Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ö Y K Ü Nedim Gürsel Akdenizli bir yüz ündoğumunda yüksek duvarlarla çevrili sessiz bir avlu. Bir halka yaşamla ölum arasında. Yaşamla ölüm arasında giderek daralan bir demir halka. Nasıl da sıkıyor mahkumun incecik boynunu! Cellaı, elleri arkadan direğe bağlı mahkumun üzerine abanmış, demir halkanın vidasını her solukta biraz daha sıkıştmyor. Ve boyun omurgalarının her çatırdayışında kararlı, usta ellerinden mahkumun govdesine yayılan ölümü izliyor. Nasıl da yakınında ölüm! Halkanın soğuk demirinde değil kendi parmaklarında sanki. Ölüm, cellatın mahkumda devamı. Demir parmaklıkh bir pencereden vuran ışıkta mahkumun yüzü bembeyaz. Acıyla kırışan alnı, çökmüş avurtları da. Oencecik esmer yüzü bir anda beyaza kesivermiş gibi. Avluda kimseler yok. Ne infaz savcısı, ne yetkililer, ne bir avukat ne de kalabalık... Cellatla mahkum sabah ayazında yalnızlar. Cellat iyice yakınında mahkumun; onu, bir demir halka aracılığıyla da olsa, boğazlayabilecek kadar yakınında. Yerde duran siyah örtüyü eğilip almadan önce son bir kez daha sıkıştırıyor vidayı. Boyun omurgalarının çıtırdamasını bekliyor. Ses gelmeyince mahkumun direkten aşağıya doğru kaymış gövdesinden bir adım geriye çekilip yerden aldığı siyah örtüyü sanki artık dağılması gereken bir kalabalık varmış, infazı izleyen yetkililerin görev başına dönmeleri gerekiyormuş gibi, ya da gözleri yuvalarından, dili ağzından dışarıya fırlamış mahkumun yüzündeki acıyı görenlerin engizisyondan bu yana binlerce can almış "garrote"nin vahşetinde yönetimin geıçek yuzünü fark etmeleri mümkünmüş gibi, yerden aldığı siyah örtüyü bir matador örneği havada savurduktan sonra mahkumun başına geçiriyor. Yukarda, cezaevinin avlusunu çevreleyen yuksek duvarların üzerinde yavaşca aydınlanıyor gökyüzü. Demir parmaklıkh pencereden bir güvercin havalanıyor. Kraliyei alanında bir kahveye oturmuş güvertinlere bakıyor. Alanın tam ortasındaki havuzun fıskiyesinden bir kanat vuruşta palmiyelere doğru yükseliyorlar. Kurumaya yüz tutmuş sivn yaprakların arasında konacak bir dal bulamayınca havuza dönüyorlar yeniden. Besili, tembel güvercinler. Alanı dolduran turist kalabalığının.bankların üzerine sereseıpe uzanmış gençlerle serserilerin arasında dolasıp ekmek artıklannı gagalamaktansa havuzun bulanık suyunda serinlemeyi, arada bir de güneşte parıldayan ıslak kanatlarıyla silkinerek birbirleriyle oynaşmayı yeğliyorlar. Bir general edasıyla boş masaların üzerinde yürüyor bazıları. Gurklamaları kahvenin gürültusüne kanşıyor. Az önce La Rambla caddesinde gördüğü kuş pazarını düşünüyor. Kafes içindeki tutsak kuşları. Oysa kentin günlük yaşamına karışmış, yalnızca havuzun değil alanın da bir parçası olmuş bu etli güvercinlere benzemeyen bir başka güvercin var imgeleminde. Demir parmaklıkh pencerelerin birinden havalanıp cezaevinin avlusuna konan sütbeyaz bir güvercin. Gündoğumunda avlunun sessizliği güvercinin kanat vuruşlarıyla daha da çoğalıyor sanki. Uzakta, yüksek duvarların ötesinde bir kilisenin çan tokmağı boşlukta sallanıp duruyor. Bir sarkaç gibi sağdan sola, soldan sağa gidip gelen ağır, paslı bir tokmak, Çıt yok kilisede. Sokaklar ıssız, pencereler karanlık. Derken, tokmak, çanın iç yüzüne değer değmez korkunç bir gürültü duyuluyor. Çan kulesine yıldırım düşmüş gibi gümbürdüyor eski duvarlar. Madeni, boğuk sesler evlerin çatılarından cezaevinin avlusuna doluyor. Güvercin de tam o an G da havalanıyor işte. Kendini bir duvardan ötekine, avlunun betonundan darağacına vurup duruyor. Kırmızı, ürkek bakışları nasıl da ışıltılı! Ince boynu, etsiz gövdesi nasıl da beyaz! Elleri arkadan darağacına bağlı mahkumun başındaki siyah örtüde birkaç tüy bırakarak sabah karanlığında uçup gidiyor duvarların üzerinden. Dikdörtgen biçiminde, kemerli galerilerin altında kahvelerle lokantaiarın sıralandığı, adına yakışır görkemde bir alan burası. Oturduğu yerden üç kath yapıların sarı duvarlarını, balkonlara dizili saksılardaki çiçekleri, yüksek tavanlı odaların içini, az ötede palmiyelerin gölgesine sarmaş dolaş uzanmış gençlerin güneş yanığı tenlerindeki parıltıları bile görebiliyor. Öylesine yakınında her şey. Güneş yakıcı, insanlar dost. Dünya tüm kirlerinden yunup arınmış gibi. Alana acılan sokaklar ışık içinde. La Rambla caddesinin uğultusu iki kath otobüslerin homurtularıyla birlikte doluyor alana, kemerlerin taş duvarlarında yankılanıyor. ki dinginliğini sevdi. Yıllardır denizden uzak, bir Avrupa kentinin taş ve beton yığınları arasında yaşıyordu. Gökdelenlerin eski yapıları kuşattığı uyumsuz bir mahalledc. Ve denizi her görüşünde aynı özlem, aynı duygu kıpırdıyordu içinde. Dönmek... Çocukluğunu, yeniyetmeliğini yaşadığı kumsala, Akdeniz kıyısındaki o beyaz kente dönebilmek... Eşyaİarı tozlanan bir odanın duvannda, musafla yaldızlı "BismillahirrahmaniiTahiırı"in arasında eskiyip gidiyordu günler. Gunler yaşlı annesinin bekleyişinde çözülüp dağılıyor, duvarda gülümseyen Akdenizli esmer yüz yıpranıyordu. Oysa fotoğraflarda hcp aynı yaştadır yüzler. Ama yıllardır bir kentten ötekine, bir otelden bir başkasına sürükleyip durduğu kendi yüzünün, uzak bir evin duvarındaki fotoğrafta bile yaşlandığını, giderek sürgünde bir adamın kimliği olmayan yüzüne dönüştüğünü biliyordu. Geçen günler dam saçak demeden indiren, yağdıkça yağan kırkikindilerin toprağa işlemesi gibi sandık odasında unutulmuş okul defterlerinin, duvardaki fotoğrafların içlerine dek işliyordu. Sayfalar ıslanıp hamurlaşıyor, yazılar siliniyor, bakışlar eriyordu. Fotoğraftaki yüz, Barselona limanında demirlemiş gemilere bakıyordu şimdi. Ama gülümseyişini, tazeliğini çoktan yitirmiş, kalabalığa karışıp anonimleşmişti. Duvardan günde beş vakit namaza duran annesine, divanda uyuklayan kediye bakan gözler yabancı bir kentin limanında engine bakan gözler değildi. Oturduğu banktan kalkıp rıhtım boyunca yürüdü. Havada dönüp duran yelkovan kuşlarına baktı uzun süre. Bozkırın üzerinde günlerce uçtuktan sonra Toroslar'ı aşıp yumuşak tüylü, yorgun kanatlarıyla kumsala konan leylekleri düşündü. Evlerinin bacasına yuva kurup radyo antenini bozmuştu biri. Annesi Mekke'ye giden leyleğin yuvasmı yıkmanın büyuk günah olduğunu söyleyince radyoda müzik dinlemekten vazgeçmiş, kendini büsbütün kitaplara vermişti. Ne olduysa ondan sonra olmuştu zaten. Günler geceler boyu radyoda müzik dinleyip hayal kurmaktan başka bir şey düşunmeyen liseli delikanlı gitmiş yerine olgun, esmer güzeli genç bir adanı gelmişti. O yaz, bacadan uçup bir daha geri dönmeyen leylekle birlikte evi terk etmiş, Kırklara değilse de eylemci gençlerin arasına karışmıştı. Deniz az önceki gibi yatıştırıcı değildi artık. Eski yaraları depreştiriyor, göçebelik günlerini anımsatıyordu. Ani bir kararla yön değiştirip rıhtımdan uzaklaşarak yan sokaklardan birine saptı. Kraliyet alanına vanncaya dek, belki de giderek çoğalan, her an derin bir melankoliye dönüşmeye hazır duyguyu yüreğinden söküp atabilmek için, tspanya İç Savaşı'nı, kışlalarından çıkan Frankocu askerlerin Katalunya alanına doğru yürüyüşe geçtikleri kan ve ateş günlerini, Cumhuriyetçilerin olağanüstü direnişini düşünmeye çabaladı. Şimdi, Kraliyet alanında bir kahvede otururken, elli yıl öncesinin Barselonasını düşünmüyor artık. O beyaz güvercin de çırpınmıyor imgeleminde. Onu her yıl artan bir umutla bekleyen, hatimler indirip adaklar adayan annesinin varlığını da anımsamak istemiyor. Şu an yalnızca fspanya var belleğinde. tlk ispanya yolculuğuyla ilgili izlenimler. Kuzeyden güney batıya bir günde katetmişlerdi ülkeyi. Eski bir otomobilde iki kişiydiler. Franko yaşadığı sürece Ispanyol toprağına ayak basmamaya yemin ettiklerinden hiçbir yerde durmadan, Portekiz sınırına dek araba kullanmışlardı. 1974 yılının ilkyazında Lizbon'a, "Karanfiller Devrimi"nin coşkuy la yaşandığı kente gidiyorlardı. Bitip tükenmek bilmeyen yol boyunca gördükleri toprak rengi kiliseleri, buğday tarlalarını, tek tük bağları, karlı tepeleri anımsıyor. ispanya, bu görüntülerden, bir de Goya'nın resimleriyle Lorca'nm, Rafael Alberti'nin şiirlerinden ibaretti onun için. Hiç durmadan geçtikleri Ispanyol kentlerine, bir kez olsun konaklamadıklan hanlara, tepelerin yamaçlarına kurulmuş yıkık kalelere, camın dışından akıp giden bu yasak dünyaya duyduğu ilginin çok değil, on beş gün sonra bir karabasana dönüşüceğini bilemezdi elbet. İspanyol toprağına ayak basmamış olmanın, bir günlüğüne olsun yolları Uzerindeki Madrid'e, Toledo'ya uğramamanın eksikliğini ya da onurunu doğru dürüst yaşayamadan tspanya izlenimlerinin belleğinden siljnivereceğini nerden bilebilirdi! Lizbon dönüşü, bir sabah gazeteyi açınca gördüğü vahşet, yolculuk çağrışımlarının tümünü birden alıp götürmüştü. Artık onun için tspanya, uzun, çok uzun bir süre, gözleri yuvalarından dili ağzından fırlamış kireç rengi bir yüzden ibaret olacaktı. 1974 yılında sabaha karşı Barselona Cezaevi'nin avlusunda "garrote"yle boğularak idam edilen lberya Kurtuluş Hareketi militanlanndan Puig Antich'in yüzünden ibaret. Ölümun, bir demir halkanın soğukluğunda, cellatın elinden yaşam dolu, sımsıcak bakışiara doğru yayıldığı bu yüz, yirmi altısında bir delikanlının yüzüydü. Puig'in anısı uzun süre peşini bırakmadı. Gece sevişmelerini, sabaha karşı uykularını böldü. Dokunduğu her caniıda, yaşayan her bedende Puig'den bir şeyler vardı sanki, Yaşam onun dunyada devamıydı. Gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında, telekslere dolu taneleri gibi düşen ajans haberlcrinde her gün biraz daha kanıkşadığı kan ve vahşet in devamı. Şimdi, Puig'in kenti Barselona1 da güneşli bir kahveye oturmuş birasını yudumlarken, geçen zamanı düşünüyor. Cellatın vidayı her sıkışında biraz daha kırışan Akdenizli bir yüz geliyor akhna. Gözleri yuvalarından fırlamış bu kireç rengi yüzün gerçekte uzak bir evin duvarındaki fotoğrafta gülümseyen esmer yüzle aynı iklimde yeşerdiğini, aynı denize, aynı göğe, aynı güneşe baktığını, kimbilir alınyazısının belki de aynı leylek yuvasından etkilendiğini anlıyor. Her iki yüz de yok artık. Biri cellatın elinde vahşete, öteki zamanın çarkında unutuşa dönüştü. Oturduğu yerden kalkacak birazdan. Otelde öğle uykusuna yatmadan önce bir Iokantada, kalabalığın arasında tek başına yemek yiyecek. Elli yıl sonra özgürlüğe kavuşan İspanyol toprağına ayak basabilmenin mutluluğunu hiç kimseyle, çevresindeki gençlerle bile paylaşamadan. Onlar için pek fazla anlamı olmayan bir mutluluk bu. Kendi geçmişinden, bugünkü sürgününden kaynaklanan, ancak onun gibi göçebelerin anlayabileceği bir mutluluk. Oteldeyorgunluğunu, uyumadan geçirilmiş bir gece yolculuğunun değil, yıllardır sürüp giden dönüşsüz bir yolculuğun yorgunluğunu biraz olsun üzerinden atabilmek için banyoya girdiğinde aynaya bakmayacak. Ama öğle uykusuna vakit var daha. Güneş henüz tepeden vurmuyor. Kraliyet alanı uğultulu, kahveler kalabalık. Havuzun önünde güvercinlerin fotoğrafını çeken bir turistin objektifine onun yüzü de yansıyor arka planda. Bir güvercin ıslak kanatlanyla çırpınıyor. Tam deklanşöre basıldığı anda, tombul gövdesinden beklenmedik bir hızla çıkıveriyor objektifin çerçevesinden. Fotoğrafta, birkaç tüyle birlikte alana yabancı gözlerle bakan dalgın bir yüz kalıyor. • Bu sabah, doğan günle birlikte geldi Barselona'ya. Gelir gelmez de bavulunu Katalunya alanında bir otele bırakıp kalabalığın arasına karıştı. La Rambla'da, çınarların altından limana dek yürüdü. Kırmızı yeşil kuşların, papağanlarla kanaryaların, sakaların, uzun kulaklı boz tavşanların, allı pullu akvaryum balıklarının arasından geçerek. Bir panayır yeriydi Barselona; güvercinleri, kuş pazarları, çiçekçi dükkânlanyla onu doğanın büyüsüne çeken bir şenlikti. Ortada, çınarların gölgesine iki yanlı sıralanmış kahvelerin, gazete bayileriyle kitap sergilerinin önünden geçti. Her adımda yeni bir kenti keşfetmenin, bir kadın govdesine iik kez dokunur gibi kentin atan nabzını tutmanın heyecanını duyarak. Caddeyi diklemesine kesen dar sokaklar eski mahallelere doğru kıvrılıyor, gotik yapıların, taş duvarların arasından limana çıkıyorlardı. Yan sokaklara sapmadan bir solukta indi caddeyi. Limana vardığında yorulmuştu. Kristof Kolomb'un engine açılan gemileri seyrettiği yüksek sütunun önündeki bir banka oturdu. Her şey kendi renginde, kendi gerçekliğindeydi. Bembeyaz yolcu gemileri, alacalı bulacah motorlar, gökyüzünde her an patlamaya hazır Akdeniz güneşi. Sonra kuşlar, ağaçlar ve nemli sıcak. Kolomb'u Amerika'ya götüren Santa Maria'nın maketi bile yüzyıllar öncesindeki gibi derme çatmaydı. Denizin, gürültülü bir liman kentinde de olsa, uyumadan geçirilmiş bir tren yolculuğunun sabahında