03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 KÜRESEL GÜÇLERİN KÜLTÜR SAVAŞI C S strateji ATİNA’DAN MURAT İLEM EKİM CUMA Kültürel soykırım dille başlıyor DR. NEJAT TARAKÇI oğuk Savaş’ın sona ermesini takiben ekonomik ve siyasal ideolojiler sona erdi, dünya ABD’nin başı çektiği acımasız bir küresel rekabete sürükleniyor. Bu mücadelede dini ve kültürel enstrümanlar öne çıkıyor. Ülkeler, özgürlük ve demokrasi söylemleri ile kültürel bir saldırıyla karşı karşıya kalıyor. Geçen yıl BM Genel Kurulu kamuya pek yansımayan bir karar aldı. Kültür malzemeleri (görsel, yazınsal ve elektronik) ticari mal olmaktan çıkarıldı. Böylece ülkelere, kendi öz kültürlerini korumak amacıyla bunları yasaklayabilme olanağı sağlandı. Daha önce serbest ticaret kurallarına aykırı olduğu için yasaklanamıyordu. Bu girişimin başını, Fransa ve Rusya çekti ve başarıya ulaşıldı. Ancak ABD, BM kararı çıkmadan çok önce bir çok ülke ile yaptığı ikili anlaşmalarla kültürel emperyalizmin masum görünümlü araçlarını (1) dünyaya pazarlama olanağını sürdürdü. Günümüzde İnternetin yanında uydu üzerinden yapılan kontrolsüz yayınlarla dünyanın her yerine ulaşmak olanaklı hale gelmiş durumda. İnternet’in Ana Bilgisayarı (Root Computer) ABD’de bilinmeyen gizli bir yerde tutuluyor ve ABD Ticaret Bakanlığına bağlı özel bir şirket tarafından işletiliyor. Dünyada bir milyardan fazla insanın İnternet kullandığı ve bu sayının katlanarak arttığı göz önüne alındığında böyle bir sistemi işletmenin avantajları ortadadır. Bu nedenle, Çin, AB, İran ve Rusya İnternet’in kontrolünün BM’ye devredilmesini istiyorlar. Bu yayınlar hem bilgi toplamak, hem de psikolojik aracı olarak kullanılıyor. Bütün bu uygulamalarda dil faktörü öne çıkıyor. Çünkü yayınlayan ülkenin amacına uygun olarak enjekte edilen mesajların algılanması için, hedef kitlenin İngilizce bilmesi gerekiyor. Bu nedenle hedef olarak seçilen ülkelerde, dil üzerinde çeşitli projeler ortaya konmaktadır. Ülkemizde de son 15 yıldır bu konudaki çalışmalar, ülke çıkarlarına uygunmuş gibi gösterilerek giderek yayılıyor. Bir ülke dil ve kültür erozyonu yoluyla ele geçirilebilir mi? Bu sorunun yanıtını bulmaya çalışalım. Yeni doğan bir bebek annesini kokusundan algılar, ilk duyduğu ana dilindeki sözcük ile buna ses ve o dilin ruhu da eklenmiş olur. Büyüdükçe, benliği ve ruhu ana diline ait sözcüklerle genişler ve dünyayı bu dille algılar. Öğrenim ve eğitim aşamasında ise, beynindeki kavramlarla sözcükler özdeşleşir. Bir ülkede, bireylerin oluşturduğu halkın "Ulusal Karakter"i de bu şekilde ortak dil sayesinde oluşur ve böylece ulus haline gelir. Görüldüğü gibi insan toplulukları ancak ortak dil sayesinde ulus haline gelebilirler. Ulusal Karakter, birbirlerine benzemeyen insanların aynı ruhla nefes alabilmesidir. Ulusal Karakter, bir ulusun aynı olaylar karşısında, kederde ve kıvançta tek bir ruh gibi hissetmesini ve ortak hareket etmesini sağlar. Bir milleti millet yapan dildir. Dil, milletin kültürünün temelidir. Bir ulusun gerçek yurdu, onun dilidir. Bir çok dil bilimci, dili "Manevi Vatan" olarak nitelendiriyor. Ulusal dil yok olunca ulusal duygu da zaman içinde yitirilmektedir. Dili korumakla vatanı korumak aynı şeydir. Çünkü dil, vatan kadar, tarih kadar, gelenek ve töre kadar azizdir. Dil olmayınca millet olmaz, soy sop, kök gövde olmaz. Milli kültürün baş unsuru dildir. Dil ve kültür birliği; duygu ve gönül beraberliği, şevk, heyecan ve ruh bütünlüğü sağlar. Bir insan her türlü bilgi ve öğretiyi en iyi, en hızlı ve en rahat biçimde kendi diliyle öğrenebilir. Her sözcüğün, o dili kullananların tarihi ve kültürel birikimine bağlı bir çağrışım bulutu vardır. Hele öyle sözcükler vardır ki, ulusta derin duygular uyandırır, onları harekete geçirir. KÜLTÜREL EMPERYALİZM Kültürel ve psikolojik savaşta; yurt, millet gibi, sözcükler yıpratılır, gözden düşürülür ve hatta onlara sahte anlamlar yüklenir. İmparatorluk sevdalısı devletler, iki şeyin peşinde koşarlar. Bunun biri emperyalizm, diğeri misyonerliktir. Misyonerlik, sömürgeleştirmenin ayaklarından biridir, amacı da kültürel soykırımdır. Çünkü, kültür genleri biyolojik genlere göre daha uzun süreli bir etkiye sahiptir. Misyonerliğin iki hedefi vardır dil ve din. Misyonerler Kore’de 30 yıl içinde nüfusun yüzde 60’nı Hristiyan yapmışlardır. Kültürel soykırımda halk duruyor, ama dili kasıtlı bir şekilde yok ediliyor. O zaman benliksiz ve kültürsüz, bağımlı topluluklar meydana geliyor. Stratejik sıralama şöyledir; Önce dil yok ediliyor, dil olmayınca, tarih ve kültür otomatik olarak yok oluyor. Daha sonra yabancı dil aracılığıyla yabancı kültür ve ideolojiler aşılanıyor ve asimilasyon tamamlanıyor. İngilizler İrlanda’yı işgal ettiklerinde bir sürü katliamdan sonra yaptıkları ilk şey, köy köy dolaşıp bütün köylerin, derenin tepenin her tarafın ismini İrlanda’nın kendi dilinden, İngilizceye tercüme ettirmek olmuştur. Bu konudaki bir diğer örnek ise Ortak Refah Ülkeleri olarak isimlendirilen Common Wealth Ülkeleridir. İngilizce dili ile başlatılan kültür emperyalizmi yaklaşık 50 yılda eski İngiliz sömürgelerini Ortak Refah Ülkeleri (Common Wealth Countries) olarak adlandırılan büyük bir ekonomik ve politik birliğe dönüşmüştür. Bu sayede İngiltere dünya ticaretinin beşte birini kontrol edebilmektedir. 53 ülkenin oluşturduğu bu topluluk, aynı zamanda dünya nüfusunun yüzde otuzunu oluşturan büyük bir pazardır. Görüldüğü gibi, İngiltere, kültürel emperyalizm sayesinde, elli yıl önce stratejik kaynaklarını sömürdüğü ülkelerin bugün politik ve ticari rantını yemeye devam edebilmektedir. Sömürge döneminde, Alman Genelkurmayı 300 milyonluk Hindistan’ı İngiltere’nin 70.000 askerle nasıl kontrol ettiğini araştırıyor ancak yanıtını bir türlü bulamıyordu. Oysa yanıt çok basitti, kontrol, İngiliz dili aracılığıyla yapılan kültürel soykırımla sağlanmıştı. Demirperdenin çöküşünün ardından bağımsızlığını kazanan Letonya’da Ruslar ile Letonyalılar arasında çıkan en önemli anlaşmazlık resmi dil anlaşmazlığı oldu. Ne kadar ilgi çekicidir ki, BM yetkililerinin sunduğu çözüm, "İngilizce"nin kullanılması olmuştur. Bugün Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerindeki eğitim dili Rusça’dır. Çünkü 50 yıl içinde Rus dili bilim dili haline gelmiş, ana diller günlük konuşma dili olarak kalmıştır. Bu ulusların kültür ve ananeleri sadece din ve ırka dayalı davranış ve motifler sayesinde korunabilmiştir. Çünkü Sovyetler buna müdahele etmemişler, sistemin muhafazası için göz yummuşlardır. Eğer dini asimilasyon da gerçekleşseydi, bugün Türk cumhuriyetleri yerinde bambaşka ülkeler görecektik. Bir dilin yaşayabilmesi için halkın dilini sevmesi her alanda kullanmak istemesi, onunla iftihar etmesi çok önemli. Onun için güç merkezleri halkta özellikle dilini hor gören, aşağılama tavırları oluşturuyorlar. Kenyalı yazar Ngugi kitabında çocukluk anısını şöyle anlatıyor. En aşağılayıcı durum, okulun civarında kendi dilini konuşurken yakalanmaktı. Yakalananın çıplak poposuna sopayla vuruluyor veya boynuna ben aptalım, eşeğim yazan madeni bir levha asılıyordu. DİLLER NASIL YOK EDİLİYOR? Dünyaca tanınmış İngiliz dilbilimci David Crystal 2000 yılında basılmış Dillerin Katli adlı kitabında, bir dilin yok edilmesi aşamalarını şöyle açıklıyor. ? Birinci evrede, yabancı hakim güç, kendi dilinin konuşulması için ağır baskılar yapıyor. Yukarıdan aşağıya teşvikler yapılıyor, yasalar çıkarılıyor, aşağıdan yukarıya doğru ise halkta yabancı dil konusunda özenti ve moda yaratılıyor. m İkinci evrede çift dilli dönem yaşanıyor. Ulusal dilin kullanım alanı azalıyor. Eğitim her düzeyde yabancı dilden yapılmaya başlanıyor. Her kesimden herkes işi gücü bırakıp yabancı dili öğrenme yokuşuna sürülüyor. Meslek, bilim yerine, hiç gereği olmayan yerlerde bile herkes yabancı dil sınavına girmek zorunda bırakılıyor. ? Üçüncü evrede, gençler artık yabancı gücün dilini ulusal dilden daha iyi biliyorlar. Eski dili kullanmaktan utanır oluyorlar. Velilerle çocuklar kendi dillerinden konuşamaz duruma geliyorlar; çocuklar velilerini eski dili biliyor diye geri kafalı yaftasıyla küçümsüyor. Bir nesil sonra, hatta bir on yıl gibi daha kısa bir zamanda çift dillilikte kalmıyor. Ulusal dilin yerini yabancının dili alıyor. Bodrumlarda İbadet! Sessiz olmak, gürültü yapmamak, etraflarında kilise varsa papazları ya da Hıristiyan vatandaşları tedirgin etmemek zorundadırlar. Aksi halde ellerindeki bu bodrum katı da gittiği gibi, kendilerini yabancılar polisinin ofisinde bulabilirler. Çünkü onlar Müslüman’dır, bu nedenle de potansiyel terörist olabilirler! ??? Onlarca yıldan bu yana korkarak yerine getirilen sözde ibadetin yapıldığı AB ülkesi yetkilileri sonunda “imana” geldiler ve Atina’ya cami yapılmasına karar verdiler (kesin değil, tasarı halinde). Ancak aylardır cami için yer bulunamıyordu. Bulunamıyordu çünkü papazların galeyana getirip kışkırttığı semt sakinleri, her defasında cami yapılmasına karşı çıkarak “Aksi halde bizden oy alamazsınız” tehditleri savuruyorlardı. Sonunda Başbakan Karamanlis’in kararlılığı, Din İşleri ve Eğitim Bakanı Marietta Yannakou’nun girişimleri sayesinde yer bulundu. Tabii bu konuda Dışişleri Bakanı Dora Bakoyannis’in de etkin olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bulunan yer Atina’nın Eleona semtinde 42 dönümlük eski bir askeri üs. Devlete ait bir arazi. Caminin iki ya da üç yılda biteceği varsayılıyor. Buraya ne papazlar, ne de milliyetçi kesimin ses çıkartamayacağı düşünülüyor. Ancak hazırlanan kanun tasarısına göre cami hükümete ait olup, bakanlığın gözetiminde (bağlı olacak) hizmet verecek. Bunun yanında her mezhepten bir temsilci tarafından oluşturulan yönetim tarafından idare edilecek. Kısaca, devletin kontrolünde olacak. Çelişkiye ve ikiyüzlülüğe bakın! Bir taraftan küçücük camiyi bile hazmedemeyip kontrolün devlette olmasını istiyor ve bunu şart koşuyorlar. Öte yandan her yıl onlarca papazın yetişeceği Ruhban Okulu’nun Türkiye’nin kontrolünde olmasına karşı çıkıyorlar. Aslında kızmamak lazım, bu durum tipik bir AB gerçeğidir! [email protected] G azeteyi eline aldığınız bugün, yani Müslümanlar için kutsal sayılan cuma günü Atina’da yaşayan on binlerce Müslüman’ın nasıl ibadet ettiklerini hiç düşündünüz mü? Önce şunu belirtmekte yarar var, sözde bir AB ülkesi olan Yunanistan’ın başkentinde yaşayan yaklaşık iki yüz bin Müslüman, ibadetlerini yerine getirebilmek için yıllardır “kabir azabı” çekmektedir. Hemen tamamı mülteci olan bu insanlar önce mesai saatlerinin bitmesini beklemek zorundadırlar. Ancak zannetmeyin ki mesai saati bitince binlerce Müslüman, apteslerini alıp, camilere koşacaktır. Hayır, bir kere Atina, AB ülkeleri içinde camisi olmayan tek başkenttir. Bu şehirde Olimpiyatlar dahil birçok önemli uluslararası organizasyon yapılmıştır. Ancak buna rağmen siyasi erk, kilisenin çıkar peşinde koşan papazlarının esiri olmaktan kurtulamayıp, bir türlü cami yapamamıştır. Dolayısıyla Asya, Arap ve Afrika ülkelerinden olan bu insanların toplu olarak ibadetlerini yerine getirecekleri yer cami değil, oturdukları semtlerde büyük problemlerle kiraladıkları “bodrum” katlarıdır. Bodrum katı derken öyle beş yüz metre karelik bir alandan söz etmiyorum. En fazla iki ya da üç odalık bir alan düşünün, işte bu kadar küçük bir alanda onlarca kişi namaz kılmak zorundadır. Hem de büyük korku içinde. Nedeni ise, bu insanların büyük bölümünün mülteci olmasıdır. İkincisi, bu insanlar Müslüman oldukları için sürekli baskı altında tutulmaktadır. Bu baskı bazen Yunanistan’ın iyi ilişkiler içinde olduğu İngiltere ya da ABD gibi ülkelerin gizli servislerinden gelirken, bazen Yunan istihbarat kuruluşu “EIP” tarafından yapılmaktadır. Geçtiğimiz aylarda Yunan istihbarat örgütü tarafından gizlice kaçırılıp CIA yetkililerine teslim edilerek sorgulanmalarına olanak sağlanan birkaç Pakistan vatandaşının televizyonlardaki tartışmaları halen sürmektedir. İşte bunun için Müslümanlar ibadetlerini yerine getirebilmek için kiraladıkları bordum katlarına bile korku içinde girip çıkarlar. Atatürk ve Türk dili Atatürk’ün Türk dili konusunda bize vasiyet niteliğindeki sözlerine bakalım; "Türk demek, dil demektir. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. Dilin, ulusal ve zengin olması, ulusal duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk ulusunun ulusal dili ve ulusal benliği, bütün hayatında egemen ve temel olacaktır. Biz Balkanları neden yitirdik biliyor musunuz? Bunun tek bir nedeni vardır. Bu da Slav araştırma derneklerinin kurduğu dil kurumlarıdır. Bizim içimizdeki insanlar ulusal tarihlerini yazıp ulusal bilinçlerini uyandırdığı zaman biz Balkanlar’da Trakya sınırına çekilmiştik." Ulusçuluğun çok belirgin niteliklerinden biri dildir. Başta Fransa olmak üzere Avrupa’da bunu gözlemleyebilirsiniz. Yabancı dili bildikleri halde konuşmazlar. Sadece kariyer için kullanırlar. Rodos’taki ve Batı Trakya’daki Türklerin Yunan hükümetlerinin sürekli politikaları ile giderek ana dillerini nasıl kaybettiklerini izlemek mümkündür. Bugün çok kültürlülük, hakim güçler tarafından çağdaşlığın bir unsuru olarak tanıtılmaktadır. Bu tamamen aldatmacadan ibarettir. Avrupa’nın her ülkesi kendi öz kültürüne ve milli değerlerine sıkı sıkıya sarılmıştır. Onu kaybettiğinde vatanının da yok olacağını çok iyi bilirler. Türk ulusundanım diyen insan, her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını savunursa buna inanmak doğru olmaz. Türk dili Matematik yapısına sahip ve bilime en uygun dildir. Bilim dili matematiktir. İngilizce ise 200 yıllık 5 dilin kırmasından oluşan bir dildir. Sözcük türetme yeteneği yoktur. Bugün özellikle genç kuşakta görülen Türk dilinin kullanılmasındaki yozlaşma için doğrudan gençleri suçlamak doğru olmaz. Sorumluluğu eğitim sistemimizde ve yabancı kültürel saldırıların etkisinde kalan sosyal dokudaki çözülmelerde aramamız gerekmektedir. Evde kontrolsüz TV kanallarının etkisi, işyerinde yabancı teknolojinin zorlaması ve sokakta iş yerleri isimleri ve hizmet alanlarındaki yabancı dil kirlenmesi, aile büyüklerini kaçınılmaz olarak etkiliyor. Kısa bir süre sonra tek taraflı bu etkileşim farkına varmadan günlük konuşma hayatına yansımakta ve aile büyüklerinden çocuklara aktarılmaktadır. Bu sürece ek olarak çocuklar ayrıca okuldaki yabancı dil eğitimi nedeniyle çift yönlü bir etkileşim alanında kalıyorlar. Türkiye’de bir çok kişi bu dil konusunun ve yabancı dilde (İngilizce demek daha doğru olur) eğitimin çok abartıldığını düşünüyor. Yabancı dil öğrenmek çağımızda bir gerekliliktir, hatta birden fazla. Ancak eğitimi İngilizce öğrenme aracı olarak kullanmak son derece sakıncalıdır. Sorunun esasını, ana okullarında geçen yıl başlatılan İngilizce eğitim ile üniversitelerdeki İngilizce eğitim oluşturuyor. Birincisi; başlangıçta yavrularımızı anadilinden kopartıp ona yabancılaştırırken, diğeri hem eğitimde hem de dil öğrenmede gençlerimizin boşa giden yıllarıdır. Bir ülkede yabancı dille eğitim ana okulundan başlatıldığında, bir veya bir buçuk nesil sonra o dili unutturmak olanaklı olabilmektedir. Eğitim, dil öğrenmenin bir aracı olarak kullanılmakta ve her ikisi de tam olarak öğrenilememektedir. Anadili İngilizce olmayan öğretim üyesi ile, anadili İngilizce olmayan öğrenciler anlaşabilecekleri ortak bir dil varken; biri anlatmak, diğeri anlamak için anlamsız bir çaba içine girmektedirler. ABD’de doktora yapmış, ders vermiş, bir çok üniversitelerimizde görev yapmış, Profesörler bile Türkiye’de İngilizce ders vermekte yetersiz kaldıklarını itiraf etmektedirler. Yabancı dilde okuma ve anlama hızı, ana dile göre 38 kat daha yavaştır. Bir öğrenci için bu yavaşlık, onun bütün öğrenme isteğini, bilime ilgisini ve kendine güvenini yitirmesine, toplumsal düzeyde ise ulusuna, devletine, anadiline, kültürüne olan güvenini ve bağlılığını yitirmesine yol açmaktadır. Yabancı dilde eğitim yapmanın bir toplumun kendi kültür ve dilini aşağılamak şeklinde yorumlanması da mümkündür. Geniz yapısıyla, ifade vurgularıyla, bunların yüz kaslarına vuran ritimleriyle, düşünce kalıplarını o dile uydurmakla, bu; insanın kendi insanından uzaklaşmasıdır; Bu nedenleri çok iyi bilen Atatürk; 3 Mart 1924’te çıkartılan yasayla bir kaç okul dışında yabancı dille öğretimi yasaklamıştır. Bugün İsrail’de, Almanya’da, Fransa’da o ülkelerin ana dili dışında hiç kimse eğitim yapamaz. Yabancı dille eğitime en çok yer veren ülkeler; Nijerya, Kenya, Etiyopya yüzde 100, Gana yüzde 99, Uganda yüzde 97, Tanzanya yüzde 53, Filipinler yüzde 36 dır. Rakamlar, eski sömürge olan bu ülkelerin nasıl bir kültürel soykırıma uğradıklarını açıkça göstermektedir. NE YAPMALIYIZ? ? Soğuk Savaş sonrası, ABD ve AB gibi global güç merkezleri tarafından planlanan kültürel saldırılar karşısında bir çok ülke gibi Türkiye de hazırlıksız yakalandı. Bu etki ile ülkemizde derin bir kültürel boşluk meydana geldi. Kültürel saldırılara ek olarak artan misyonerlik faaliyetlerine karşı uyanık olunmalı. Bir yandan ulusalcı projelerle süratle kültürel boşluk doldurmalı, bir yandan da ulusu dış kültürel etkilerden koruyacak yasal ve idari önlemler alınmalı. Zayıflayan dil, tarih ve kültür bilincini ulusumuza yeniden aşılamalıyız. ? Her seviyedeki eğitimde, yabancı dille eğitime son vermeli, işyerlerine ve çocuklarımıza Türkçe isimler koymalıyız. ? Türkçe ve tarihi sokak isimlerini korumalıyız. Avrupa’daki tüm sokak isimleri verildiği tarihten bu yana yüzyıllardan beri korunmaktadır. Bu hem dilin hem de tarihin korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması anlamına geliyor. ? Türkçe’mizden kaldırılan inceltme ve yumuşatma işaretlerini geri almalıyız. Böylece değişen sözcüklerin anlam ve kavramlarını tekrar kazanmalıyız. ? Çocuklarımızın dil öğreniminden önce iyi bir meslek eğitimi almasını tercih etmeliyiz. Dil öğrenimi için başka kaynakları kullanmalıyız. Yabancı dilde eğitim yapan değil, kaliteli eğitim yapan üniversiteleri tercih etmeliyiz. ? Devlet denetimindeki tüm yayınlarda Türkçe’nin en iyi şekilde kusursuz kullanılmasını sağlamalıyız. ? Türkiye’de üretilen Türk patentli mallara Türkçe isimler vermeliyiz. Dilimizi pazarlama için feda etmemeliyiz. Unutmayalım, kalite her yerde kendini belli eder. Tariş’i, Paşabahçe’yi, Kütahya Seramik’i dünya tanıyor. ? Teknolojik gelişmenin gerektirdiği yeni sözcükleri süratle türetmeli, halkımıza tanıtmalı ve kullanımını teşvik etmeliyiz. Aksi taktirde "Save etmek" gibi karışık sözcüklerle karşılaşabiliriz. ? Çevremizde Türkçe için öz denetim sağlamalıyız ve birbirimizi uyarmalıyız. Bu önerileri çoğaltmak olanaklıdır. Güzel Türkçe’mizi daha çok sevmenin ona sahip çıkmanın tam zamanıdır. Kaynaklar: 1. Ey Vatan, Osman Pamukoğlu, İnkılap Kitapevi 2004 2. Atatürk’ün İlkeleri ve Düşünceleri, Ahmet Köklügiller, Bilgilik Yayımcılık 1986 3. Emperyalizmin Uşakları, Vural Savaş, Bilgi Yayınevi 2005 4. Büyük Uyanış, Oktay Sinanoğlu, Otopsi 2002 5. Ne Yapmalı, Oktay Sinanoğlu, Otopsi 2003 6. Sömürgecilikten 21.Yüzyıla Deniz Gücü Mücadelesi, Nejat Tarakçı, Deniz Kuvvetleri K.lığı yayını, 2005 Dipnot: (1) Herry Potter, diziler, filmler, dergiler. Türk heyeti Fransa’dan kötümser döndü SÖZDE SOYKIRIMI REDDEDENLERİ CEZALANDIRAN YASA GEÇEBİLİR UĞUR HÜKÜM PARİS Fransız Millet Meclisi’nde 12 Ekim’de görüşülecek olan, ‘‘Ermeni Soykırımı İnkârcılarını Cezalandırma’’ yasasını engellemek amacıyla Paris’e gelen TBMM üyesi AKP ve CHP’li milletvekilleri Fransız meslektaşlarıyla yaptıkları temaslardan sonra ‘‘kötümser’’ olduklarını ifade ettiler. Paris Büyükelçiliği’nde düzenlenen basın toplantısında izlenimlerini açıklayan Türk heyeti, çoğunluğun eski diplomat olmanın verdiği avantajla ‘‘olayın vahametini’’ daha iyi kavradıklarını belirttiler. AKP’den Mehmet Dülger, Musa Sıvacıoğlu, Yaşar Yakış, CHP’den Onur Öymen ve Şükrü Elekdağ’dan oluşan Türk heyeti Fransız Millet Meclis Başkanı JeanLouis Debre, iktidar partisi yetkilileri ve ana muhalefet partisi Fransız Sosyalist Partisi’nin en önde gelen isimleri ile eski Kültür Bakanlarından Jack Lang ile görüştü. Görüşmeleri değerlendiren Türk heyeti Lang’ın yasayı ‘‘aptalca’’ bulduğunu ve karşı oy kullanacağını belirttiğini söyledi. Ancak Fransız meclisindeki genel eğilimin yasanın çıkmasından yana olduğunu vurgulayan heyet üyeleri, ‘‘Muhataplarımız hiçbir dönemde olmadığı kadar attıkları adımın yanlışlığının bilincindeler, ancak seçim ve kısa vadeli siyasi hesaplar nedeniyle tasarıya karşı çıkamıyorlar’’ dedi. Temaslara ilişkin bilgi veren Öymen, yasanın kabul edilmesi halinde Türkiye Fransa ilişkilerinin tarihte görülmemiş şekilde darbe yiyeceğine dikkat çekti. Dülger ise tasarının yasalaşması durumunda sadece TürkiyeFransa değil, Türkiye Ermenistan arasındaki ilişkilerin de zarar göreceğini ve Türkiye’de çalışan 70 bine yakın Ermenistan yurttaşının zor durumda kalacağını anlattı. Elekdağ ise ‘‘BM’nin 1948’de kabul ettiği bir ‘Konvansiyon’un 6. maddesine göre ‘Yahudi Soykırımı’ dışında bir soykırımdan söz edebilmek için uluslararası yetkili bir mahkemenin, işlenen suçu yargılaması ve soykırım olarak tanımlaması gerekir. Fransa böyle bir yasa tasarısını gündeme getirmekle, kendisinin de altında imzasının olduğu uluslararası bir konvansiyona aykırı, dolayısıyla uluslararası hukuka aykırı davranarak aslında bir suç işliyor’’ dedi. Öte yandan, Fransız basınındaki uzmanlar son gelişmeler karşısında Türk hükümetinden daha sert tepkiler gelmemesine şaşırdıklarını belirttiler. Fransa’da tasarının yasalaşması halinde, Fransa’da Ermeni soykırım iddialarını kabul etmeyenlere bir yıla kadar hapis ve 45 bin Avro’ya kadar para cezası verilebilecek.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle