinin yarattığı çağrışıma Kervan sözü sıcak düştü.” AĞLAMAKEMANÇA BULUŞMASI Dünyada müzik çevrelerinde tanınan ve birçok ünlü sanatçıyla düet yapan Kayhan Kalhor’la 2004 yılında ilk kez Ankara ve İstanbul’da konserler veren Erdal Erzincan, 2005 yılında da Kalhor’la Hollanda ve Belçika’da turne yaptı. Kalhor ve Erzincan, geçen ekim ayında Amerika ve Kanada’nın çeşitli kentlerinde on konser verdi. İki sanatçının Anadolu ve İran ezgileriyle doğaçlama yaptıkları enstrümantal The Wind albümü bu yılın son aylarında Avrupalı ünlü cazcıların albümlerini çıkaran ECM tarafından yayımlandı. Türkiye’de Akusta Müzik tarafından satışa sunulan The Wind albümüne basbağlamasıyla Ulaş Özdemir de iki sanatçıya eşlik ediyor: “Kemança bizim kabak kemaneye benzeyen, kemandan daha tiz tonda bir çalgı. İran’da olduğu gibi bizde de yaygınlaşmaya başladı. Albümde belirli ezgiler var ama sürekli doğaçlamalarla devam ediyoruz. Konserlerimiz de böyle gidiyor, hiçbir konserimiz birbirine benzemiyor. Bir konser 50 dakikaysa izleyiciden aldığımız elektriğe göre bir buçuk saati buluyor. Bu çalışmanın en hoşuma giden yanı da bu. O anki ruh haliyle kurduğun cümleler, cümlenin sonunda karşıdaki müzisyenin seni başka dünyalara sürüklemesi. Dil olarak anlaşamıyoruz ama müzikal olarak anlaşabiliyoruz. Bir anda aynı şeyi düşünmenin, hissetmenin keyfini sahnede yaşıyoruz.” B HALK MÜZİĞİ ORKESTRASI Erzincan, Kervan albümündeki “Aşağıdan Gelir Aldıramadım” ve “Bayburt Dağlarında” türkülerinin icrasında halk çalgıları orkestrası düşüncesini hayata geçirmeye çalışıyor. Halk çalgıları orkestrasının, bugüne kadar alışık olunan TRT korolarından farkını, bir senfoni orkestrası anlayışıyla kurulmuş olması ve tüm enstrümanların türküleri çoksesli tarzda icrası oluşturuyor. Cura, divan, tambura, basbağlama gibi bağlama ailesinin yanı sıra balaban, zurna, kaval gibi nefesli çalgılar ve yaylıları seslendirdiği türkülerde kullanıyor: “Halk müziğindeki çokseslilik arayışlarında hep Batı çalgıları ve armonilerinden yararlanmaya çalıştık. Bu çoksesliliği kendi köklerimizden hareket ederek yakalamak istedim. ‘Halk müziğinde çokseslilik olacaksa bizim kendi enstrümanlarmızla olmalı ve bunun sistemi de kendi köklerimizden hareketle olabilir’ düşüncesiyle böyle bir çalışma yaptım. Klasik orkestralarda keman, viyolonsel, kontrbasın farklı sesleri varsa ben de halk çalgılarının farklı renklerinden yararlandım.” YALINLIĞA DOĞRU... Erzincan, Kervan albümünde “sade leşmeyi” esas almış. Bu sadeliğı enstrüman sayısında değil, icra tarzında yalınlık olarak albümüne yansıtmış: “On yıl önce müziği daha karmaşık düşünüyordum. Başarı kıstasım, daha teknik çalmak, daha zor algılanır cümleler kurmaktı. Basit cümleyle anlatmak bence sanatın asıl zor kısmıdır. Bu sadelik fikrini de eski ustalarımızdan aldım. Yıllardır haftada iki kez Âşık Veysel’i dinliyorum. Her dinlediğimde de başka bir şeyi fark edebiliyorsam, o yalınlığın içinde yakaladığı derinlik Veysel’in ustalığından kaynaklanıyor. İnsanlar beni ‘iyi, teknik bağlama çalıyor’ diye tanıyor ama bunun altını çizmenin çok gerekli olduğunu düşünmüyorum. Kervan’daki repertuvarı kullanarak kendimi ön plana çıkarmaya çalışırsam, benim bu kültüre sahip çıkmaktan söz etmemin bir çelişki doğuracağına inanıyorum.” Kervan albümünde 15 türkü dört bölüm halinde birbirine bağlı olarak sunuluyor. Sanatçı, konserlerindeki gibi ara vermeden bir bütünlük içinde türküleri birbirine bağlıyor. SULARİ’NİN KERVAN’I Melodik yapıların birbirine uygunluğunu gözeterek albümünü 4’er eserlik bölümlere ayıran Erzincan, birinci bölümde Keskin yöresinden “Bugün Ayın Işığı”, Erzurum’dan “Gara Camışlar”, Kerkük’ten “Hele Hele Verin Geline” esajın alındığından emin olabiliriz. Ülkelerini, yoksul halklarını “babalar gibi satmaya” kararlı, ama henüz bu işi tamamlayamamış “tüccar” kadrolara, Saddam Hüseyin’in öldürülmesiyle biraz daha cesaret aşılanmış oldu. Bu, Irak’ın çok aşıldığını gösteren örneklerden sadece biridir. Yani? Yanisi, şu: Amerikan siyaset sınıfı, artık Irak bataklığından çıkamayacağını iyi biliyor, fakat o kadar kör ve çaresiz ki, çevre ülkelerdeki partnerlerine böyle canice mesajlar göndermek dışında elinden bir şey gelmiyor. Tıkanmayı böyle aşabileceğini sanıyor. Amerikan kamuoyu bir yana, Saddam Hüseyin’in asılması, özgürlükçü ve süper demokrat AB’nin de fazla bir tepkisini almış görünmüyor. İtirazlar elbette oldu, ama eğer hayati bir önem atfedilseydi, bu idam rahatça önlenebilirdi. Irak’ın elden kaçtığına emin Amerikan kadroları, seçilmiş bir devlet başkanını askeri işgal sonrasında ölüme göndererek önemli bir mesaj verdiler. Bu mesaj kabullenildi. Hadi ABD ve Bush yönetimi bir yana, bunlar böyle barbarlıklara yabancı olmadıklarını çok kanıtladılar, malum, ama “Avrupa demokrasisi”, bu açık siyasal cinayeti önlememekteki kararlı tutumuyla, Irak’a verilen önemi idrak ettiğini göstermiş olmadı mı? “AB Karteli” de aynı yolun yolcusu demek ki. Zaten Miloşeviç’e farklı mı davranmışlardı? Yugoslavya’nın lideri adım adım ölüme itilirken, başta Türkiye olmak üzere çevre ülkelere, öncelikle, “Ayaklarını denk tut, sonun benzemesin!” mesajı verilmiş oluyordu. İnsanların huzurunu bozan, halklarına hayatı zindan eden, küreselleşme düşmanı “katillerdi” bunlar: Saddamlar, Miloşeviçler... O nedenle temizlenmelerinde yarar vardı. “Temizlendiler”... Bu cinayetlerin anlamı henüz halkların bilincine girmiş değil. Sonuçta, her türlü hukuku ayaklar altına almış bu önlemler ne Yugoslavya ne de Irak’ı “düzeltmeye” yöneliktir. Bir daha sahneye çıkmamalarını sağlamak içindi tüm çabalar ve bir de Türkiye gibi ülkelere açık bir mesajdı. Dedik ya, mesaj alınmış görünüyor. ??? Ama insanın aklına sığmayan şeyler var. Tamam, Batı Avrupa’nın öncü metropollerine egemen siyasal havayı anladık. Bunlar, “Böyle şeyler bizim buralarda olmaz” diye düşünebilirler. O kadar ekonomik fazlaları var. Birikim, böyle, yoksullara özgü vahşi hesaplaşmalara şimdilik şans vermeyecek kadar yüklüdür. Zengin mutfağı, kanlı çöplükte olup bitenlerden uzak tutabilir kendini. İyi. İyi de, Ankara’ya ne oluyor? Her türlü onuru çiğnemeyi siyaset sanmış bir “1920 Osmanlısı”na dönüşü simgeleyen AKP hükümeti ve destekçilerini bir yana bırakalım. Türk siyasetinde “Yahu artık sıra bize geldi” diyecek biri kalmadı mı? Emperyalizm, Türkiye’nin kapı M cutsay?gmx.net ayramlarda günlük politika kapsamındaki çekişmeleri sonraya bırakmak eski bir gelenektir. Yılda beş gün yayımlanan Bayram gazetesinin ilanlarına göz dikerek meslek içi dayanışmayı da torpilleyen anlayışa inat olsun için, geleneği bu bayram da sürdürelim. Ama bir görev bölümü yapalım... Geçmişi anımsatmak benden, bugüne ve geleceğe uyarlamak sizlerden olsun... ??? Tanzimat’tan (1839) evvel halk ile devlet memurlarının ilişkileri tamamen başka şekildeydi. Esasen memurlar çok zaman bir sene için tayin olunurlar, sene sonunda azledilerek yerlerine başkaları gelirdi. Açıkta kalanlar ise, tekrar memur olmak için en az bir iki sene ve bazen daha fazla sıra beklerlerdi. Bu yüzden bir memuriyet alan, yalnız o seneki değil, ileride, açıkta kalacağı yıllara ait kazancını da temine mecburdu. Memurlar tabiatıyla halk hizmetinin görülmesinden ziyade şahsi endişelerle meşgul olmaya mecbur kalırlardı. Bunlardan bir kısmı ise maaş almaz, mensup bulundukları kalemin (devlet dairesinin) aidatı, yani iş sahipleri tarafından ödenen ücretlerle geçinirlerdi. Bu B GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ tarzın ne muazzam suiistimallere sebep olacağı aşikârdır. Devlet kapısına işi düşen, avuç ve bazen de etek dolusu para harcamadan bir netice alamazdı. Tanzimat’tan sonra bu usul değişti. Memurlar, her sene azli değiştirilerek daimi şekilde ve muayyen bir maaşla çalıştırılmaya başladılar. Lakin eski alışkanlıklardan kurtulmak kolay bir şey değildi. İşini para ile gördürmeye alışmış olan halk, yeni usullere uymakta güçlük çekiyor, memurlar da bütün iyi niyetlerine rağmen töhmet altında kalmaktan kurtulamıyorlardı. Eski usul, halk ile memur sınıfı arasında aşırı laubaliliğin oluşmasına yol açmıştı. Halk, memuru, kamu hizmeti gibi şerefli bir vazifeyi yüklenmiş olmaktan ziyade, hemen verilecek paraya göre iş yapan kimseler halinde görmeye başlamıştı. Bu yüzden, hatta en büyük devlet ri Tarihten Bir Yaprak calini (adamlarını), vakitli vakitsiz, yerli yersiz müracaatlarla iş göremez hale getiriyorlardı. Bu müracaatlar devlet dairelerinin açık bulunduğu saatlerle sınırlı kalmıyor, iş sahipleri onları evlerinde ziyaret ediyor, her gece geç saatlere kadar kapı eşiklerini aşındırarak bir an istirahat etmelerine ve kafalarını dinlemelerine imkân bırakmıyorlardı. Bu hal de Tanzimat’tan sonra on sene kadar devam etti. Nihayet 1849 yılında devletin ileri gelen ricalinin hangi geceler evlerine misafir kabul edebilecekleri kabul ve ilan olundu. (...) Bu usulün adına, Fransızcadan alınarak suvare denildi. Buna göre devlet ricalinin suvareleri, yani misafir kabul edebilecekleri geceler şu şekilde tertip ve tespit olundu: Cuma gecesi, sadrazam ile şeyhülislam; cumartesi gecesi, seraskerle tophane müşiri; pazar gecesi, kaptan paşa ve reis paşalar; pazartesi gecesi, hariciye, maliye ve hazine nazırları (bakanları); salı gecesi, reisülrüesa (çeşitli devlet görevlileri ve üst yöneticileri) ile hassa müşiri; çarşamba gecesi, zaptiye müşiri (emniyet günül müdürü) ve ticaret nazırı (bakanı), sadaret müsteşarı (başbakanlık müsteşarı); perşembe gecesi, deavi ve masraf nazırları (mahkeme kararlarının yerine getirilmesi ve sarayın masraflarının yönetilmesiyle tayinlerin uygulanmasını sağlayan görevliler). Bu usul, üç sene kadar devam ettiyse de koyucusu olan Büyük Reşit Paşa’nın azli ile unutulup gitti. Kaynak: Midhat Sertoğlu (1913 1995) / Türkler Elinde Güzelleşen Muhteşem İstanbul / Baskı tarihi yok. Ancak içinde gönderme yapılan olaylara göre 1950’lerde yazıldığı anlaşılıyor. Kimi sözcükler tarafımdan güncelleştirilmiştir. O.E. ??? Turgut Özal’ın “Benim memurum işini bilir” değerlendirmesinin durduk yerde söylenmediği de bu sayede anlaşılıyor sanırım. Gönlünüzce bir yıl diliyor, kısa bir dinlence arası veriyorum. Anadolu eserleri bir bir gün yüzüne çıkıyor Hicran ÖZDAMAR İZMİR Eskişehir’de bulunan Paphlagonia Hadrianoupolis Antik Kenti’nde gün yüzüne çıkan eserler, Anadolu tarihinin zenginliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Ergün Lafli yönetiminde kazı çalışmalarının bu yıl tamamlanan bölümünde, hayvan resimleriyle betimlenmiş mozaikler bulundu. Lafli, “Hamam A” adı verilen kent merkezinde 13 farklı mekân keşfedildiğini, bunların çok sık mimari evrelerden geçtiğini belirtti. Lafli, “Hamam A’nın yaklaşık 400 metre güneybatısındaki erken Bizans B Hamamı’nın varlığı bize Hadrianoupolis’in erken Bizans döneminde bir termal merkez olduğunu düşündürmektedir” dedi. Hamamın inşasında taş dışında ahşap yapı malzemelerinin kullanıldığını kaydeden Lafli, bunun erken Bizans döneminde rastlanmayan bir öğe olduğunu söyledi. Kazılarda ortaya çıkan 7 sikkenin hamamın 8. yüzyılın başlarında terk edildiğini düşündürdüğünü belirten Lafli, binanın en çarpıcı arkeolojik öğesinin ise bezemeli mozaikli bir zemin olduğunu belirtti. Mozaikte at, fil, panter, geyik gibi tek ve koşar tarzda betimlenmiş hayvanların birer kutu içinde resmedildiğini anlatan Lafli, bu zeminin Paphlagonia’ya dışarıdan gelen ustalar tarafından yapıldığının düşünüldüğünü kaydetti. Lafli, kazı sezonunu Eylül 2006 tarihinde tamamlandıklarını, önceki kazılarda tiyatro, kemerli ve kubbeli birer yapının da bulunduğu anıtsal binalar ortaya çıkardıklarını söyledi. oerinc?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle