19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 Başka üyelerle benzeri olmayan bir süreç yaşanıyor… C İ strateji ATİNA’DAN MURAT İLEM 5 OCAK 2007 CUMA AB ile ilişkilerdeki sefalet Ali KÜLEBİ kinci Dünya Savaşı’ndan sonra belki de abartılmış bir Sovyet tehdidi ve Rusların Türkiye üzerinde asırlardır sürdürdükleri emellerin etkisi nedeniyle yüzümüzü yalnız Batı’ya çevirmekle kalmadık, bütün kurumlarımızı ve egemenliğimizi de Batı ipoteği altına soktuk. Bu ipotek, özellikle 1948’de yürürlüğe giren Marshall Yardımı ile etkisini arttırdı. Ekonomik politikalarımız, sanayileşme ve ulaştırma yatırımlarımız Marshall Planı’nın bize cazip ve havadan gelmeymiş gibi gözüken kredi ve yardımlarıyla, yabancı güçlerce kontrol altına alındı. Bundan doğan rehavetle de İkinci Dünya Savaşı sonrası elimizde bulunan dünya çapındaki altın ve döviz rezervlerini tükettik. Bu olgu bizi 1957’lerde etkisini ciddi şekilde gösteren enflasyon, devalüasyon ve yokluklar devrine getirdi. 19501960 döneminde, 1952’de NATO’ya girmiş mini tekrar gözden geçirmesi, 14 Nisan 1987: Türkiye’nin Topluluğa tam üyelik için başvurusu, 6 Mart 1995: TürkiyeAvrupa Birliği Ortaklık Konseyi’nin Gümrük Birliği’nin 1 Ocak 1996’da yürürlüğe girmesi hususunu karara bağlaması, 1213 Aralık 1997: Lüksemburg Zirvesi’nde Avrupa Birliği ülkeleri liderlerinin Türkiye’ye adaylık statüsünü tanımayı reddetmeleri, 1112 Aralık 1999: AB Helsinki Zirvesi’nde AB Konseyi’nin Türkiye’nin adaylık statüsünü tanıması, 8 Mart 2001: AB Bakanlar Konseyi’nin ABTürkiye katılım ortaklığını benimsemesi, 19 Mart 2001: Türk Hükümeti’nin AB normlarına uymak üzere Türkiye Ulusal Programı’nı kabul etmesi, Eylül 2001: TBMM’nin Kopenhag Kriterleri’ne uyum sağlamak üzere 30 kadar yasal düzenlemeyi kabul etmesi, Ağustos 2002: AB Konseyi’nin Kopenhag’da, Aralık 2004’e kadar Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine uyum sağlamış olması halinde Türkiye ile katılım müzakerelerine başlanabileceğini karara bağlaması, 9 Ocak 2004: AB’nin çok olumlu karşıladığı ölüm cezasını kaldırma kararının alınması, 6 Ekim 2004: Komisyon’un Türkiye ile ilgili ilerleme raporunu açıklaması, 17 Aralık 2004: AB Konseyi’nin, Türkiye ile 3 Ekim 2005’de katılım müzakerelerine başlanmasına karar vermesi, 23 Mayıs 2005: Türkiye’nin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ı baş müzakereci olarak ataması, 1 Haziran 2005: Türkiye’nin Eylül 2004’de kabul ettiği ceza yasasının yürürlüğe girmesi, 17 Haziran 2005: Konsey’in genişleme süreci ile ilgili AB kararlılığını teyit etmesi, 29 Haziran 2005: Komisyon’un Ankara’ya çok katı bir müzakere çerçeve belgesi sunması, 30 Temmuz 2005: Türkiye’nin Ankara Antlaşması ile ilgili EkProtokol’ü imzalayarak AB’nin 15 üyeli Gümrük Birliği’ni 10 yeni üye için genişletme kararı alması. Ayrıca Türkiye’nin Kıbrıs’ın tanınmayacağı hususunda bir deklarasyon yayınlaması, 21 Eylül 2005: AB’nin Türkiye’nin Kıbrıs deklarasyonuna karşılık "karşı deklarasyonu" onaylaması, 3 Ekim 2005: Katılım görüşmelerinin Türkiye ile sembolik şekilde başlatılması, 23 Ocak 2006: Konsey’in, Türkiye’nin Katılım Ortaklığı ile ilgili ilke ve önceliklerle ilgili karar alması, 12 Haziran 2006: AB’nin, Türkiye ile ilgili somut katılım müzakerelerine başlaması ve Bilim ve Araştırma ile ilgili maddenin açılıp kapanması konusunda karara varması, 20 Eylül 2006: Avrupa Komisyonu’nun, Türkiye’nin ilerleme raporunu 8 Kasım 2006 tarihine ertelemesi, 27 Eylül 2006: Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nun, sözde Ermeni soykırımının tanınmasının üyelik öncesi ön koşul olarak getirilmesi yolunda yaptığı çağrıyı geri çekmesi, 8 Kasım 2006: Türkiye ilerleme raporunu yayımlayan AB Komisyonu’nun, imzalanan Ek Protokol’e karşın limanların ve havaalanlarının Kıbrıs Rum kesiminin kullanımına açılmadığı tespitinde bulunması ve Türkiye’ye 1415 Aralık’taki liderler zirvesine kadar süre vermesi, 27 Kasım 2006: AB Dönem Başkanı Finlandiya’nın, Kıbrıs konusunda taraflarla bir süredir sürdürülen görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlandığını açıklaması, 29 Kasım 2006: AB Komisyonu’nun, aldığı tavsiye kararında, Türkiye limanlarını Rumlara açmadığı sürece, hiçbir müzakere başlığının kapatılmamasını kararlaştırması, (Komisyon adına açıklama yapan Olli Rehn, Türkiye yükümlülüklerini yerine getirmedikçe 8 müzakere başlığının açılmayacağını vurguladı.) 7 Aralık 2006: Türkiye’nin, bir liman ve bir havaalanını, Ercan Havaalanı ve Magosa Limanı’nın açılması karşılığında Rum gemi ve uçaklarına açmayı ve 2007’de Kıbrıs’ta bir çözüm girişimi başlatılmasını önermesi, 11 Aralık 2006: AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi toplantısında, Avrupa Komisyonu’nun 29 Kasım’da aldığı tavsiye üstünde uzlaşma sağlanması. (Buna göre müzakereler 8 başlıkta askıya alınacak. KKTC’ye yönelik izolasyonların kaldırılması ise Ocak 2007’de görüşülecek.) Denizaltı bizim denizaltımız biraz yana yatık gidiyorsa, diğer tarafı biraz kum çuvalları ile destekleriz ve düzelir” diye iyi niyetli düşünürseniz sorun çözülmüş olur. Ancak o zaman da bu denizaltı ilk seferinde “tabut” vazifesi görür. Biraz kötü niyetli düşünürseniz, “Almanya’da bu geminin yapımında çalışan Türkler özellikle bir tarafa daha fazla makine yüklemişler, ağırlık merkezi onun için kaçmış ve yana yatık gidiyor” diye de düşünebilirsiniz . Ancak Allah’tan son dönemde Yunanistan’la olan ilişkilerimizdeki güzel günler, komşumuzun bu kötü düşüncelerden uzaklaşmasını sağlıyor. Gemiyi yapan Alman Kaempf, Thyssen Krupp Marine Systems fabrikaları yetkilileri arızanın giderileceği konusunda çalışmalara başladılar. Yunanlı yetkililer tabii ki gemiyi teslim almadılar. Şimdi görüşmeler devam ediyor. Eminim bu teknik (!) sorun giderilir ve Almanlar teslim almaları için komşuyu ikna edebilirler. Ancak Yunan bahriyesinde çalışıyor olsam, bu denizaltının içine beni kimse sokamaz. Daha suyun üstündeyken yan duran denizaltının, suyun altında size ne sürprizler yapacağını kimse bilemez. ??? Yunanlılara ikinci şok yine Almanlardan geldi. Bu defa da şu meşhur “Leopard” tankları problem oldu. Yani bir ulus olur da bu kadar şanssız olur. Tankların siparişi verildi verilmesine de tankın zırh donanımında problem var. Hemen “Canım ne var bunda, biraz kalınlaştırılır, olur biter” demeyin. Problem büyük. Zırhın en zayıf, hatta delik denecek noktaları, en can alıcı bölgelerinde. Yani sıkı bir silahla iyi nişan alıp buralara iki mermi atarsanız, Alman şaheseri denen koca “Leopard tankı” kuş gibi avlanır. Tabii ki Yunanlılar buna da çok kızdılar. Bununla da kalsa iyi! Tankın silahı da sık sık tutukluk yapıyormuş. Almanlar bu küçük (!) arızanın da giderilmesi için de söz verdiler. Bu iki ülke AB üyesi ve birçok konuda ortak hareket ediyorlar. Yukarıdaki iki örnek ise birbirleriyle dayanışmalarını (!) gösteriyor. [email protected] BOYNU BÜKÜK YÖNETİCİLER Türkiye’nin büyük ümitler bağladığı, ancak bir hülya olduğu gün geçtikçe daha net anlaşılan AB yolculuğunun sonunun olmadığını bilen iktidar, kendi çıkarlarıyla örtüşmesi nedeniyle ve o oranda hiç acele etmeden hedeflediği çizgiye ulaşmak yolunda, bugüne dek AB ilişkilerini yürüttü. Teoride yönetimin seçimler öncesi söylemlerine, varsa eğerbirçok ilkesine, yaşam tarzı ve inancına aykırı olması gereken, AB tarafından emir eri gibi kullanılıyormuş görüntüsü veren bu yola boyun eğen bir anlayışla, üniter bütünlüğümüzü tehdit edici boyutlarına rağmen sayısız taviz vermesi ile bugünlere gelindi. Ancak yönetim, içeride milliyetçi çevrelerin ciddi ve dozu daha da artabilecek potansiyel tepkisi ile ve AB’nin her konuda kendisini desteklemeyeceğini anlamasıyla şimdi de stratejisini başka yöne çevirmiştir. Ancak geçtiğimiz ay içinde Alman Şansölye Angela Merkel tarafından da dile getirildiği üzere Haziran 2005’de düşünmeden atılan imzalarla ve Ek Protokol’ün kabulüyle GKRY’nin bir anlamda tanınması anlamına gelecek yanlış adımdan Türk kamuoyunun baskısıyla dönme telaşında olan yönetim, AB yolunda Türkiye için son derece "kıymetli" 4 yılı heba etmiştir. Bu dört yılda ihmal edilen, göz ardı edilen Türk Dünyası’nın bize sunduğu ve sunabileceği olanaklar ve Türk Birliği yolunda atılabilecek somut adımlar tamamen bir kenara itildiği gibi Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilgili yanlış ve incitici politikalar da izlenmiştir. Bu bağlamda Orta Asya’nın kilit ülkelerinden Özbekistan’a karşı BM’de girişilen kınama kararına olumlu oy verilmesi konusu üzerinde durulması gereken bir olgudur. ABD’ye 9, Brüksel’e 10, Almanya’ya 8, İngiltere’ye 6, İtalya’ya 5 ve Türk düşmanı Fransa ile Danimarka’ya 4’er kez giden yönetim, Türk Dünyası’na hemen hiç gitmediği gibi o yöne açılmış ve açılabilecek kapıları da adeta kilitlemiştir. Türkiye’ye zarardan başka hiçbir şey getirmeyen, saygınlığımıza her vesile ile darbe vurma konusunda gün geçtikçe terbiyesizliğinin dozunu arttıran AB, çifte standartlı, ikiyüzlü davranışlarının yanı sıra iktidara gösterdiği havuçlarla Türk tarımına da darbe üstüne darbe vurdurmuştur. AB uğruna ve oradan gelen emirlerle dünyanın kendine yeterli nadir tarım ülkelerinden biri olan Türkiyemiz, bugün A’dan Z’ye her şeyi ithal eder duruma gelmiştir. Türkiye’ye zeytinyağı konusunda gümrük vergisi uygulayan ve kota koyan AB, Kuzey Afrika ülkelerinden gelen zeytinyağına gümrüksüz ithal izni vermektedir. Türkiye’de AB uyruklu inşaat müteahhitleri ihalelere girip inşaat yapabilmekteler, bize ise bu izin verilmemektedir. AB ülkeleri, Avrupa’nın en genç ve büyük Tır filolarına sahip Türk firmalarının şoförlerine verdiği 90 günlük vize süresini 45 güne düşürmüştür. AB ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan Ukrayna, Rusya gibi ülkelerin firmaları için böyle sorunlar yoktur. Bize ise her geçen gün kolaylıklar getirileceğine boynu bükük yönetimin varlığından yararlanılarak ek sorunlar icat edilmektedir. Bu yönetim anlayışıyla, Türkiye ciğeri beş para etmez bir ülkenin karşısında oyuncak durumuna düşürülmektedir. Çünkü 24 Nisan referandumundan hemen sonra çıkan neticeye tepki koy(a)mayan ve Güney Kıbrıs’ın Londra Zürih anlaşmalarından doğan haklarımız uyarınca bizim üye olmadığımız hiçbir kuruluşa girememesi gerekirken bu konuda elimizdeki kozun yitirilmesine neden olan anlayış, Papadopulos gibi bir EOKA katiline de bize karşı her vesile ile AB’de oyun oynama fırsatı vermiştir. AB ile ilişkiler uğruna Türkiye çok önemli zaman kaybına uğruyor. Dış politika seçeneklerini kullanamıyor, tek yanlı bağımlılık artıyor. Türk yetkililer, tamamen AB’ye yönelmiş, diğer seçenekleri hiç dikkate almıyorlar. olmamızın da bir sonucu olarak, hızla Amerikan etkisine girdik. Özellikle dış politikamız adeta bir sömürge ülkesinin varabileceği kişiliksiz bir bağımlılıkla Amerikan eksenine girdi. Bu politika bizi dış dünya ile ilişkilerimizde çelişkili yanlışlara götürdü. Dış Türkleri tamamen unuttuk, özellikle Balkanlar’da ve Irak’taki Türklerle bağımız koptu. Atatürk devrinin Afganistan’daki Türklere yönelik uzun vadeli hedefler içerebilecek ve bizi Sovyetlerin parçalanabileceği günlere hazırlayacak Orta Asya Politikası yok farz edildi. NATO nedeniyle, Ege’de Yunanistan’a ait adaların, Montrö ve Lozan’a aykırı olarak silahlandırılmasına göz yumduk, 1960 sonrası, ihtilalin de etkisiyle ve belki de yine Amerikalıların işine geldiğinden Avrupa’ya yakınlaşma süreci başladı. Halbuki Avrupa’nın Türk düşmanlığı daha gerçekçi bir bakışla o günlerde tespit edilebilirdi. Aramızdaki tarihsel uzlaşmazlık ve Türk milletinin değil Avrupa topraklarına yerleşmesi, Anadolu’da bile bulunmasından rahatsız olan ve Avrupa’nın "Hasta Adamı" olarak görülmek istenen, bu konumda tutulmak için Avrupalı emperyalist güçlerce özel gayret sarf edilen Türkiye’nin, Avrupalıların kurduğu birlik için tek önemi, büyük ve deneyimli askeri gücüyle Sovyet tehdidinin bir bölümünün Avrupa’ya yönelmesini engelleyecek bir kuvvete sahip olmasıydı. Nitekim 1990 sonrası, Sovyet tehdidi ortadan kalkınca Avrupalıların Türkiye politikasında oynaklıklar ve bahaneler giderek artmaya başladı. Çünkü artık Türkiye’nin Sovyetlere karşı Akdeniz, Avrupa ve Ortadoğu için tampon bölge oluşturma özelliği kalmamıştı. Hala kendi güvenliklerini etkileyecek gelişmeler açısından Ortadoğu’da önümüzdeki süreçte neler olacağının kestirilememesi ve gelecekte daha çok ihtiyaçları olacak enerjiyi belli bir ölçüde Türkiye üzerinden alma zorunluluğu AB ülkelerinin Türkiye politikalarını idare edici, oyalayıcı ve zamana oynayan nitelikte şekillendirdi. Bu oyalamada güdülen bir diğer önemli amaç ise hiçbir şey vermeden boş vaatlerle üzerimizdeki uzun vadeli ve aynı zamanda art niyetli emellerini gerçekleştirmek amacıyla ulusal/üniter sistemimizi tahrip etmek ve bizden elde edecekleri tavizleri "sıkı fıkı" olacakları, kendilerine uygun bir Türkiye ile (iktidarla) sürdürmektir. akam küçük değil, yaklaşık 1.7 milyar avro. Ege’deki dengeleri değiştirmese bile, etkinliği artırması anlamında önemli bir proje. Yunanistan’ın son yıllardaki önemli silahlanma girişiminden bahsediyoruz. Almanya ile ortak denizaltı projesinin “fireli” çıkması, Türkiye’nin önemli, problemli, hatta biraz da kompleksli komşusunu kızdırdı. Nasıl kızmasınlar ki? Sen kalkıp 1.7 milyar avroluk borç altına giriyor, dört tane denizaltı yapılması konusunda Alman silah yapımcıları ile, birincisi Almanya’nın Kiel tersanelerinde, diğer üçü Atina yakınlarındaki Skramanga tersanelerinde imal edilecek denizaltılar konusunda anlaşmaya varıyorsun. 360 milyon avro para yatırıyorsun. Sonra başlıyorsun büyük özlemle gelecek ilk denizaltıyı beklemeye. Aslında bu gemiler atom denizaltılarından sonraki en gelişmiş teknolojiye sahipler. Deniz suyunu alıp, içindeki oksijeni ayrıştıran aygıtlarla donatılmışlar. Yani su üzerine hiç çıkmadan görev yapma kapasitesine sahipler. Tabii ki bir denizaltıda aranan en büyük özellik olan “çok sessiz” hareket etme kabiliyetine de sahipler. “214” sınıfı olarak adlandırılıyorlar. Stratejik olarak değerlendirilirse, Türkiye ile bir kriz anında Çanakkale boğazı çıkışına yatacak böyle bir denizaltı, aylarca bir tek Türk gemisinin Ege’ye açılmasına müsaade etmez. Geçen yıl ekim ayında teslim edilmesi gerekirken, bir yıl sonra geçtiğimiz ekim ayında “İlk denizaltınız hazır, gelin alın” deniyor. Sen de büyük heyecanla kalkıp Almanya’ya gidiyorsun, törenler, şampanyalar derken, sonunda gemi denize indiriliyor. Ama o da ne? Senin gemide bir tuhaflık var! Dönüp yanındaki Alman yetkiliye soruyorsun? Acaba ben mi yanlış görüyorum, yoksa gerçekten bu gemiler böyle mi gidiyor! 360 milyon avrosu peşin ödenmiş denizaltı “yana yatık” duruyor. Geminin bir tarafındaki ağırlıklar fazla gelmiş de ondan yan duruyor gibi bir durum. Türk deyimiyle “battı balık yan gider” misali Yunanlının denizaltısı yana yatık gidiyor. Almanlara göre problem küçük! Yani “ne olmuş R Kore ‘nükleere devam’ diyor Haber Merkezi Almanya, nükleer santral kurmaktan vazgeçip var olanları da aşama aşama kapatma yoluna giderken Güney Kore santral yatırımlarını sürdürüyor. Ülkenin elektrik gereksiniminin yüzde 40.3’ünü nükleer santrallardan karşıladığını belirten Kori Şirketi yetkilisi Ho Taek Yoon, elektriğin kilowat saatini 4 sente mal ettiklerini açıkladı. Ho Taek Yoon, nükleer santralların çevre açısından avantajlı yanlarını dile getirirken gazetecilerin, “Radyoaktif atıkları ne yapıyorsunuz” sorusuna, “Radyasyon geçirmeyecek özel çelik yapılara koyup toprağa gömüyoruz” yanıtını verdi. TürkAsya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (TASAM) nükleer santralları incelemek için Güney Kore’ye yaptığı 5 günlük gezi sona erdi. 43 bilim adamı, bürokrat ve gazetecinin katıldığı gezide, Güney Kore’deki Kori ve Wolsong nükleer santrallarının yanı sıra Doosan ağır sanayi tesisi gezildi. kililer, ülkede halen nükleer konusunda uzman 25 bin kişinin bulunduğunu söylediler. Türkiye’de ise nükleer konusunda uzman yaklaşık 100 bilim adamının bulunduğu, üniversitelerde nükleer teknolojiyle ilgili bölümlerin zamanla kapatıldığı belirtildi. TÜRKİYE’DE DURUM Gezinin sonunda yapılan ortak basın toplantısında Türk bilim adamları ve bürokratlar gazetecilerin sorularını yanıtladılar. Geziye katılan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşarı Sami Demirbilek, “Türkiye’de nükleer santral konusunda gelinen aşama nedir” sorusuna “Biz şu anda hukuki bir altyapı hazırlıyoruz. Burada özellikle çevre ve güvenlik açısından kriterleri belirliyoruz. Yapacağımız iş, nükleer faaliyetler ve elektrik üretimini düzenleyecek, özel sektör açısından Türkiye piyasasındaki belirsizlikleri giderecek bir mevzuat oluşturmaktır. Böylece yatırımcıların bu konuda girişimde bulunmasının önünü açmaktır’’ yanıtını verdi. BLAİR’İN GİRİŞİMİ Yayın organlarında, aslında Türkiye üzerindeki emelleri bağlamında birbirinden hiçbir farkı olmayan batılı emperyalistlerin, kimilerinin iktidarın da hoşuna gidecek şekilde zaman zaman adeta Türkiye dostuymuşçasına abartılı yorumlar yapması da iyi niyetimizin ve sabrımızın istismarına yol açmaktadır. Son olarak İngiliz Başbakanı Tony Blair’in Türkiye ziyaretinde adeta dalga geçer gibi söylediği ve göklere çıkartılan "Eğer hukuki engel yoksa KKTC’ye uçuşlar başlayabilir" şeklindeki açıklaması da temelde Rumlar’ı kıs kıs, bıyık altından güldüren bir şekilde gündeme gelmiştir. Tony Blair’in iktidardan gider ayak, ağzımıza bir parmak bal çalarcasına ettiği vaat, bu husus madem yıllardır İngiltere’nin elinde idiyse niye bugüne kadar uygulamaya geçirilmediği sorusunu da akla getirmektedir. Aslında İngiliz politikacıların "eğer" ile başlayan yaldızlı hiçbir lafının ciddiye alınmaması ve İngilizlere güvenilmemesi gerektiğini bugünkü yöneticilerimiz bilmek istemese de Türk milleti çok iyi bilmektedir. Geleceği karanlık ve hatta 2020’lerde içindeki çelişkilerden dolayı parçalanma noktasına dahi gelebilecek ve her fırsatta önümüze yeni engeller çıkararak giderek pervasızlaşan bir AB’ye siyasal çıkarlar uğruna ve şov yaparak angaje olma, Türkiye için büyük kayıplara mal olacak yılları söz konusu ettiği gibi üniter yapımızı da tehdit eden yönüyle de telafisi giderek güçleşecek tehlikeli boyutlar arz eden bir şekle bürünmektedir. AB İLE İLİŞKİLERİMİZ Söz konusu açıklamalara bakarak Türkiye AB ilişkilerine dair, şöyle bir seyir takip etmiştir diyebiliriz; 18 Şubat 1952: Türkiye’nin NATO üyesi olması, 31 Temmuz 1959: Ankara’nın Avrupa Ortak Pazarı’na ortak üyelik için başvurması, 12 Eylül 1963: Ankara Antlaşması’nın imzalanması ile Gümrük Birliği ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üyelik için imza atılması, 19, 23 Kasım 1970: Katma Protokol ve ikinci mali protokolün Brüksel’de imzalanması, 1 Ocak 1973: Katma Protokol’ün yürürlüğe girmesi ile Gümrük Birliği’nin nasıl uygulanacağının esasa bağlanması, Temmuz 1974: Türkiye’nin anlaşmalardan doğan hakkını kullanarak Kıbrıs’ta barış harekatına girişmesi, 30 Haziran 1980: Ortaklık Konseyi’nin, 1987’ye kadar hemen bütün tarım ürünlerinde gümrük vergilerinin azaltılması kararı alması, 16 Eylül 1986: Türkiye ve Avrupa Ekonomik Topluluğu Konseyi’nin ortaklık yönte EĞİTİM SEFERBERLİĞİ Türk bilim adamı ve bürokratlar, Güney Kore’de kurulu farklı nükleer santral teknolojilerini incelediler. Güney Koreli yetkililerden nükleer teknolojinin ülkeye nasıl transfer edildiğini öğrendiler. Güney Koreli yetkililerin verdiği bilgiye göre 1960’lardan 1970’e kadar yoğun bir eğitim seferberliği gerçekleştirildi. Nükleer teknolojiyle ilgili büro 1970’te kuruldu. İlk nükleer santral 1978’de yapıldı. Bugün Güney Kore’nin bir nükleer santralı tümüyle kurabilecek teknolojik birikime ulaştığını belirten Koreli yet
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle