Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
24 MART 2006 CUMA kitap Pervasız Enis BATUR Pertavsız İlgiye, ilişkilendirmeye dair... Paulhan’a, şu soruyu yöneltmek isterdim: Bir boşanmayı söz konusu edebilmek için evliliğin yürürlüğe girmiş olması gerekirdi: Kamuyla yazar arasında, herhangi bir dönemde, herhangi bir coğrafyada evlilik gerçekleşmiş miydi?Bunun olması, yazarın kamunun hizasında durmasına bağlıdır. Eugène Sue’den günümüze, aynı hizaya geldiklerinde, yazarı yazardan saymayı kim aklından geçirdi? Geçen hafta, televizyonda hızlı bir soruşturmayı izledim: Yoldan geçen farklı yaş gruplarından, toplumsal kesimlerden çok sayıda insana "hangi romanları" okudukları sorulduğunda, aralarından "isim hatırlayan" çıkmadı. Bir cumartesi gecesi, büyük caddelerden akan seli çeyrek saat gözlemlemek, iyi ki boşanmışız, dahası, iyi ki evliliğe hiç yanaşmamışız, demek için yeterli görünüyor bana. İyi edebiyatı yücelterek yetiştim ben, gençliğimde. Sonradan, iyi edebiyatın kaçınılmaz olduğuna vardım. İyi edebiyatın varlığından büsbütün habersiz kamuyu suçlamak aklımdan geçmez: İlgi alanları, kaygı yelpazesi, zihniyeti ve duyarlılık katsayısı farklıdır. Paulhan bir arabuluculuk hevesine kapılmış sayılmazdı. Neresinden bakılsa, gene de, aranın neden bozulmuş olduğunu sorgularken, bunda yazarın ve yazının payını, biraz da şeytanın avukatlığına soyunarak kurcalamış. Bir işe yaramış mıdır yazdıkları?Aklıbaşında hiçbir yazar, yazdıklarının bu anlamda işe yarayacağını düşünmemiştir. ESİNTİLER ZEYNEP ORAL C Ödül ve Harold Pinter... BELLEĞİ SORGULAMAK 15 G B Tomris Uyar ir yazarı "şahsen" tanımışsanız, ölümünden sonra hakkında görüşlerinizi yazmaya kalkıştığınızda, yanıbaşınızda, omuzunuzun arkasında bir yerde bitiverir, işinizi zorlaştırır. Tomris Uyar’la, insan ilişkisi çerçevesinde, baştan uca itişip kakıştık hep, bazan tatlı tatlı, bazan buruk, dalaşmadan edemedik. Karakterinin pek çok özelliği vardı tabii, bunlardan biri de, zaman zaman kekre boyutlar da aldığını düşündüğüm ironik edâsıydı. Ondan olsa gerek, şimdi, burnumun dibine sokulmuş, dalgasını geçiyordur gibi geliyor bana: "Neymiş, modernist miymiş, hadi buradan buyur bakalım, anlat kimlerle komşuymuşum". Şaka bir yana, Tomris Uyar modernist midir bilemem ama, Yusuf Atılgan ya da Oğuz Atay (Bilge Karasu ya da Sevim Burak) ile yan yana anılmaktan gocunmazdı sanırım. Aynı yerde apayrı nitelikleriyle duran pek çok yazarımızdan birkaçı. Benim gözümde, ince ve derin bir yazıdır Tomris Uyar’ınki. Yakından tanıdığı şairlerin "ayar"ı görülür öykülerinde. Bir etkilenmeden söz etmiyorum (ki karşılıklı olmuş olsa gerektir, neden ((nasıl)) olmasın), bir duyarlık ortaklığından, bir de benzeş dil/ifade kaygısından dem vuruyorum. Ama şimdi, sıkı durun, yazın ortamımıza yeni bir ‘tarihsel kategori’ sunacağım: Tomris Uyar, bir II. Yeni öykücüsüdür. Yalnızca izlekleriyle değil, poetika anlayışlarıyla da, kendilerini beslemiş I. Yeni hikâyecilerinden (özellikle Sait Faik ve MSE’den) ayrılmış bir kuşağın güçlü bir temsilcisi. Kişilerinin dünyasına dalgıç gibi giren, ara sıra vurgunu bile göze alan yazarlardır bunlar. Stilistik açıdan, hem yapı kurma sanatında daha karmaşık geometrilere başvurmuş, hem de, sözdizimi bağlamında cüretkâr girişimlerde bulunmuşlardır. Demin adı geçenlere Vüs’at O. Bener’i, İshak’ın yazarını, Leylâ Erbil’i, Ötegeçe’nin Tahsin Yücel’ini ve Füruzan’ı da eklemek isterim. Tomris Uyar’ın özgün ses tonunda, Anglosakson yazınından çekip çıkardığı, ama hiçbir yabancı tını efektine yenilmediği bir farklılık vardı. Bence, öykülerinde büyük, yaralayıcı filmler çekti (bereket sinemamızın eline bugüne dek düşmedi, yarının yönetmenlerini bekleme şansı oldu). Günümüz öykücülerini etkilemiş midir? Buna olumlu yanıt verebilmek için bir III. Yeni öykücü kuşağını görmek gerekirdi, ki orada Ayfer Tunç, Sadık Yalsızuçanlar ve Nilüfer Güngörmüş dışında ben o ayarda hikâyeci tanımıyorum. Neden kıs kıs gülüyorsun, Tomris? Yirmi beş yıl aradan sonra, Jean Paulhan’a döndüm büyük bir şüpheci. Sahaflarda bulmuştum "Bütün Eserleri’ni, İstanbul’da; ne arı yordu o beş cilt burada, anlamamıştım. Yeniden Les Fleurs de Tarbes’a ve Clef"e döndüm; başka bütünlüklere de göz attım. Türkçede hiç tanınmıyor Paulhan. Düşünen edebiyat, bizim örf ve âdetlerimize aykırıdır, çevrilmemesini doğal buluyorum. ‘İKİ TÜRLÜ EDEBİYAT VARDIR’ Paulhan, sanırım uç örnek: Ataç bile okumamış onu; oysa, bayıldığı Alain’den çok Paulhan’a yakın bir konumdaydı. Öte yandan, Paulhan’ın Fransa’nın edebiyat dünyasına, benim Türkiye’nin edebiyat dünyasına baktığım gibi eğildiğini unutmamalıyım. "Tarbes Çiçekleri"nin çıkış eğretilemesi programı veriyor: Çiçekli bahçeye elinde çiçekle girilmesi yasaktır. (Bahçeden çaldıkları çiçekleri dışarıdan getirdikleri savını peşin peşin çürütmek için bu uyarı girişe asılmıştır). Oysa yazar, tam tersini savunur: Bırakın bahçeye ellerinde çiçek buketiyle girebilsinler, ki buradan çiçek çalmaları gerekmesin. "Herkes biliyor ki", diyor Paulhan: "Günümüzde iki tür edebiyat vardır: Kötü olan, düpedüz okunaksızdır (çok okunur). Ve iyi olanı, okunmaz. Pek çok isim takılmıştır bu duruma, biri de yazarla kamunun boşanmış olmasıdır". Bu boşanma ne zaman gerçekleşti? Bana sorulursa, kamu okumaya başlar başlamaz! Öyle sanıyorum ki, Eugène Sue’nün tefrika romanlarına dek geri dönebiliriz takvimlerde. İlgi mi, ne ilgisi? Bir yerde, yakınlarımdan birinin dileğini kıramayarak katıldığım sohbet toplantısında karşılaştığım, genç ve ‘hızlı’ bir öğrencinin tepkisini aktarmıştım: "Siz, geçen gece televizyonda Walter Benjamin’den söz ediyordunuz, dinledim neden, hangi hakla Benjamin’le ilgileniyorsunuz?". Soruya verdiğim karşılığı, yazdıklarımı baştan beri izlemiş bir okurum pek beğenmişti: "İlgi mi, ne ilgisi?" demiştim genç yargıca: "Siz buna ilgi mi diyorsunuz?". Sanırım, yazdıklarımı W. okumayan biri için bu yanıBenjamin tın da uzun boylu bir anlamı olmayacaktır. Ne yapalım ki, yazarlar, kendilerini okumayanları değil de okuyanları göz önünde tutmak durumunda kalırlar daha çok. Okumayanların gerekçeleri vardır, hiçbirine ses çıkarmak aklımdan geçmez açıkçası. Hem okumaz, hem de büyüklenirlerse, Benjamin örneğindeki gibi onları hafifçe dürtmek iyi olur. Yasakmeyve dergisinin 9. sayısında, Salih Bolat’ın "Eleştirel Okuma" başlığı altında, o başlıkla pek de uyumlu sayılamayacak bir yazısında aşağıdaki satırları okuyunca anımsadım WB olayını:"İlginç olan şu ki, Ahmet Oktay da Yol Üstündeki Semender adlı kitabında Beşir Fuad’a ilgi duyuyor ve kitabında aynı adlı (sic!) bir şiire yer veriyor. Ama Ahmet Oktay’ın şiirini Hayati Baki’nin şiirinden ayıran iki önemli nokta var: Birincisi, Oktay’ın şiirindeki Beşir Fuad, şairane (sic!) bir yaklaşımla kavranmaya çalışılıyor, ikincisi; Oktay’ın şiiri Enis Batur’a adanmış... Ahmet Oktay’ın, söz konusu şiirini niçin Enis Batur’a adadığını anlamak bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Enis Batur’un, Beşir Fuad’la entelektüel bir ilgiden başka ne ilgisi olabilir?"Anlaşılan, bu "ilgi" meselesiyle başım dertte. Düşündükçe çıkaramıyorum ayrıca: Benim Benjamin’le, Beşir Fuad’la ne ilgim olabilir?Bereket, Salih Bolat, "entelektüel" bir ilgim olabileceğini söylüyor Beşir Fuad’la. Acaba, Beşir Fuad’ın yeniyazıda yayıncısı olmama bağlanabilir mi bu? Bilemiyorum, çünkü bazı paragrafları ikişer defa okuyorum, Bolat’ın genel olarak ne dediğini anlayamıyorum: Şiirle ilgili olmadığım için belki de. Düşünce ve ifade özgürlüğü... D üşünce, inanç ve ifade özgürlüğü çerçevesinde yazılıp söylenenleri buruk bir gülümseme eşliğinde okuyor, dinliyorum: Herkes öylesine kendi haklarına, özgürlük anlayışının sınırlarına kilitlenmiş durumda ki. Reiser’in 1974 yılı ürünlerinden oluşan albümünü, yeniden, uzunca bir aradan sonra katederken bir kez daha konuya döndüm. Gaddar bir çizer, safkan bir kara mizah ustası olduğu bilinir Reiser’in. Gene de, ilk bakışta, çizginin, özellikle de güncele odaklanmış yapıtların uçucu yanları ağır basıyor olsa gerektir, diye düşünmeden edemeyiz. Tam otuz yıl geçmiş aradan. O yıl Fransa’da, Paris’teydim ben de; sanırım en çok bundan, olayları yerliyerine koymakta güçlük çekmiyorum bugün de: 1974’te 22 yaşındaydım, Charlie Hebdo’nun peşin müşterilerinden biri olarak. “OSURAN BİR CESET” Reiser, eski cumhurbaşkanını "osuran bir ceset", yenisini "tıkabasa bok dolu bir külotlu çorap" kılığında çiziyordu. Ülkesinin en büyük dini lideri, bir gazeteciye şu soruyu soruyordu telâşla: "Komünistlerin, iktidara gelince rahibelerin apışlarındaki kılları tek tek yolacakları doğru mu?". Politikacılar, işadamları, küçük esnaf, memur ya da çiftçi, Reiser’in ustura gibi çalışan kaleminden kurtulabilecek hiç kimse yoktu. Yerlilerden yorgun düştüğünde yabancıları (özellikle Franco’yu), hatta turistleri, yakası açılmadık yaklaşımlarla saf dışı bırakırdı. Bugün, Türkiye’de, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunur gözüken yetkililer ve yetkisizler, kendi tabularının böylesine köktenci biçimde eleştirilmesini akıllarından bile geçirmiyorlar. Kutsal inançları, örf ve âdetleri, devlet ve vatan kavramları, aile kurumu, cinsellik alanı, ordu sözkonusu edildiğinde "o kadar da değil" diyeceklerini adımız gibi biliyoruz. Kafalarında, bütün "manevi değer"lerin dokunulmazlığı var (aslında "maddi değer"lerinin de dokunulmazlığı olduğunu görüyoruz), kendi çizdikleri, çizecekleri bir daire içinde geçerlilik taşıyor düşünce, inanç ve ifade özgürlükleri. "Bizim toplumumuzun kendine özgü tarihsel koşullarını" göz önüne alan bir sözüm ona özgürlük tanımı bu. eçen hafta sonu, dünyanın her yerinden gelmiş üç yüz kadar tiyatro eleştirmeni, İtalya’nın Torino kentinde heyecanla bekleşiyorduk... Acaba o gelecek miydi? Kimi, mutlak gelecek diyordu; kimi de yok canım, Nobel Ödülü’nü bile almaya gitmedi, buraya neden gelsin ki diye akıl yürütüyordu... Ödülünü almaya gelecek mi gelmeyecek mi diye spekülasyonlara yol açan, heyecanla beklenen çağımızın en önemli oyun yazarlarından, 2005 Nobel Ödülü sahibi Harold Pinter’dı. 1986’da kurulan, yıllarca ev sahipliğini Sicilya’daki ‘‘TaorminaArte’’ festivalinin yaptığı ‘‘Avrupa Tiyatro Ödülü’’, 2001 yılında ekonomik nedenlerle sekteye uğramıştı. O gün bugün bu dev buluşmaya ev sahipliği yapacak kent bulunamadığından ödül de kimseye verilmemişti. Sonunda Torino kenti, kış olimpiyatlarından aldığı ivmeyle bu görevi üstlendi, uluslararası jüri kolları sıvadı, seçimini yaptı: 2006 Avrupa Tiyatro Ödülü Harold Pinter’ındı. Bu ödülü daha önce alanları anımsatayım: Arianne Mnouchkine, Peter Brook, Giorgio Strehler, Heiner Müler, Robert Wilson, Luca Ronconi, Pina Bausch, Lev Dodin ve Michel Piccoli... Bu isimleri, yalnızca şöylece sıralamak bile, bana bir kez daha iyi ki Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivalimiz var, dedirtmeye yetiyor. Dünya tiyatrosunda çığır açmış bu isimlerin çoğunu, bizler İstanbul Tiyatro Festivali sayesinde izleyebildik ve izliyoruz. Sağlık sorunları (akciğer ve solunum problemleri var) nedeniyle Nobel Ödül törenine gidemeyen, ama Nobel konuşmasıyla herkesi derinden sarsan Harold Pinter Torino’ya geldi. Kentin bir mücevherden farksız 300 yıllık görkemli Carignano Tiyatrosu’nda, gerek ödül töreninde gerekse bir gün önceki sohbetinde, yine akıllarımıza ve gönüllerimize seslendi. İlk oyunu ‘‘Oda’’yı 1957’de, son oyunu ‘‘Kutlama’’yı 2000 yılında yazmıştı. İlkiyle sonuncusu arasında, bugün hâlâ dünyanın her yerinde tekrar ve tekrar sahnelenen, oynanan 29 oyunu vardı. Ancak Harold Pinter yalnızca oyun yazarı değildi. Aynı zamanda şairdi, senaristti, tiyatro yönetmeniydi, mesleğe tiyatro oyuncusu olarak başlamıştı... Bütün bunlar bir yana, o aydın sorumluluğunun bilincinde, daha adil, daha güzel, eşitlikçi, barışçı bir dünya için çaba gösteren bir insandı. HAROLD PİNTER Torino’da iki gün boyunca Harold Pinter üzerine tüm konuşmalarda üç nokta vurgulandı: TutkuŞiirPolitika... (İngilizcede bu üç sözcük de P harfiyle başladığı için ‘‘Pinter eşittir 3 P’’ deniyordu: PassionPoetryPolitics.) Hemen belirteyim, burada politika, herhangi bir politik parti ideolojisini değil, dünyanın neresinde olursa olsun haksızlığa, baskıya, şiddete karşı çıkmaktan, karşı durmaktan asla vazgeçmemeyi tanımlıyordu. Uluslararası jürinin ödül gerekçesinde vurguladığı belli başlı noktaları şöyle özetleyebilirim: Harold Pinter, son 50 yılda oyun yazarlığını yeniden biçimlendirmişti: Güncel diyaloglardan bir şiir yaratmıştı. Bellekleri tazelemiş, ama aynı zamanda belleği sorgulamaktan hiç vazgeçmemişti. Oyun kişilerini ve olayları açık uçlu bırakarak izleyiciye yorum özgürlüğü sağlamıştı. Bir başka deyişle, izleyiciye farklı okuma katmanları sunuyordu. Ancak bu ‘‘tiyatrocu şairin’’ yaşamı ve eserleri haksızlığa karşı ahlaki bir öfkeyle bilenmişti ve karşı duruşu eşsiz bir örnekti. Torino’da, Carignano Tiyatrosu’nda, şans eseri ön sıralarda oturuyor, Harold Pinter’ı büyülenmiş gibi dinliyordum. Soruları yanıtlarken akılla duyarlığı iç içe harmanlıyordu. Söylediği her sözcük sahiciydi, inancını ve daha güzel bir gelecek umudunu ortaya koyuyordu. Tiyatrodan söz ederken kendi yazdığı oyunların bağımsızlığından, kendi serüvenlerini yaşamalarından aldığı tadı dile getiriyordu. İzleyiciye tanıdığı özgürlüğü yönetmenlere de tanıdığı ortadaydı. Nobel konuşmasını hazırlarken hastalanıp hastaneye kaldırılmasından, ölüme onca yaklaşmışken hissettiklerinden söz ederken yaşama sımsıkı sarılmasını en şiirsel biçimde dile getiriyordu. ‘‘Ölümü düşünmüyor, ölümü yaşıyordu...’’ IRAK GÜNDEMDEYDİ Elbet Irak yine gündemindeydi. ABD’nin dış politikasını, Bush yönetiminin işgal ve işkencelerini lanetlerken bu politikaya karşı çıkan sıradan Amerikalıları kollamayı ihmal etmiyordu. ‘‘Blair’in Bush’a hizmet sadakatini utanç verici’’ diye nitelerken bu liderleri ‘‘sadece kitle katilleri değil, aynı zamanda savaş suçlusu’’ olarak tanımlıyor, kendi ülkesindeki hükümeti ağır dille suçluyordu. Harold Pinter’ın 80’li, 90’lı yıllarda yazdığı altı oyundan oluşturduğu ve ünlü tiyatro yönetmeni Roger Planchon’un sahneye koyduğu ‘‘Yeni Dünya Düzeni’’nin Fransızca dünya prömiyeri de Torino’da yapıldı. Neredeyse minimalist diyeceğim bir yöntemle sahneye konan eseri izlerken günümüzün tüm haksızlıklarını, hastalıklarını, suçlarını, havadaki gerilimi ve baskıyı tenimde hissedebiliyordum... Belgelerin bize sunduğu soğuk, acımasız, dehşet verici gerçekler, bir şairin duyarlığından, yorumundan, seçiminden geçip bize ulaştığında, bin kat daha etkili ve gerçekten bin kat daha gerçek oluyordu. Tıpkı hayattaki gibi, tiyatrodaki gibi... www.zeyneporal.com faks: 0212 257 16 50 NÜMBERG SİNEMA ŞÖLENİNİN ARDINDAN Festivale ilgi hızla artıyor TUNCAY KULAOĞLU MARTINA PRIESSNER NÜRNBERG 719 Mart tarihleri arasında Nürnberg’de düzenlenen Türkiye/Almanya Film Festivali’ne bu yıl özellikle her iki ülkenin sanat sinemaları belirleyici şekilde damgasını vurdu. ‘‘Türkiye sinemasının Avrupa’da tanınmasına sağladığı katkılardan dolayı’’ Uluslararası Ankara Film Festivali’nin bu yılki Kitle İletişim Ödülü’ne de layık görülen 11. Türkiye/Almanya Film Festivali’nde, Uzun Metraj Film Yarışması’nı Emily Atef’in ‘‘Molly’nin Yolu’’ kazanırken, yönetmenliğini Semih Kaplanoğlu’nun yaptığı ‘‘Meleğin Düşüşü’’ndeki rolüyle Tülin Özen En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldü. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ise ‘‘Sahte İtirafçı’’ ve ‘‘Acımasız’’ filmlerinin başrol oyuncuları Constantin von Jascheroff ve David Kross arasında paylaştırıldı. Türkiye ve Almanya sinemalarının en büyük buluşma platformu olan festival, programda yer alan toplam 67 film ile yeni bir rekora imza attı. Festival düzenleyicilerinin toplam 19 belgesele yer verdiği etkinlikte özellikle Thomas Arslan’ın Türkiye izlenimlerini anlattığı ‘‘Uzaktan’’ ve Fatih Akın’ın ‘‘Crossing the Bridge’’ belgeselleri geniş bir seyirci kitlesiyle buluştu. Almanya’da son yıllarda ‘‘Berlin Ekolü’’ olarak adlandırılan ve genç yönetmenlerin gerçekçi ve minimalist bir sinema dili geliştirdikleri filmler de büyük beğeni topladı. Festival kapsamında bu bağlamda düzenlenen panellerde iki ülke sanat sinemasının ortak yönleri ele alındı. Festivalin diğer yarışmalı bölümlerinde, Türkiye’den Mehmet Ercan’ın ‘‘Çelik Çomak’’ adlı çalışması En İyi Kısa Film, Berke Baş’ın yine Türkiye yapımı ‘‘Transit’’ adlı belgeseli ise En İyi Belgesel Film seçildi. Seyirci Ödülü ise ‘‘Babam ve Oğlum’’a verildi. Mahmut Tali Öngören anısına verilen İnsan Hakları ve Demokrasi Ödülü’nü ise, Almanya’da bir sınırdışı hapishanesinde yaşayan mültecilerin yaşamlarını gösteren Sarah Moll’un ‘‘İstenmeyenler’’ adlı Alman yapımı belgesel filme verildi. İyiler Siyah Giyer/ Deniz Durukan/ Everest Yay./ 494 s. Müzik yazılarıyla tanınan Deniz Durukan, ‘İyiler Siyah Giyer’de Türk rock’ının bir dökümünü sunuyor. Geçmişin değerlerini ihmal etmeden, güncel gelişmeleri de katarak Türkiye’de rock müziğin bir kültür olarak nerede yer aldığını irdeliyor. Kitapta, Türk rock’ının eskimeyen isimlerinin yanında müzik piyasasında henüz keşfedilmemiş genç gruplar da hayata, müziğe, topluma bakışlarını kendi ağızlarından duyuruyor. Rockseverleri buluşturan büyük organizasyonlar, tartışmalara yol açan festivaller de rock kültürünün süzgecinden geçirilerek değerlendiriliyor. Etik ve Estetik Değerler/ Necla Arat/ Say Yayınları/ 184 s. “Bağımsız bir bilimin ya da bir bil Dönüyordu/ Reha Çamuroğlu/ Kapı Yayınları/ 90 s. “Tüm dinsel düşünce ve inançlar, iyiler ve kötüler üzerinde durur. İyileri ve kötüleri biriktirenler, sabit kılanlar, envanterini tutan ve ömürlük muhasebelerini yapanlar bir yanda dururlar, iyiyle kötünün dönüşücülüğünü, geçiciliğini, sabit anahtarları olmadığını, her yeni iyi ve kötünün kendine göre anahtarı olması gerektiğini bilenler ise öte yanda. Tüm yıldız ve gezegenlerin dünyanın etrafında dönmedikleri ileri sürüldüğünde Ortodoks Hıristiyan’ı onca sinirlendiren, her şeyin kendi etrafında dönmüyor olabileceğinin ima edilmiş olmasıydı. Tüm ‘öteki’ler onun yüce ‘ben’i etrafında dönmek zorunda değiller miydi? ‘Ben’ ve ‘öteki’nin başka bir bilgisi mümkün müydü? Dünyayı tutmak, ona tutunmak ile kazık kakmak arasındaki fark da burada başlayacaktır” Bu kitapta Reha Çamuroğlu, Bektaşîlikteki zaman kavrayışını kavrayabilmek içinde okuyucuyu Bektaşîlik felsefesiyle buluşturuyor. gi dalının oluşması, zorunlu bazı koşulları ve uzun bir tarihi süreci içerir. Hiç kuşkusuz bağımsız bir bilim ya da bilim dalı kendi oluşumlarıyla birlikte, kendine özgü temel kavramlarını da yaratır. Örneği fizik, uzay, özdek, devinim, enerji vb... kendine özgü temel kavramlarını yaratırken; biyoloji de canlılık, hücre, protoplazma, özümleme, kalıtım vb. gibi temel kavramlarını yaratmıştır. Bu kitapta Necla Arat, ‘etik ve estetik bilimi’nin tarihsel kökenlerini, evrimini, bugüne değin geçirdiği süreçleri ayrıntılı bir biçimde inceleyip diğer bilimlerle olan bağlantılarını sergiliyor. Rukas Perde Açılıyor/ İsmail Güzelsoy/ Everest Yayınları/ 200 s. Rukas, İsmail Güzelsoy’un ‘Banknot Üçlemesi’ adını verdiği ve birbirinden tümüyle bağımsız romanlardan oluşan dizinin ikinci kitabı. Bu dizinin kitaplarının tek ortak noktası banknotun gizli bir başrol oynaması. Rukas, paranın yüzünden hayatı okuyan Salih’in bir Boğaz kasabasına dağıttığı sırrının peşinde, yine birbirine açılan öykülerle sürüyor. Bir masal kahramanına dönüşmüş olan Salih’in sırrını çözmek Rukas’a düşecektir. Çünkü onun da sırrı gizlidir Salih’te.