03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EKİM CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Din kavgası ardındaki küresel oyun ERDOĞAN AYDIN Papa 16’ncı Benedik’in Regensburg konuşması, siyasal boyutları yanında teolojik ve tarihsel pek çok sorunun irdelenmesi gereğini de beraberinde getirdi. Bu anlamda ‘‘bir musibetin bin nasihatten evla olması’’ örneği bir konuşma ile karşı karşıyayız. Keşke İslam dünyasından, Somali’deki İtalyan rahibenin katledilmesi başta olmak üzere bu kadar çok fanatik tepki gösterilmeseydi de, bu hin konuşma üzerinden, her türden fanatizmin teşhiri ve tecridi için işlevsel bir kampanya yürütebilseydik. Papa’nın konuşması ardından İslamcı camiada en çok yinelen söz, Haçlı seferlerinin anımsatılması ve Papadan özür beklentisi oldu. Oysa bu yaklaşım, Papa’nın yaklaşımının tersyüz edilmiş halinden farksızdı. Laikliğe ve akla karşı mücadelede dayanışma sergileyen iki büyük dinin dincileri, kendi aralarında da, insanları birbirlerine düşmanlaştıran kıran kırana bir rekabetten de geri durmuyorlar. Ancak bu rekabette nasıl ki Papa’nın asıl hedefi, Müslümanlar değil, Kilisenin denetiminden çıkarak sekülerleşen Avrupa’yı, ‘Müslüman tehlikesi’ üzerinde yeniden denetim altına almak ise, İslamcı tepkilerin de asıl hedefi, ‘Hıristiyan iftirası /saldırısı’ üzerinden İslam coğrafyası üzerindeki denetimlerini arttırmaktır. Özetle iki dinin de fanatikleri, demokrasiye, laikliğe, bilimin felsefesine, çokkimlikli bir Avrupa fikrine karşı kendi egemenliklerinin ideolojik aygıtlarını güçlendirmekle meşguller. Bu bağlamda karşı tarafın olumsuzluklarını döküp ‘üste çıkmak’, senin dibin kara yarıştırması yapmak, dünyevi hak ve özgürlüklerimize karşı küresel bir oyun örneği oluşturuyor. Oysa altında ezildiğimiz sorunlar, bu büyük oyunun egemenlerine itiraz etmemizi gerektiriyor. Herşeye karşın Batı’nın bu noktada daha iyi bir sınav verdiğini kabullenmek gerek. Nitekim Batı basınında Papa’ya karşı gerçekten ciddi eleştirilere tanık olduk. Bizde ise, birkaç sağduyulu sorgulama dışında, ‘bizim herşeyimiz mükemmel, bütün kötülükler sizde!’ tepkileri ortalığı sardı. Öyle ki bu tavır İslamcı olmayan kesimlerimizi bile peşinde sürükledi. Oysa Papa’nın konuşması, çifte standarttan uzak bir yaklaşımla, pekçok sorun alanını sorgulayıp onlardan kurtulmanın zemini olarak da kullanılabilirdi. Bunu başaramayan bir dünyada, barış da, laik ve demokratik bir paydada evrenselleşmek de hayal olarak kalmaya devam edecek. ÇİFTE STANDARTLARI AŞMAK Tepkilerin aldığı boyutlar karşısında Papa’nın ‘üzüntü’ belirtmesinin timsah gözyaşlarını andırdığı doğru. Diyanet Başkanı Ali Bardakoğlu’nun, bu ‘üzüntüyü’, ‘‘üçüncü sınıf bir özür’’ olarak nitelemesi de doğru. Dahası AKP’lilerin, onu Hitler ve Mussolini’ye benzetmeleri bile, aşırılığına rağmen anlaşılabilir. Ama tüm bu ‘doğrular’, olayları kendine yontan nalıncı keseri örneği ciddi bir sorun oluşturuyor. İslamcı bir propaganda ve hegemonya aracına dönüşen özür kampanyası da, bu bağlamda papalığın güçlenmesine yarıyor. İspanya’nın eski başbakanı ve Hıristiyan demokrat Halk Partisi eski başkanı Jose M. Aznar’ın itirazı dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama, ciddi bir soruna işaret ediyor. Aznar; ‘‘Neden hep biz özür dilemek zorunda oluyoruz da onlar dilemiyor? Ben Müslümanların İspanya’yı 8 yüzyıl boyunca işgal altında tuttukları için özür dilediğini hiç duymadım!’’ diyordu. Özür kampanyasının bu soruya vereceği yanıt var mı? Kuşkusuz yeterince sorunu olan dünyamıza provokatif bir katkı yaptığı için Papa özür dilemeli. Ama bu nalıncı keseri yaklaşımlara karşı Aznar’ın itirazını da dikkate almamız gerektiği açık. Öyle ya, haklı olarak özür beklediğimiz alanda, örneğin İspanya’nın fethi vb. örneklerde ‘bizim’ de özür dilememiz gereken sorun alanlarımız yok mu gerçekten? Hazır barışçıl bir dünya için Papa’nın özür dilemesi gerektiği üzerinden bir ahlak ve davranış normu oluşturmaya çalışıyorken, bunu her türden çifte standarttan uzak yapmamız gerekmez mi? Eğer bu küreselleşen dünyada diyalog sürdürecek, her türden fanatizme karşı barış ve kardeşliği, bunun için de laikliği hakim kılacak bir ortak standart geliştirmek zorundaysak, ki zorundayız, o halde Aznar’ın dillendirdiği Batılı soruya da uygun bir yanıt vermek zorundayız. Bu yanıtın, ‘‘biz İspanyayı fethettik, ama bunu hak dini yaymak için, Allah’ın emri olan cihadın gereği olarak yaptık, bu nedenle bizim özür borcumuz yok!’’ şeklinde verilemeyeceği açık. Kaldı ki yanıtı böyle verenlerin, Papa’dan özür isteyebilecek bir yüzü olamayacağı da açık. ‘HİÇBİR SAVAŞ KUTSAL DEĞİLDİR’ Bu noktada bir önceki Papa’nın, II. Jean Paul’ün, hadi niyeti bir yana ama, bu noktada anlamlı bir örnek verdiğini anımsamak durumundayız. II. Jean Paul, 2001 yılındaki konuşmalarında, Haçlı Seferleri için ‘‘tarihi bir hata’’ ifadesini kullanarak Kilise adına tüm dünyadan özür dilemişti. Papa’nın bu özür açıklaması, 2004’te Almanya’nın Mainz şehrinde Dom Kilisesi müzesinde, ‘‘Hiçbir savaş kutsal değildir’’ adıyla Haçlı Seferlerini teşhir amaçlı bir sergi ile genişletilecekti. Sergide konuşan Kardinal Karl Lehmann, Haçlı Seferleri’ne atıfla, ‘‘Umarım bu sergi sayesinde şiddet ve savaşa yönelme konusunda daha hassas olmayı öğreniriz’’ diyecek, serginin ‘‘Hıristiyanlar ve Müslümanların aralarındaki münasebetleri tekrar gözden geçirmelerine yardımcı olması’’ umudu belirtecekti. (Macar Beşir, Aksiyon, Sayı: 513) Bu açıklamaların, ‘Müslümanlar da bizim toprakları fethetmişti’ gibi bir karşılıklılık üzerinden yapılmaması da saygıdeğer bir yaklaşım olarak ayrıca kaydedilmeli. Hıristiyan ve Müslümanların aralarındaki ilişkiler başta olmak üzere birbirimize ilişkin tarihsel, dinsel, milli önyargıları kırmaya şiddetle gereksinimimiz var. Bu noktada en büyük görevlerden biri de kuşkusuz tarihçilere düşüyor. Fetihlerin evrensel ve hümanist bir gözle sorgulanması, bu amaca büyük bir katkı yapacaktır. Kendi fetihlerini birer ‘kahramanlık destanı’, kendilerine yapılanları ise ‘tecavüz’ olarak yazan egemen tarihçiliğin, çocuklarımız üzerinde ne denli olumsuz etki yaptığı, evrensel bir adalet ve barış bilinci oluşturmanın önünde ne denli büyük bir engel oluşturduğu açık. Hazır Aznar tarafından dünyanın gündemine getirilmişken, biz de özeleştirimize İspanya’nın fethinden başlayabiliriz örneğin. Böylesi bir basiret, Papa Benedik’in yükselttiği bağnazlığa çok anlamlı bir yanıt oluşturacağı gibi, Papa II. Jean Paul’ün açtığı kanalın derinleştirilmesi ve sahicileştirilmesini sağlayacaktır. Dünyamızın buna şiddetle gereksinimi olduğu açık. ‘ÖNDE DÜŞMAN, ARKADA DENİZ...’ İspanya, Halife Velîd bin Abdülmelik zamanında Emevilerin Kuzey Afrika valisi Musâ bin Nusayr’ın azatlı kölesi olan Arap komutanı Tarık bin Ziyad tarafından fethedilecektir. 711 yılında (H.92) Kral Rodrik’i yenen Ziyad, Arapların İberik Yarımadasına hakimiyetinin de yolunu açacaktı. Tarik bin Ziyad’ın bu zaferi, İspanya’da, ayak bastığı dağlık araziye ‘Cebelitarık’ (Tarık Dağı), buradaki boğaza da Cebelitarik Boğazı adı verilmesine neden olacaktı. Bu ayrıntı, bugünkü adı ‘‘Amerika’’ olan kıtanın, onu fetheden American Vespuçi’nin adını alması gibi bildik, ama tarihe başka bir gözle bakılması gereğini de anımsatan çarpıcı bir hikaye. Bu süreç İslam dünyasının bilinçaltında öylesi ‘meşru’ ve öylesi ‘övünç’ nedeni sayılmıştır ki, ona ilişkin bir dizi de propagandif efsane üretilmiştir. Hiçbir ciddi bulguya dayanmadığı halde, Ziyad’ın, askerlerinin geri dönüş umudunu kırıp ölümüne savaştırabilmek için, ‘‘Önde düşman, arkada deniz...’’ diyerek gemilerini yaktırdığı iddiası, bu efsanelerin en bilinenidir. Bu savaşta 12 bin ‘mücahidiyle’ 70100 bin ‘kâfiri’ yendiği efsanesi de bir diğer örnek. Ziyad’ı böylesi anlatılarla ‘kahramanlaştıran’ şoven tarih yazımları, Onun Emevi valisi tarafından hapsedilmesi ve siyasal kariyerinin böylece sonlandırılmasını ise es geçer. Tabii onun sonu, Türkmen yurtlarının fatihi Kuteybe bin Müslim gibi kellesini kaybetmek de olabilirdi. Ziyad ise, 720’de iktidarsızlaştırılmış bir şekilde eceliyle ölecektir. İspanya’nın fethiyle başlayan İslam’ın Avrupa yayılmasının Pireneler’i aşarak Fransa’ya yönelmesi, 732’de Çekiç Karl lakaplı Charles Martel komutasındaki Frank ordusu tarafından durdurulacaktır. İberik yarımadası ise yüzyıllar boyunca Müslümanların elinde kalacaktır. Burada önce Abbasi Halifeliğine karşı alternatif Emevi Hilafeti kurulacak, ancak bu halifelik zamanla zayıflayıp beyliklere bölünecek, en son kalan Beni Ahmer devleti de, Kastilya Kraliçesi İzabella ile Argonya Kralı Ferdinand’ın yönetiminde 1492’de tasfiye edilecektir. Müslümanların İspanya’dan tasfiyesi, Hıristiyanların önceki tasfiyesinden çok daha kanlı ve çok daha zalimce olacaktır. Bu dönem aynı zamanda İspanyol Yahudilerinin tasfiyesi yanı sıra dünyanın dört tarafına açılan gemilerin, Avrupalılarca bilinmeyen toprakları keşfi ve fethi dönemi olarak dünyadaki güç dengelerinin değişimi ve yeni bir çağa geçişi getirecektir. C Avrupa Direniyor 13 vrupa Türkiye’nin AB üyelik süreciyle varoluşçu bir sorgulamaya girdi. “Avrupa nedir? Sınırları nerede son bulur? Farklı din ve kültürler Avrupası mı yoksa Hristiyan bir Avrupa mı? Küresel dünyada Avrupa’nın jeostratejik yerleşimi ne olacak?” gibi ertelenen pek çok soru Türkiye’nin Avrupa yolundaki her adımında gündeme geldi. Ankara’nın müzakere tarihi aldığı 17 Aralık 2004 doruğu öncesinde daha da alevlenen bu tartışma o günden bu yana AB kararlarını etkilemeyi sürdürüyor. Türkiye’ye yönelik “karşıtlar” ve “destekçiler” şeklinde ayrılan bu iki kutuplu tartışmada Avrupa kendi kimliğine yönelik ipuçları arıyor. 17 Aralık kararlarında Türkiye’nin üyeliğinden korkanları biraz rahatlatmak için getirdikleri Kıbrıs koşulu bugün Ankara’nın ayağında pranga. Müzakerelere başlanan 3 Ekim’de müzakere çerçeve belgesine hazmetme kapasitesi, müzakerelerin ucunun açıklığı ve “Türkiye’nin bu süreçte başarısızlığa uğraması durumunda Avrupa yapılarına sıkı bağlarla demirlenmesi” gibi tam üyelik dışındaki seçenekleri çağrıştıran ifadelerin girmesi de yine Türkiye karşıtlarını rahatlatma çabalarıydı. 3 Ekim’de özel bir durum daha vardı. Fransa ve Hollanda’da yapılan anayasa referandumunda alınan darbe genişleme kuşkucularını cesaretlendirmeye yetmiş Türkiye karşıtlarının elini güçlendirmişti. Bu tarihlerden neredeyse bir yıl sonra 12 Haziran’da en kolay müzakere başlığı sayılan bilim ve araştırmanın açılıp ve kapanması da BrükselAnkara ilişkilerinde büyük bir “olay” haline getirilmiş ve Kıbrıs yine müzakere sürecinin devamında malzeme yapılmıştı. A Bu tarihler arasında AB’nin farklı düzeylerinden gelen uyarı, tehdit, destek mesajlarının yanısıra Avrupa’nın varoluşçu sorgulamasında Türkiye tartışmasının büyük bir yer kapladığını görmek pekala mümkün. Ancak asıl dikkat çekilmesi gereken nokta Avrupa’da Türkiye’ye karşı direnenlerin pragmatik bir yaklaşımla bu durumu kendi lehlerine çevirmeleri. Önce Türkiye’nin üyeliğine karşı tutumu iç politika malzemesi yapan bazı üye devletler şimdi ise Ermeni meselesini kullanıyorlar. Bugün Avrupa gazetelerinin sayfalarına baktığınızda Türkiye’ye karşı direncin bu kıtada pek bilinmeyen Kıbrıs sorunundan çok Ermeni meselesi çevresinde döndüğünü görürsünüz. Avrupa kendi sömürgeci tarihinde övünç duyulacak birşey olmadığı gayet iyi biliyor. Ancak Türkiye’yi AB sürecinden saptırmak için başka halkların acılarını kaşımaktan da geri durmuyor. Ermeni meselesi gerek Avrupa’daki diasporaya destek verenler gerekse Türkiye’nin AB’ye yönelimini engellemek isteyenler için bulunmaz bir fırsat. Anayasal krizde duraklamaya sokulmuş bir AB projesinde, Türkiye artık üye ülkelerin iç politika malzemesi olarak kullanıyor. Fransa, Hollanda ve hatta Belçika’daki yerel seçimlerde bile Ermeni meselesi günlerce gündem tutuldu. Avrupa’nın bu tür bir şantaj siyasetine pabuç bırakmayacak kadar onurlu olduğunu sanırdık. Görünen o ki Türkiye’nin AB yolundaki adımları Avrupa’da bazı çevrelerde korku uyandırıyor. Bunu bilen Avrupalı ucuz siyasetçiler de bu süreci büyük bir fırsat olarak kullanıyorlar. Yine de, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı direncinin başka bir açıklaması olabilir. Ama ne? Eşsiz başyapıt ‘Şehname’ satışta ÖZGEN ACAR ANKARA Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmasp’ın 2. Selim’e hediye ettiği “Şehname (krallar tarihi)” adlı el yazması kitaptan “bir sayfalık bir minyatür” yarın Londra’da 1 milyon sterlin (yaklaşık 3 milyon YTL) tahmini değerle müzayedeye çıkıyor. Resimli, el yazması bu “Şehname” kitabı sanat dünyasının olağanüstü eşsiz başyapıtı olarak kabul ediliyor. 3 milyon YTL’ye satılması beklenen, kitabın tümü değil, yalnızca minyatürlü bir sayfasıdır! “İran’ın Homeros’u” diye tanımlayabileceğimiz, “Akıllı bir adam, senin düşmanın bile olsa, cahil bir name”lerden bazı sayfalar bugün Christie’s ve yarın Sotheby’s müzayede evlerinde açık artırmaya çıkıyor. Yarın 3 milyon YTL’lik olağanüstü bir satış değeri beklenen, minyatürcü Mirak Ağa’nın (1520?1570?) yaptığı “Şehname” bir başyapıt olarak kabul ediliyor. Safevi Krallığı’nın kurucusu Türk beyi Şah İsmail’in döneminde el yazması olarak resimlendirilmesine başlanan bu yapıtı, oğlu Tahmasp, baş ressamı, dönemin harika çocuğu olan Mirak Ağa’ya tamamlattığı Şehname’yi 1568’de Osmanlı İmparatoru 2. Selim’e hediye etmişti. Anıtsal kitabın Topkapı Sarayı’ndan ne zaman, nasıl çıktığı, Avrupa’nın ünlü Yahudi aile reisi Baron Edmund de Rothschild’e 1903’te nasıl geçtiği bilinmiyor. Aile, Nazilerin 1940’larda Paris’te el koyduğu kitabı savaştan sonra geri aldı. 1958’de kitabı satın alan Amerikalı koleksiyoncu Arthur A. Hougton Jr. bu anıtsal baştapıtı parçalara ayırıp 78 sayfasını başkanı olduğu New York Metropolitan Müzesi’ne bağışlamış, geri kalanını piyasada satışa çıkarmıştı. Yarın satılacak olan, bunlardan yalnızca bir sayfadır. Houghton’un 1990’da ölümünden önce 118 sayfayı, Şah Rıza Pehlevi’nin koleksiyonundan İran’da kalan Willem de Kooning’in “Çıplak Kadın” adlı resmini İran hükümeti ile takas etmişti. Tablonun 9 milyon dolar olduğu öne sürülmüştü. Bu minyatürde Burzuy adlı bir bilgenin Hint dağlarında ölüleri dirilten büyülü bir otu araması, Hint racasının otu ancak gerçek bilimde bulacağını söylemesi, bilim öğrenmesi için kopya etmemek koşulu ile verdiği bir kitabı gündüz ezberleyip gece kayda geçirmesi anlatılıyor. Raca, daha sonra Burzuy’u satranç takımı ile İran Kralı Nuşirvan’a göndermişti. Sotheby’s, ayrıca 1340 yapımı bir Şehname sayfasını 10 bin, 1560’ta yapılmış birkaç sayfayı 910 bin ve hatta 46 bin sterlin arasında değişen değerlerle artırmaya çıkartacak. Öte yandan bugün Londra’da Christies de çeşitli dönemlerde yapılmış bazı “Şehname” örnekleriyle müzayedesini zenginleştirecek. Bunlar arasında yer alan, on yıl önce ölen İranlı bankacı ve sanayici Habib Sabet’in koleksiyonundan 18. yy’da Moğol sanatçılarca yapılmış, 50x30cm. boyunda 117 sayfalık bir Şehname 180 bin sterlin (500 bin YTL), Şiraz kentinde 16. yy’ın ilk yarısında resimlendirilen bir başka Şehname ise 100 bin sterline (280 bin YTL) alıcı bekliyor. Şehname: 3 milyon YTL (Sotheby’s) dosttan iyidir... Bilgili olan güçlü olur... Dünya, baştan başa aslı olmayan bir masaldan başka bir şey değildir...” sözlerinin sahibi epik yazar Firdevsi’nin (934?1024?) ünlü “Şehname”si yeniden gündemde. Firdevsi, İzmirli ozan Homeros gibi, tarih öncesinden İS 7. yy’dan Sasani hanedanına kadar uzanan geniş bir zaman diliminde İran’da yaşamış gerçek ve gerçek dışı kralların öykülerini, “Şehname” adlı destansı bir kitapta toplamıştı. Firdevsi, 30 bin beyitten oluşan, 35 yılda tamamladığı kitabını 1010’da Gazneli Mahmut’a sunmuş, ancak bağlanan aylığı yetersiz bulunca krala karşı tutum almıştı. Halkın “dinsiz” dediği Firdevsi, ölümünde evinin bahçesine gömülmüş, ancak 1000. doğum yılında mezarına bir anıt dikilmişti. Çeşitli yüzyıllarda yeniden el yazması olarak resimlendirilmiş “Şeh Kahraman kime denir? Kabul edilmelidir ki Müslümanların İspanya’yı fethi ne denli gayrı meşru ise, Hıristiyanların 800 yıl sonraki karşı fethi de o denli gayrı meşrudur. Buradaki meşruiyet ölçüsü, birzamanlar oranın kime ait olduğu değil, o sırada orada hangi halkın yaşadığı temelinde belirlenmek zorunda. Dolayısıyla Hıristiyanların karşı fethi de bir ‘vatan kurtarma’ eylemi değil, tıpkı Ziyad’ın yaptığı gibi, üstünde yaşayan insanlardan zorla gaspedilmesidir. Tarık bin Ziyad’ın İspanya seferi, ne yazık ki 1300 yıl sonra bile ‘İslami bir cihat’ olarak övünçle anılmakta, çocuklarımıza bir ‘kahramanlık destanı’ olarak anlatılmaya devam edilmektedir. Üstelik bu anlatı sadece İslamcı ve şoven milliyetçi yayınlarda değil, ne yazık ki resmi ders kitaplarımızda da yinelenmektedir. Oysa İspanya’nın fethini sorgulamayanların Papa’dan özür istemesi, kabul edilemez bir çifte standart örneği oluşturmaktadır. Doğaldır ki 711 yılının 19 Temmuzunda İspanya’yı fethe başlayan Tarık bin Ziyad’ın Avrupalıların tarih bilincinde, bizimkin den çok başka bir anlamı bulunmaktadır. Bu negatif anlam, tıpkı Viyana’yı fethe gelen Kara Mustafa Paşa’nınki gibi, İslam dünyasına karşı Avrupa’daki önyargının da beslenme kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Dinlerin ve milletlerin barış içinde yaşayacağı bir dünyayı hedefleyenler, bu zıt anlamlandırmaları aşarak herkesi, her kültürü kucaklayacak ortak ahlak ve standartlar geliştirmek ve tarihi de bu temelde yeniden yazmak zorunda. Bu çerçevede kahramanlık kriterlerimizi de değiştirmek zorundayız. Kahramanlık, insanlığın refahı ve aydınlanması için katkı yapanların, savaşlarda ise saldıran tarafta değil, aksine saldırgana karşı ülkesini ve halkını koruyanların hakkedeceği bir niteleme haline getirilmek zorunda. Bu durumda Hıristiyanları Müslümanların yaşadığı toprakların fethine yönlendiren Papa ve komutanları kadar, Müslümanları Hıristiyanların yaşadığı toprakların fethine yönlendiren Halife ve komutanlarının da bu kategoriye girmeyi hakketmeyeceği açık. Dolayısıyla İspanya özgülünde başka inanç ve etnisiteden halkların yaşadığı toprakların fethinin ‘meşru bir başarı’, bunu başaran Tarik bin Ziyad’ın da, ‘kahraman’ ilan edilmekten çıkarılması gerekiyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle