Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
24 MART 2006 CUMA müzik YAVUZ TOP, DÖRT YIL ARADAN SONRA ÇIKARDIĞI ‘YEME YEME’ ALBÜMÜYLE İNSANLIĞI SORGULUYOR ‘Sanatçı, toplumun hafızasıdır’ HATİCE TUNCER ‘‘Güvenme güzelliğine / Çarhı devrana dönersin Bükülür o selvi boyun / Yayı kemanı dönersin Bu gençlik sana da kalmaz / Hatırını soran olmaz Malın mülkün çare bulmaz/Ahı figana dönersin...’’ YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY C 7 Halk müziğinin ustalarından Yavuz Top, yeni albümü ‘‘Yeme Yeme’’de Dervişi mahlasıyla yazdığı eserlerini seslendiriyor. Yavuz Top, Yıldız Tilbe ile düet yaptığı ‘‘Yeme Yeme’’de çıkar peşinde koşanları, para hırsını yaşamda her değerin önüne koyanları hicvediyor. Bağlama, kaval, mey avuz Top, albümde bağlama, tanbura, cura, kaval, mey, zurna gibi geleneksel sazları kullanmış. ‘‘Akşam Oldu’’ ise koronun da yer aldığı çoksesli düzenleme ile albümün diğer eserlerinden farklı duruyor: ‘‘Çoksesliliği kendi sazlarımızla yapıyorum. Çünkü müziği geliştirirken onu üreten aletleri geliştirmek zorundasın. Çok seslendirmek amaç değil, zorlamanın bir anlamı yok. Ama diyelim ki bir çocuk öldü. Başında annesi, babası, kız kardeşi hep birlikte feryat eder ağlar. Ya da bir düğünde bir kişi oynayıp diğerleri bakmaz. İşte bu katılımı anlatırken farklı seslerden yararlanmaya mecbursun. Bence insanımızın ikinci ve üçüncü sesleri, tınıları duyabilmesi önemli. Bu gelişim, siyasi anlayıştan günlük yaşama dek zevk anlayışını yükseltecektir.’’ y Bir ‘Tanzimat Kafası’: Necla Kelek M D ervişi mahlasıyla şiirler yazan halk müziğinin ustalarından Yavuz Top dört yıl aradan sonra çıkardığı yeni albümü ‘‘Yeme Yeme’’de yaşamı ve insanlığı sorguluyor. Halk müziğinin usta sanatçısı Yavuz Top’la uzun söyleşimiz siyasetle ve müzik arasında gidip geldi. Halk müziğine ‘‘mirasyedi’’ gibi davranmamak gerektiğini savunan Yavuz Top’un söyleşimiz süresince en çok değindiği konu sanatçının toplumsal görevleri oldu. Bilinen bir öyküydü ama anlatmaya çocukluk günlerinden başlamasını istedik ustadan. Yavuz Top, 78 yaşlarında bağlama çaldığını anımsıyor. ‘‘Çiğdem Der ki Ben Alayım’’ ilk söylediği türkülerden biriymiş: ‘‘Alevi geleneğinde bağlama ilahi bir enstrümandır, çalana saygı duyulur. Bizim eve de dedeler gelir, çalar, söylerlerdi. Ben notaları, Köy Enstitüleri için yazılmış bir müzik kitabından öğrenmiştim.’’ Ailesiyle Tercan’dan Erzincan’a, oradan da Ankara’ya gelen Top, 1415 yaşlarındayken artık Muzaffer Akgün, Nezahat Bayram, Nurettin Dadaloğlu gibi dönemin ünlü halk müziği sanatçılarının arkasında çalan beğenilen bir bağlamacıdır. Anadolu hazineleri op, ‘‘Güvenme Güzelliğine’’de insanın hırsını eleştirirken ‘‘Yüce Tanrı’’ ölüm ve adalet duygusu üzerine bir deyiş niteliğinde. ‘‘Haktır Allahım’’ı 17. yüzyılda yaşamış bir Bektaşi olan Münire Bacı’nın şiirinden bestelemiş. 1415. yüzyılda yaşamış, Bağdat’ta derisi yüzülerek öldürülen ‘‘ulu ozanlardan’’ İmadeddin Seyyid Nesimi’nin ‘‘Çarh Elinden’’ şiirini bestesiyle günümüz kuşaklarına anımsatıyor: ‘‘Biz halk müzikçiler, bizden evvelkilerin yaptıklarını mirasyedi gibi kullandık. Müziği çağın ihtiyaçlarını karşılayacak düzeye getirmediğinizde sadece geleneksel bir müzik olarak anılarda kalır. Müziğimizin temeli Anadolu’daki hazinedir. Bu hazineyle evrensel düzeye giderken valizimize kendi ürünlerimizi de dolduracağız. Kültür bir ulusun çimentosu, yapıştırıcı malzemesidir. Bu topraklarda kardeşçe yaşayabilmemiz için kültür, sanat insanlarına büyük görev düşüyor.’’ İTÜ’DE EĞİTİMCİ Henüz 17 yaşındayken de İstanbul Radyosu’na 1967 yılında yetişmiş sanatçı olarak girer. İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Türk Müziği Konservatuvarı’nın kurulduğu 1976 yılından 1980’e kadar bağlama hocası olarak çalışan Top, 1981 yılında İstanbul’da Aksaray’da kendi müzik okulunu açtı. İstanbul Radyosu’ndaki görevinden ise 1985 yılında ayrılmak durumunda kaldı: ‘‘İlk kez halk çalgılarından orkestra kurmuştuk. TRT birkaç kez yayın yapmıştı. Tar, bağlama, cura, divan vardı. Halk müziğinde bas ihtiyacı duydum. Eski Anadolu ve Orta Asya kaynaklarından araştırıp oklu da denilen kopuz kökenli ıklığı geliştirdim. Ama orkestranın üzerine o kadar çok gittiler ki TRT’den ayrılmama kadar neden oldular.’’ Kültür Bakanlığı kadrosuna alınan Top, 90’lı yıllarda kapattığı halk müziği okulunu daha sonra Kadıköy’de yeniden açtı: ‘‘Radyolarda, devlet korolarında bizden yetişmiş çok ses ve saz sanatçıları çalışıyor. Görevimizi biraz yaptık gibi geliyor.’’ DERVİŞİ MAHLASI Arif Sağ, Musa Eroğlu, Muhlis Akarsu ile birlikte 7 albümlük ‘‘Muhabbet’’ dizini çıkaran Yavuz Top, ‘‘Deyişler’’, ‘‘Deyişler 1, 2, 3’’, ‘‘Hal Yaman Oldu’’, ‘‘Suçumuz Nedir’’, ‘‘Hazan Değdi’’ albümlerini yayımladı. Top, Deyiş Müzik’in yapımcılığını, İber Müzik’in dağıtımcılığını üstlendiği yeni albümü ‘‘Yeme Yeme’’de kendi eserlerini seslendiriyor. Albümdeki 11 eserden 6’sı Dervişi mahlasıyla yazdığı şiirlerinden oluşuyor.‘‘Yıllar önce Adıyamanlı bir ozanla karşılaştığımda ‘Baba ne söylüyorsun’ diye sormuştum. ‘Ben kendi dedikodumu yapıyorum’ dedi. Bu sözden çok etkilenmiştim. Onun için kendi ürettiklerimi söylüyorum. Aslında çok iyi bir ses sanatçısı değilim. Biz müziğimize, bestemize, sesimizi bir araç olarak kullanıyoruz. Sesimiz burada bize bir eşlik ediyor.’’ SANATÇININ GÖREVİ Yavuz Top, sanatçıya ‘‘toplumun hafızası olma’’ görevini yüklüyor. ‘‘Tarih tekerrürden ibarettir’’ sözünün yanlışlığını, sanatçıların ‘‘hafızalık’’ görevini yerine getirerek kanıtlayabilirler: ‘‘Ben sanatçı deyince sazını iyi çalan, türküsünü iyi söyleyenden çok toplumun sorumluluğunu hissedebilen insanlardan söz ediyorum. Sanatının araçlık niteliğinden yararlanarak hafızaları yenilemeleri gerektiğini söylüyorum. Yoksa benim gözümde iyi türkücüdür, çalgıcıdır. Soluğu bitince kendi de biter gider. Hızır t Paşa’yı Pir Sultan’dan dolayı biliyoruz. Ercişli Emrah bir garip insandı, ama en küçük aşk hikâyelerini biliyoruz.’’ HER İŞİN FELSEFESİ Yavuz Top’a göre her işin bir felsefesinin olması gerekiyor. ‘‘Yeme Yeme’’ albümünün felsefesini Derviş Ruhullah’ın şiirinden bestelediği ‘‘Niyaz Ehlindeyiz’’ eseri özetliyor: ‘‘Bugünler bizim birliğe, kardeşliğe, beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu günler. 1920’li yıllarda ölmüş bir Bektaşi şairi olan Ruhullah ‘...Birdir hep bir meydanımızda/Türkümüz, Kürdümüz, Lazımız, bizim...’ Ben de ‘biz insan ırkındanız’ diyorum. Alt kimlik, üst kimlik tartışmalarına, şoven yaklaşımlara hayretle bakıyorum.’’ Yavuz Top, albüme adını veren Yıldız Tilbe ile düet yaptığı ‘‘Yeme Yeme’’de çıkar peşinde koşanları, para hırsını yaşamda her değerin önüne koyanları hicvediyor. Yıldız Tilbe’nin rol aldığı Yeme Yeme’nin klibi de türkünün anlamına uygun olarak esprili bir anlatımla çekilmiş: ‘‘Hazreti Ali’nin ‘açları doyurdum açgözleri doyuramadım’ diye bir sözü vardır. Kullanıp eskitebildiğin senindir. Anadolu’da bir ihtiyara ‘Bu tarla senin mi, bana satar mısın’ diye sormuştum. ‘Benim değil, ailem, dedelerim kullanma hakkını bıraktı. Ben de torunlarıma bırakacağım’ dedi. ‘Kullanım hakkı benim, satma hakkı benim değil’ demek istiyor. Bizden öncekilerin bıraktığı mirasla insanlığı olgunlaştırmak önemli.’’ BESTECİ VE EĞİTİMCİ PROF. İSTEMİHAN TAVİLOĞLU İZMİR’DE SON YOLCULUĞUNA UĞURLANDI Müzik dünyasının büyük kaybı Kültür Servisi 17 Mart’ta geçirdiği kalp krizi sonucunda yaşamını yitiren besteci ve eğitimci Prof. İstemihan Taviloğlu bugün son yolculuğuna uğurlandı. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda yapılan törenden sonra Taviloğlu’nun cenazesi Balçova Uğur Camisi’ndeki öğlen namazının ardından Yukarı Narlıdere Mezarlığı’nda toprağa verildi. Çarşamba günü gerçekleşen Dokuz Eylül Üniversitesi Senfoni Orkestrası’nın (DESO) konserinin programı değiştirilip konser İstemihan Taviloğlu’na adandı. Konserde orkestra, Taviloğlu’nun 1982 yılında bestelediği ‘Orkestra İçin Suit’ini seslendirildi. Muammer Sun (besteci) Çok üzüntülüyüm. Sevgili İstemihan, küçükken benim solfej öğrencim olmuştu. Sonra kompozisyona yöneldi. Saygun’un öğrencisi olarak kompozisyon bölümünü bitirdi. İyi bir öğretmen, iyi bir kompozitör, iyi bir insandı. Ölümü müzik dünyası için büyük bir kayıptır. Rengim Gökmen (orkestra şefi) İstemihan Taviloğlu 14 yaşında kompozisyon bölümüne girmeme önayak olan ve beni o bölüme hazırlayan çok özel ilişki içinde olduğum bir büyüğümdü konservatuvar yıllarında. Ancak benim için bu beraberliğin getirdiği özel anlamın dışında İstemihan Taviloğlu’nun aramızdan ayrılışını Türk müzik yaşantısı açısından yeri doldurulamayacak bir kayıp olarak görüyorum. Evin İlyasoğlu (müzik eleştirmeni) Besteciliği kadar Türkiye’deki yeni kuşak müzikçilerin oluşumuna büyük katkıda bulunmuş bir müzik eğitimcimizi yitirdik. Bugün İzmir ve Ankara’dan yetişmiş nice genç besteci ve yorumcunun omzunda onun eli vardır. Klarnet için yazdığı konçerto başta olmak üzere, orkestra, oda müziği, piyano, koro ve eğitim için yazdığı müziklerle anılacak. Önder Kütahyalı (eğitimci ve müzik eleştirmeni) İstemihan Taviloğlu bizim bir bestecimizdir. Ahmet Adnan Saygun’un öğrencisiydi. Yapıtları sık sık seslendirildi bugüne kadar. Yapıtlarında Türk halk müziği ve geleneksel Türk müziğinden verileri işledi. Genellikle orkestra yapıtları besteledi. Taviloğlu bizim aynı zamanda değerli bir öğretmenimizdi. edya bir yana, ama özellikle son 1 yıldır art arda çıkan ve iyi de satan kitaplara bakacak olursak, Almanya’da Türkiye kökenli ailelerde 40 yıldır adeta bir katliam yaşandığını söylemek zorundayız. Kızlarımızın durumu içler acısı; yakında Batı ‘‘postmodern bir soykırım’’ daha keşfederse hiç şaşmamak gerek. Bu tablonun propagandacısı çok. Örnek: Neoliberal peygamberlerden biri, üstelik kadın ve Türkiye kökenli. Neoliberal projeye neredeyse tüm ayrıntılarıyla sahip çıktığı da yazı ve eylemlerinden anlaşılıyor. Gerçi örneğin Alman göç politikasını da eleştiriyor, ama bu, yeterince sert olmadıkları için bir eleştiri. Baskıyı vurgulamak için, köklerinin bulunduğu toplumu ve ülkeyi, Türkiye’yi yani, bir tür ‘‘düdüklü tencere’’ gibi tarif ettiğini görüyoruz. Bu düdüklü tencerenin Batı’nın demokratik değerleri önünde eğilmesi gerektiğini anlatıyor. Bilimsellik, bu tencereler, daha doğrusu ‘‘cendereler’’ arasındaki ayrımda yatıyor herhalde. Bugünlerde yeni kitabı (‘‘Die verlorenen Söhne’’) yayımlanan Necla Kelek, elbette yalnız değil: Hollanda’nın olay kadınlarından Ayaan Hirsi Ali’nin ‘‘Ich klage an’’ (İtham Ediyorum) kitabını yayımlayan büyük Alman yayınevi, Almanya’daki Türkleri bu tezlerden mahrum bırakmamak için kitabın bir de Türkçesini basarken, bu kalabalığı göz önünde tutuyor olmalıdır. Ayrıca Ayşe imzasıyla ‘‘Mich hat keiner gefragt’’ (Bana Kimse Sormadı), İnci Y. imzasıyla ‘‘Erstickt an euren Lügen’’ (Yalanlarınızda Boğulun) ve Seyran Ateş imzasıyla da ‘‘Grosse Reise ins Feuer (Ateşe Büyük Yolculuk) başlıkları altında yayımlanan kitapların amaç ve sonuçları aynıdır: Cennet Batı, cehennemden kaçan kızlara kucak açmalı, ama Doğu’daki bu cehennemi de artık söndürmelidir. BushBlair açıkça, diğerleri lojistik destek vererek, güya gizlice, Irak’ta bunu yapıyor zaten. Almanya’yı rahatlatan bu eğilimin sözcülerinden Necla Kelek, tepki almadı değil. Gösterilen şeriatçı, milliyetçi faşist küfürleri değerlendirmeye falan almayız. Ama gelişmeleri çağdaş bir kafanın ve aydınlanmış aklın eşliğinde değerlendirmek isteyen insanlar var. Nitekim Bremen Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Yasemin Karakaşoğlu ile Dr. Mark Terkessidis ve arkadaşları, itirazlarını ‘‘Die Zeit’’ta talihsiz bir başlık altında dile getirdiler. Hatta Evrensel gazetesi, Avrupa baskısında bu metnin Türkçesini de yayımladı. Prof. Dr. Karakaşoğlu ve arkadaşları, KelekAteş çizgisinin sadece İslam ve göçmenlerle ilgili önyargıları pekiştirebildiğini ileri sürdüler. Haksız değillerdir. Belki Necla Kelek ve o yoldakiler, önyargıları güçlendirmek amacıyla hareket etmiyorlar. Fakat sonuçta, egemen çoğunluk toplumundaki tüm kolaycılıkların altı çizilmiş, Alman siyasetinin ve halkının temel eğilimleri haklı çıkarılmış oluyor. Alman toplumu kendi içindekilere ve dışındakilere, ‘‘Bakın görün işte Doğu denilen İslam toplumlarının yaptıklarına, kendi kızları anlatıyor, daha ne istiyorsunuz?’’ diyebilir rahatlıkla. Neden demesin? 8 milyona yakın işsizin yaşadığı, yoksulluğun hızla yayıldığı, toplumun çoğunluğunu oluşturmaya hazırlanan emeklilerin bu yoksulluktan arslan payını almaya hazırlandığı, çalışanların sosyal hak ve kazanımlarına tırpanın da militarizasyonla birlikte gündemi belirlediği bir ülkede, insanlar, ‘‘Bak şu Müslümanların yaptığına’’ diyerek rahatladı. Rahatlatıldı. Rahatlatanlar, bu Müslümanlar... Dolayısıyla ilk bakışta Prof. Dr. Karakaşoğlu ve Dr. Terkessidis ile arkadaşlarına, yayımladıkları metin çerçevesinde hak vermek durumundayız. Ama bir şeyi gözden kaçırmadan: Tamam, Kelek’in işi iş değildir, yaklaşımı kabul edilebilir bir şey hiç değildir, ama doğrusu itiraz metni, KelekAteş ve diğerleri ile aynı payda üzerinde yükselmektedir. Hepsine göre, bu toplum en gelişkin mekanizmalara sahiptir, o nedenle tüm kurumlarıyla korunmalı, hatta kutsanmalıdır. Bu mekanizmada Kelek de bazı aksamalar görüyor ve düzeltilmesi için müdahale edilmesini istiyor. Fakat bu talep ile Irak’ın işgali arasında nitel bir fark yok. İtirazcılar ise biraz daha rahatsızdır. Neoliberal bir pervasızlıkla karşı karşıyayız. İtirazcılar, sonuç olarak, bu toplum biçiminin her türlü özgürlüğü kaldırabileceğini ileri sürüyor. Bu arada İslam dünyasında kadının özgürleşmesi önündeki en önemli engellerden biri olan türban da şeriatçı zincirlerden kurtarılabiliyor. Çok mu farklı, gerçekten? Sonuçta, biz, iki ‘‘Tanzimat zihniyeti’’ ile karşı karşıyayız. Necla Kelek’in çizgisini, son derece aşağılayıcı, insanın tüm değerlerini sıfırlayıcı bir zihniyet olarak görmek durumundayız: Tarihimizdeki ‘‘Tanzimat uşaklarına’’ yakışıyor. İtirazcılara ise, yayımladıkları metne ilk aşamada ve sadece o metin çerçevesinde bir yakınlık duysak bile, içten içe bu adaletsiz dünyadaki işbölümünü kutsadıkları için uzak durmak zorunda kalıyoruz. Yine de onlarla tartışabiliriz. Fakat Kelek ile aramızdaki mesafe, çok acı ve artık hiç kapatılamayacak kadar büyüktür: Tartışmak bile gereksizleşiyor. O kadar katı. Kendi çıkardığımız sonuçlarla, ‘‘İslam köleleştirir’’ (Necla Kelek) ve ‘‘İslam, hatta türban bile özgürleştirebilir’’ (Prof. Dr. Karakaşoğlu ve arkadaşları) diyen iki öbek karşısındayız. İkisi için de Batı demokrasisi insanlığın ulaştığı bir zirvedir ve bu konuda aralarında bir fark bulamıyoruz. İkisi için de tarih bitmiş bulunuyor. Şu andaki temel çözüm mercii Batı demokrasisi olunca, başka her şey gereksizleşiyor. Tabii ortada bir didişme var; ama bu da şirketler arası rekabete benziyor: Neoliberal bir işbölümü. Necla Kelek, çok kaba bir ‘‘Tanzimat aydını’’dır. Bu saptamayı Batı’dan bulamaz. Bizde araştırmak zorunda. Bayan Kelek üzülecek ama, maalesef bizim aydınlanma ve sosyal mücadele tarihimiz yer yer Batı’ya sığmayacak kadar zengindir. İtirazcılar için kuşkusuz aynı genellemeyi yapamayız. Çünkü çabalarını izliyoruz ve bazılarını ciddiye almamız için ortada fazlasıyla neden var. Ama arada köklü bir fark yine de bulunmuyor. Belki de en doğrusu şudur: Sosyalizmsiz bir dünya, böyle şike cepheleşmelerin, ucuz cilvelerin elinde esir, son derece renksiz ve kokuşmuş bir bataklıktır. Bekçileri de oluyor, haliyle...