19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Piyasanın ezberi bozuldu Popülerliğe karşı mısınız? Ege’nin küçük bir kıyı kasabasında babadan kalma “Popülerliğe karşı değilim mesleği dondurmacılıkla geçinen Ali Usta’nın büyük ama ticari olan değerli değildir dondurma firmaları karşısında ayakta durma savaşının bence. Yerellik bir aidiyet, yeanlatıldığı ve ‘En iyi yabancı film’ dalında Türkiye’nin relcilik ise başka bir şey. Oscar adayı, Oscar’ın da aday adayı Dondurmam GayMemleketçilik saplantısı değil mak, yerelden evrensele uzanan bir ses duyurma çabu, yerelcilikle evrensellik arasındaki diyabası... Vizyona girdiği günden bu yana her haftayı bilektik ilişkidir. Dolayısıyla dedim ki eğer yerincilikle kapatan film, alt okumasında küreselleşme rel bir film yapacaksonucu yerel kodların yok edilmesine karşı duran posam yerel enstrümanlitik bir yapıya sahip. “Salonlar kentlilerinse dağlar biları kullanmam lazım. zimdir” sloganıyla sineması olmayan köy ve beldelerProfesyonel oyuncude kamyonun arkasında projeksiyon makinasıyla fillarla yapsaydım, oyunmin gösterimini yapan, kendisi de Muğlalı olan yönetcuların uzunca bir süre men Yüksel Aksu ile yerel halkın oynadığı ve bekleşive ve beden dili çalışnenin ötesinde bir gişe başarısı yakalayan Dondurmaları gerekiyordu. Her mam Gaymak’ı konuştuk. insan Robert de Niro olaTicari olarak kendini karşıladı mı film? masa da oyuncu olabilir. Kül“Vizyona girdiğinden beri haftayı birinci kapatıyor. tür sanatın sadece metropolleÜnlülerin olmadığı, bombaların patlamadığı, güzel re ait olmadığını, ayrıca insanların hiç bir zamanda seykızların, yakışıklı erkeklerin olmadığı, arabaların çarredentüketen bir figür olmaması gerektiğini pışmadığı filmin başarısı önemli. Festivallerde de enönerdim bu filmle. Kültür sanat bir takım mertelektüel bir başarı sağladı. Amerika’da New York Qukezlerin elinde olmamalı. Benim filmieens de ödül aldı. Aslında piyasanın ezberi de bozulmim politik yönü buydu. Yamuk du şuanda. Film umulanın üzerinde bir ilgi gördü ve yumuk olabilir ama ben istedim yabancı filmleri bile geçti. Minimal bütçeyle azami baki lezzeti iyi olsun, aromaşarıyı elde etmiş oluyorsunuz. Bu da tabi genç ve aysı güzel olsun.” rıksı işler yapmak isteyenleri de motive edecek bir durum. Geçen sene ‘Babam ve Oğlum’la başlayan süreçte starsız veya megastarsız filmde iyi bir senaryo ve iyi bir yönetimle ticari başarı sağlanabileceği kanıtlandı. Ama biz bu filmle bir adım daha radikalize bir durum Büyük bir yaşatıyoruz; hiç oyuncusuz da olabilir. Bunu spekülassponsor var mı arkada yada yon için söylemiyorum. Oyuncular alınmıyor bu söybüyük firmalara gittiniz mi? “Seleme ve destek de veriyorlar. Animasyonlarda oyuncu naryoyu bitirdim ve büyük yapımcımu var sanki?” larla görüştüm, ‘haklı’ olarak başrolde şu Film Oscar aday adayı. Oscar’a nasıl bakıyorkişiler oynasın, yan rollerde bu kişiler oynasunuz? sın gibi talepleri oldu. ‘Sana bütçe verelim se“Oscar dünyanın en popüler etkinliklerinnin de ilk filmin hem, ne kendini ne de bizi den bir tanesi. Film, Türkiye’nin Oscar adastrese sok. Memleketinin yı, Oscar’ın da aday adayı. Türkiye’de çok iyi insanını da figürasyonda filmler çekilmiş ama en büyük sorunumuz kullan. Sıcak, komik ve gipazarlama sorunu. Türkiye’nin tanıtımını şe şansı yüksek bir film yapmayı beceremiyoruz. New York’ta filmi yapmış olursun. En azınseyredenler Ortadoğu’da Türkiye denen bir dan gişeyi ve belli bir seülkenin bir kasabasında böyle bir yaşamın yirciyi garantilemiş olurolduğunu gördüler. Bu batılılara öcü sansun’ dediler. Bense hep dıkları Ortadoğu’yu tanıma fırsatı veriyor.” tam tersini önerdim. ‘Film gösterime girmeden nasıl Oscar adaBaktım olacak gibi değil o süreçte diziler çekyı olur’ diye tartışılmıştı. tim, para biriktirdim ve Kültür Bakanlığı “Biz bu konuda şanslıydık. Şartnameye göre destek kredilerine başvurdum. İki köy filmin vizyona girmiş olması gerekiyor Oscar’a muhtarı da sponsor oldu, bir sürü hayaday olabilmesi için. Geçen yıl dağıtımcılar, çok iş van, keçi ve inek getirdi figürasyoyapmaz sıkıntı olur dediklerinde biz Muğla’da bir ay na. Belediye otel ayarladı, bir vizyona girdik. Muğlalılar delirdi çünkü izlemeseler restoran yemek verdi, Muğçatlayacaklardı. ‘Cemal Reşit Rey ile Lütfi Kırdar bala esnafı mekanlarını san ğışlasın, biz galayı Muğla’da yapıyoruz’ dedik. Muğverdi.” oynayan la meydanında oynayan oynamayan herkes vardı hatbir hayvandır’ ta figürasyondaki boğalar ve keçiler dahi vardı. Safari deyip oyunun sosyal ve pociplere binip, antiAntalya korteji gibi el sallayarak giteserler üretmişlerdir. Dondurmam Gaymak da Bisiklitik önemine ilişkin bir tez hazırlamış. İkincisi sokaktik. Gündüz karnavala çevirdik, davullu zurnalı, havai let Hırsızları ve onun yönetmeni de Vittorio de Sica’ya taki sıradan insanın da estetik bir değer üretebileceğifişekli bir meydan eğlencesi yaptık. Akşamına da gaadanmıştır. Onun sözüyle başlar film: “Her insan, bir ni ispatlamak istedim. zeteciden, mankene, oyuncuya, valilere ve Cumhurrolü mükemmel bir şekilde oynayabilir; kendini...” Sadece ben değil dünya da bunun örnekleriyle dobaşkanlığı Genel Sekreteri’nin yanı sıra köylülerin de Peki neden bölge halkı? lu ama ben kendimi bu anlamda göstermek istedim. katıldığı yaklaşık 2 bin kişilik bir gala yaptık. Haziran “Ben ‘evrensel sinemanın yerel filmini yapmak’ giDeneysel filmin öncülerinden Vertov, İtalyan yenigerayından sonra da dağlara çıktık. Sineması olmayan belbi bir slogan attım bu film için. Evrensel olacak ama çekçi sinemacılar da kamerayı sokaklara götürerek inade ve köylere kamyonla, projeksiyon makinası ve 150 yerel olacak çünkü dünyadaki son dönem küreselleşnılmaz plastik sandalye ile gittik, sinemayı halkın ayağına göme, yerel olan her şeyi tehdit etmeye başladı. Bu dutürdük. Sloganımız da ‘Sinemasız belde kalmasın’. rum yerel kodları ve toplumsal tavırları yok etmeye Tabandan yola çıktık ve yaklaşık 30 belde de başladı. Mutfaktan, şiveye ve beden diline kadar yaptık gösterimleri. Madem dağıtım soruherşey yavaş yavaş yok oluyor. nu var ‘Salonlar kentlilerinse dağlar biYerelcilik gibi bir saplantım yok ama zimdir’ sloganıyla yollardayız artık. yerelcilik önemli bir direnç noktası diÖnümüzdeki yaz da devam edeye düşünüyorum şu dönemde. Sanat ceğiz.” ve kültür hayatını da uzmanlar yöFilmde yalnızca tek bir pronetmeye başladı. Daha doğrusu fesyonel oyuncu var değil yönetememeye başladı. mi? “Profesyonel oyuncu 1980’lerden bu yana dünyaolarak olan İzmir Devlet da üretime endeksli uzmanlaşTiyatrosu’ndan Turan Özma mantığı beni üzüyor. Bu demir var. Onun dışında durum bir uzman cahiller orda tiyatro deneyimi olmuş dusu yaratıyor. Bu doğal olaiki üç kişi de var. Diğer rak sanata ve kültüre de yansıoyuncular da bölge insanındı ve böylece sanat ve kültürle dan oluşuyor.” sadece sanatçılar ilgilenmeye başNeden böyle bir kadro seçladı. Yani dişçisi, doktoru, mühentiniz? disi, ‘sanat başkasının işidir biz ilgi“Kuramsal arkaplanı Johan lenmeyelim’ düşüncesiyle hareket eder Huizinga’nın ‘İnsan oynayan bir oldular. Sanat toplumdan ve kamusal alanhayvandır’ tezine dayanıyor. Huizinga, 1930’larda ‘İnsan konuşan bir hayvandır’, dan uzaklaştıkça aslında bindiği ‘İnsan politik bir hayvandır’ın üzerine ayrıca ‘İndalı da kesti.” Zuhal AYTOLUN C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 5 OCAK 2007 CUMA Bir Boş Zaman Tartışması ri olduğunu kavrayabilseydi, “beni ne doktorlar, ne mühendisler istedi de gitmedim” diyerek, reddedilenin erkeklerden çok, aslında bu meslek grupları olduğunu anlatmak gereğini duymazdı. Yurdumuzda hâlâ yaygın bir övgü kaynağı olan bu “reddetme” tutumunda, tavır sahibinin kendisine “yüksek değer” biçme amacı da vardır elbette. ??? Gelin hanımın ailesine baklavayla gitmek, törensel bir gerekirlilik olabilir, ama yeterli değildir. Damadın, varsa eğer, emek açısından elbette değerli olan fakat statü açısından sözü bile edilmeyen mesleği de yeterli değildir. Enişte’nin doktorluğunun hiç gerekmediği halde belirtilmesi, soyluluğuna geçmişten bağ arayan kentli görmemişin duvarına “paşa baba ya da dedesi”nin fotoğrafını asmasına benzer. Gelin evinde de, kent görmemişinin konutunda da “statü”dür aranan. Ayşen benim gibi düşünmüyor. “Eniştenin doktorluğunun vurgulanması ile damadın mali olarak doktordan geçineceği anlatılmak isteniyor” diyor. Doğru olabilir. Ama başkasının sırtından geçindiklerini vurgulamak için adını vermediğim topluluğa yakıştırılan fıkradaki enişte mesleği “tüccar” da olabilirdi örneğin. Doktorluğun öne çıkarılması, ekonomik beklenti kadar, “statü”ye verilen önemin de ifadesidir. Birkaç yıl önceydi. Büyük bir ihale yolsuzluğu ile ilgili olarak gözaltına alınan bir işadamına karakolda şiddet uygulandığı iddialarına yanıt veren ilgili polis şefi, “Hayır! Asla böyle bir şey olmadı. Çünkü adı geçen vatandaşımız şiddet uygulanacak kesimden biri değil!” diyerek sözüm ona meslektaşlarını savunmuştu. Memlekette şiddet uygulanacak kesimler olduğunu, o kesimlerin arasında kız istemeye giden bu ailenin de bulunduğunu söylemek yeni bir şey olmaz, biliyorum. Sözü edilen ailede, toplumsal anlamda itibar gören meslek erbabına sığınma tavrı, statüye yenilen “emekçi”nin tavrıdır. “Emekçi”nin kim karşısında yenilgiye uğradığını merak eden yok, farkındayım. Ayşen’le bizim ofiste yaptığımız, boş zaman gevezeliği, başka bir şey değil. Ama yine de hatırlatayım. Çar’ın ünlü polis şeflerinden birinin cümlesidir bu: “Rusya’da devrimi gevezelik yapan Bolşevikler mi kazanacak?” 1917 Ekim’inde o polis şefine ne oldu acaba? Ticari olan değerli değildir Hep tersini önerdim rkadaşım Ayşen’den (İpek) duydum. Anadolu’daki etnik topluluklardan birinin mensuplarının cimriliklerine ya da faydacılıklarına vurgu yapma amacıyla söylenmiş olmalı. Kız istemeye giden bu topluluğa mensup aileye, kız tarafı, damat adayının durumunu öğrenmek için, “Oğlunuz ne iş yapıyor?” diye sorunca verilen yanıt şu olmuş: “Eniştesi doktordur”. Her toplulukta rastlanabilecek, “rızkını” başkalarına bağlama ya da “başkalarının sırtından geçinme” tutumuna dikkat çekmek için türetilmiş bir fıkra da olabilir bu, kim bilir? Ancak bir gerçeği ifade ettiğini kabul etmeliyiz. Burada göze çarpan ilk olgu, muhatabın soruya, kendi istediği yanıtı verme kurnazlığıdır. Verilen yanıt, sorunun doğru yanıtı değildir ama bunun önemi yok; amaç toplumda itibar gören bir “mesleki statü”yü karşı tarafa anımsatmaktır. ??? Yıllar önceden hatırlarım, ortaokul öğrencisiyken bize okutulan bir “Ahlak” kitabında “işçilerle doktorların şerefinin aynı düzeyde olamayacağı, doktorun toplumdaki yeri itibariyle daha üstün bir şerefe sahip olduğu” türünden zırvalamalar vardı. İnsanın yapıp ettikleriyle elde edebileceği manevi bir rütbe olması gereken “şeref”i bile toplumdaki “sosyal statü” ile değerlendirmek içimizi acıtmıştı o yıllar. “İtibar”ı, emekle değil, toplumda işgal edilen yerle ilişkilendiren saçma sapan Ahlak kitapları da okudu bizim kuşak. Oğlu işsiz bile olsa o ailenin sığınma ihtiyacı duyduğu sosyal statünün “enişte”nin doktorluğu olması elbette başka nedenlere de dayanır. Toplumda “faydayı” kendisi için düşünmeyen insanlar olduğuna inanılır doktorlar için. Ayrıca işlevi en “yaşamsal” önemde olan bir mesleğin mensuplarıdırlar. Müstakbel gelinin, ailede bir doktor bulunduğundan haberdar edilmesi, kanımca, yukarıda sözünü ettiğim “başkalarının sırtından geçinme”kten çok, toplumda itibar gören bir statüye eklemlenme çabasıdır. Bu yanıyla masumdur. Hatta duyanda sempati bile uyandırır. Kafa ile kol emeği arasındaki çelişkinin Marksistlerce hem de yıllarca tartışılması boşuna değildir. Emek, tüm soyluluğuna rağmen “statüye” yenilmiştir. Marksistlerin çabası emeğin karşısındaki bu “statü”yü yıkma çabasıdır. Eğer, işlevden çok imaja yönelik kafaya sahip genç bir kadın, emekle yapılan her işin bir değe A 7. ULUSLARARASI ÇEVRE VE ÇOCUK ÇİZİMİ YARIŞMASI Adanalı küçük Berfin çizdiği resimle dünya birincisi ADANA (Cumhuriyet Bürosu) Başkent Üniversitesi Adana Özel Başkent Okulları dördüncü sınıf öğrencisi Berfin Serin, Japonya’da düzenlenen “7. Uluslararası Çevre ve Çocuk Çizimi Yarışması”nda dünya birincisi oldu. Japonya’daki çevre örgütlerinin geleneksel olarak dünya çocukları arasında düzenlediği “Çevremizi Koruma” temalı yarışmaya 48 ülkeden gönderilen 11 bin 322 resim arasından Berfin Serin’in çiziminin birinci seçilmesi, okulunda olduğu kadar Milli Eğitim çevresinde de sevinç yarattı. Alınan dereceye çok sevindiğini ve onur duyduğunu belirten resim öğretmeni Hafize Ersoy, resim yapmayı çok seven Berfin’in çizdiği resimde işlediği temayı birlikte ortaya çıkardıklarını belirterek şunları söyledi: “Berfin, kendi hayalindekileri çizgisiyle canlandırmaya çalıştı. Ben de katkı koydum. Ona göre, bir kız balkonunda oturmuş. Kedisi yanında. Bir masada kurabiyeler. Çaydanlık. Hava kararmak üzere. Arkasında deniz manzarası ve gemiler var. Çiçeklerine bakıyor kız. Kızın elinde gül demetleri var. Çevreyi izliyor. Gözlemliyor çevresini. Doğanın güzelliğini seyrediyor.” Okul yönetimini, öğretmenlerini, ailesini sevince boğan Berfin ise kendisine dünya birinciliği kazandıran resimde işlediği çevre ile ilgili görüşlerini ise şöyle özetledi: “Çevre konusunda daha duyarlı ve bilinçli olmak lazım. Mesela ben ara sıra görüyorum. Çöpler de taşabiliyor. Sokaklar, yollar kirleniyor. Özellikle deniz kenarlarını daha temiz tutmamız lazım. Ben ve arkadaşlarım temiz bir çevre ve daha çok yeşil alan, çocuklar için daha çok parklar istiyoruz.” Dünya birincisi olan Berfin’in çok küçük yaşlardan beri çizimlerle resim yapmaya çalıştığını, okula başladıktan sonra konulu ve detaylı resimler çizmeye başladığını belirten yakınları ise daha çok doğa resmi çizmesinin bugünkü ödülü getiren nedenlerin başında yer aldığını kaydetti. Berfin Serin’e birincilik ödülü olarak Japonya’dan katılım sertifikası ve boya seti gönderildiği belirtildi. laudia” adlı öykümden, ama “ C ODAK kim bilir ne zaman – yazdıklarıma asla tarih koymadığım için: “…çünkü biz, geceyi …henüz bitirmek istemiyorduk. Daha restorandayken, hep birlikte ve her zaman çoğunlukla elimizi uzatsak yakalayabileceğimiz zaman parçacıkları arasında yüzüp durduğumuzu, ama kimine bizi taşıyabileceğine güvenmediğimizden, kimine de belki iki, üç kulaç ötede daha büyükleri çıkar diye tutunmadığımızı söylemiştin. Sanki geceki oyundan bir replik gibiydi. Sence aynı zamanda hem gülünç, hem de acınası kulaçlarımızı artık tutunabileceğimiz herhangi bir zaman kalmayıncaya kadar sürdürüyorduk…” Bu öykümü, aradan yıllar geçtikten sonra, bir zaman parçası daha bitmek üzereyken, ansızın hatırladım. Alıntıladığım bölümde artık bazı değişiklikler olduğu için. Kim bilir, belki o öykünün zamanlarında yazdıklarım, benim için de gerçekti; belki ben de o zamanların parçacıkları arasında yüzerken, “belki iki, üç kulaç ötede daha büyükleri çıkar diye” önüme çıkanları hoyratça harcayıp duruyordum – günün birinde tutunabileceğim zaman parçalarının kalmayabileceğini hiç düşünmeksizin. Ama ‘epeydir’e uzatabileceğim bir şimdiki zamandan bu yana, artık öyle NOKTASI AHMET CEMAL Gelip Geçen Zaman Parçaları... ‘kimlik’ , onları bana göre sonsuzlukta, benim sonsuzluklarımda da yankılanır kıldı. Çünkü şimdi zaman, hele sevgilerin zamanları, benim için Goethe’nin deyişiyle “yaşadığı sürece sonsuzluğa adanmış olarak kalabilen”, bu yüzden de büyük olan insanoğlunun tümüyle kendine özgü bir söylemi; veya “Yarın, ne kadar?” sorusunu “Sonsuzluk ve bir gün kadar” yanıtını veren Angelopoulos’un büyülü gücünün, insanoğluna isterse–ve her şeyiyle göze alırsa!–seçeceği her zamanı sonsuz kılma gücünü tanıyan sihrinin bir simgesi. Bitmeye yüz tutmuş, adı “yıl” olan bir zaman biriminin son günlerinde, zihnimin pencerelerine habersiz konuveren bir anı daha. Cem’in ölmek üzereyken söylediği ve onu bu kentte toprağa verişimizin ardından, “…Ve O Kentlerin Fotoğrafsız Zamanları…” adlı öykümün sonuna aldığım cümleler: yapmıyorum. Şimdi yaptığım, aynı öykünün sonundaki durumu çağrıştırıyor: “Şimdi…belki artık biraz yorgunumdur, belki zamanlara doğru yüzeyim derken, zamanlar gelip bana çarpmakta. Ama önemli değil. Bunu da senden öğrenmiştim. İster kulaçlarımızla ulaşalım, ister onlar akıntıyla yanımızdan geçsinler, önemli olan, elimizi uzatıp onları yakalama yürekliliğini hiç yitirmemek…Şimdi ben de, sevgili Claudia … bütün zaman parçacıklarını göze alarak yaşamaktayım. Geçip gidenleri de, bana çarpacak ya da elimin hemen yakınından geçecek olanları da…” ??? Böyle yapıyorum, çünkü zaman parçacıklarını yılların bugüne akışı içersinde sanırım çok daha derinleştirdim ve çok daha farklı ufuk çizgilerine yaydım. Hatta kim bilir, belki de onları o soğuk takvim kimliklerinden arındırıp insanoğullarının hamuruna kattım. Bu yeni “…resim, fotoğraf gibi değil. Fotoğraf gibi yalan söylemeye kalkışmaz. Resim, yaşananların süzülmüş halidir… Şu gördüğün resimlerin hepsi, yaşadıklarımdan bende kalanlar. Belki gerçekte öyle değillerdi, ne kişiler, ne de olaylar… Ama, bende nasıl kaldıkları önemli, ve ben onları öyle resmettim. O yüzden o resimlerde ‘bir zamanlar..’ deyip geçmişte dondurabileceğim hiçbir şey yok. Onların hepsi, bugün! Oysa fotoğraflar öyle değil. Hepsi de bir daha yaşanması olanaksız anları geçmişin bir yerinde kaskatı dondurmak peşinde. Mezar taşları gibi…” Cem, ölümünün arifesinde fotoğrafları bir yana bırakmış, zihnindeki zamanların resimlerini yapmaya koyulmuştu. Uzunca bir süredir ben de–ama elime fırça ve boya almaksızın–öyle yapıyorum. Fotoğraflara bile dondurdukları zamanları görmek için değil, ama o donuk görünüşlerin altından bugüne el sallayan canlı zaman parçacıklarını–en sevgili ölülerimi, onlarla birlikte ve onların ardından yaşanan en sıcak sevgileri–sürekli yakalayabilmek, hiçbirini kaçırmamak için bakıyorum. [email protected] [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle