23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

zına gitmeyip de burada, şu şeytan işi oyunlarla boşuna vakit geçirerek yüce Tanrı'nın ihsan buyurduğu soluğu boş yere harcadığınız için bir güzel hayıflanacaksınız sanır. Sırrı Bey, alıkça: Seni de görürüz, dedi. Yüzü hafifçe kızarmıştı. Gözlerinin az ön:eki donukluğu gittnişti. Kızmış olmalı. Getıe de önemsemedi o kadar. Saçsız başını sıvazladı. Çıkmayacak mısın daha, diye sordu lllıan'a. Çıkıyorum, çıkıyorum elbet. Ceketini giyerken: özür dilerim hocam, dedi. Sırrı Bey, boş boş güldü: özür dileyecek bir şey olmadı ki... "Seni de görürüz!" Koridora çıktılar. İlhan, içeri bir göz atıp kapıyı çekti. Sırrı Bey, bu sırada kapıcının odasına doğru hızlı hızlı yürümüş olurdu. Ilhan da son sınıfların çıkardığı "Koçan" adlı duvar gazetesinin önünde kalakalırdı. Suluboya rcsimlerle, yazılarla, asıldığından bu yana kimbilir kaçıncı kez, şöyle bir baktı. Gene "Koçan" yazısındaki "o"yu beğenmedi. Oldum bittim " o " harfini sevmezdi zaten. Sevememişti. Çıkışı yoktu çünkü. Hangi noklasından başlanırsa başlansın, yukarı ya da aşağı, gene yürümeye başladığı noktaya ulasıyordu insan. "Hep o bilinen, aşınmış, kof nokta. Yürümeye başladığımız nokta. Başlama noktalarıyla bitiş noktalarının daima çakışacağı harf. Bir kısır döngüdür bu. Bunu unutma hiç! Hiç ama hiç!" * "Biz galiba kötü seyirci olduğumuz kadar kötü oyuncuyuz da. Cinayetsiz, ölümsüz kendimizi anlatamıyor, kahramanımızı başka türİU çizmeyi beceremiyoruz. Böyle bir son olmadı mı oyunumuzu şaşırıyor, apışıp kalıyoruz. Ya da seyirci başka türlü anlayamıyor olanları. Ve Suat, koskocaman iki perde boyunca, sahnede bir bıçakla dolaşıyor da... Gerçi Suat'ın bıçağı yalnız helva kesmek için kullanması gerekti. Öyun böyle istiyordu bunu. Oysaki Suat, böylesini bir türlü yapamıyordu, yapamayacaktı. Bütün çabalamamız boşa gitmişti. Eninde sonunda bıçaktı bu elinde luttuğu, yavaş yavaş anlıyorum: Sarhoştum. Hem de hastaydım galiba. Aieşim olduğunu iyice hatırlıyoruın. Hllerim terlemişti. Artık anlıyorum, bıçaktı bu: Bütün ötekiler gibi onun da kara bir sapı vc keskin bir ağzı vardı. Biley taşına tutulmuş parıltıh bir ağı/ hem de. Karanlıkta da soluklarını kesip bekleyenleri.. Anlayamadım. Ellerim, kendiliğindcn, birdcnbire, belki de delice gerilip sıkılmıştı. Yumuşacıktı elimin altındaki ve ellerim terliydi. Karanlıktakiler soluksuz bekliyorlardı. Hep beklerdi onlar. Belki de bütün cinayetlerin suçunu bu soluksuz bekleyişe yüklemek vardı. ölüm gerekliydi artık. Suat hazırdı. Kimbilir, belki de, günün birinde, sıcak bir mayıs ikindisinde, ölü olarak bildiğimiz, yani, elimizle gömdüğümüz adamlardan biri, küçük bir yol çantasıyla kahvenin kapısında belirip, dışarda, güneşin kızarttığı kirazlara sessizce kar yağdığını şaşırmadan ve sanki yağan şey, IIIK bir mayıs çiseltisiymiş gibi, korkusuzca haber verecekti. Aptalca kaçışmaya çalışanlar olacaktı o zaman. Adam, usııl usul gülüp duracaktı..:' Göreceksin Naci, dedi İlhan, oyunu herkes çok beğenecek! "Suat hazır nasılsa. Bıçak, harekete geçmeli öyleyse:' Voleybol alanındaydılar. Oyun yeni bitmişti. Az sonra Yalovalı Kemal'in orada olacaklardı. Çabuk cabuk giyiniyorlardı. Naci, eğilmiş ayakkabısını bağhyordu. Kendisine, damdan düşercesine bir şey söylendiğinde yaptığı gibi, başını isteksizce, ağır ağır çevirip bir şey demeden llhan'ın yüzüne kısık kısık baktı. Yalnız gözlerini iyice görebilmişti tlhan. Lambalar yanmıyordu. Karanlık çokçaydı. Bir şey çıkaramadı. Zaten Naci, işini çarçabuk bitirip çoktan Yalovahnın yolunu tutmuş olan ötekilerin ardından seğirtmişti bile. O da yürüdü. Sonra durdu. ötede deniz, sinsi sinsi kabarıyor, tepede çığlık çığlığa bir martı uçuyordu. Kıyıya yığılmış çöpler, kötü kokularını ortalığa yayıyor, yanından hızla bir bisikletli geçiyor, bir horoz, yanlışlıkla, ötmek istiyor, bir kedi, korkarak miyavhyor, öndekiler, ilk kez sessiz, çıt çıkarmadan yürüyorlar. İlhan, her zamankinin tersine, oğlanlann sessizliğine içerliyor, bağırıp çağırmalarını istiyor, oysaki onlar, ilk kez susmalarının tadını cıkarıyor ve lambalar bir türlü yanmak bilmiyor, kasabanın bütün lambaları, hâlâ karanlığı söküp atamıyordu. • Şehrin en kalabalık yerlerinden birinde, sabatıın saat altısına doğru, elinde dolu bir tabanca bulunan koca yüzlü, yapılı bir adam, yatağından kalkar kalkmaz, beşinci kattaki odasının penceresini ardına kadar açıp önüne bir sandalye çekti. Ve gelip geçen gürü^ tülü tramvaylara, otomobillere, simitçilere, salepçilere, saat altı göğünün altındaki yaya işçilere, alaca sabahın küçük gazetecilerine karşı tabancayı şakağına dayayıp, orada, kuru sandalyesinin Ustünde saatlerce kaldı. Kalabalığa karşı, üylece sırıtarak uzun zaman oturdu. Polislerin bütün yalvarmaları boşa gitti. Yanına kimseyi yaklaştırmadı. Tabancayı da şakağından bir türlü ayırmak istemedi. öylece, sırıtarak oturup durdu. Tetiği de çektiği yoktu. Sonunda, öğleye doğruydu, uğuldayıp duran şaşkın kalabalığı, belki de dağıtmak isteğiyle, tabancasını, kaş göz arasında, yola çevirip ateşledi. Ağzı açık seyirci çocuklardan biri, hemen oracığa, kaldırımın üstüne sessizce yığılıverdi. O arada adam, tabancasını sokağa düşürmüştü. Pencereyi hızla kapayıp içeri çekildi. Polisler, kapıyı zorlayıp odaya girdiklerinde, adamı, odanın ortasında, boylu boyunca uzanmış buldular. Doktorun çarçabuk çiziktirdiği ölüm raporu çok basit ve akla en yakın olanıydı: "Kalp sektesi.." Bu olay da, ötekiler gibi, gazetelerde uzun boylu dikkati çekmedi. O gün için ilgi çekici bulundu. Ama ertesi günü, hiç olmamış gibi, unutulup gitti. Belki karlı bir kış günüydü. Yollar kapajı olduğundan gazeteyi kasabalılar göremedi. Daha birçoklarından olduğıı gibi, bu olaydan da habersiz olabilirdiler. Ya kendisi? O, her şeyi biliyordu. Bu kasabada tıkılıp kalmıştı işte. Üstelık hiçbir şeyi değiştiremiyordu. Herkes gibiydi. Hepsinin yaptığını yapmaktan başka bir şey yapmıyordu, yapamıyordu. Yalovalı Kemal'in oraya doğru gidenlerin ardına takılmaktan başka ne gelirdi elinden. Bahçede yalnızdı. Ağaçlara asılı ampullerin içinden, ansızın, bir kedi, dalları sıyırtarak, ok gibi geçti. Korkuyla yerinden sıçradı. Lambalar, hemen o anda, çıt edip yandı. Cebinde dörde katlanmış olarak duran mektubu, az önceki karanlıkta, hışırtıyla buruşturmuşken fırlatıp atmaktan birdenbire vazgeçti. Bir zıplayışta korkuluğu aşıp denize indi. Karşı kıyının ışıkları yanıyordu. Karanlık, dipten doruklara doğru, yavaş yavaş yayılırken tepeler yer yer aydınlıktı. Denizin içinden karşı tepelere ağır ağır yürümeye koyuldu. Sonradan, "Yüzümü yıkamak için denize indim aptallar" diye bağıra bağıra konuşurken, ötekilerin beyaza kesmiş, soğuk, taş yüzlerinin büsbütün dilsizleşecek bakışlarını düşündüğü için şimdiden gülüyordu. TJ YEMEK Güneş Schneider Gül reçeli 500 gr. reçellik gül yaprağı (Kızanlık gülü, okka gülü). 1 kg. şeker 2 limon 1/2 It. hakiki gül suyu. Gül yapraklarının beyaz uç kısımlannı makasla kesin. Bir süzgece koyun, kaynar su dökün üstüne ve hemen arkasından buzlu suya batırın gülleri. Bunu 3 kere tekrarlayın. Suyunu iyice süzüp bir tencereye koyun, içine limon. suyu ve 250 gr. şeker ilave edin. Ayrı bir yerde geri kalan şekerle gülsuyunu şurup haline getirin. Pişirirken üstünde biriken köpükleri alın. Şekerli gül yapraklarının içine atın. Kısık ateşte devamlı karıştırarak koyulaştırın. Soğuduktan sonra kavanozlara koyun. Kavanozları serin yerde muhafaza edin. Nekahat devresindekiler ve yorgunluktan şikâyetçi olanlar bol bol yemeli. Mutfağa giren çiçekler ittiğim davetlerden birinde tattığım mezelerin, yemeklerin, tatlıların tadı hâlâ damağımda. Ama bu yemek bildiğimiz "klasik mutfak" veya "yeni mutfak" türü değildi. Bambaşka bir sofra idi. Davetin verildiği villanın girişi çiçeklerle bezenmişti. Salon tropik bir bahçeye çevrilmişti; Masanın üstünde çeşitli çiçek aranjmanları vardı ve işin en enteresan tarafı, bütün yemekler çiçeklerden yapılmıştı: Menekşe sirkesi ile servis edilen menekşeli piyaz, güllü ekmek, çayır papatyası çorbası, zambak yağlı krizantem salatası, mürver çiçeği omleti, rosto yanında servis edilen hindibağ ballı karanfil çiçeği kızartması, yıldız çiçeği tatlısı, rodan çiçekli puding, leylak parfesi, muhabbet çiçeği şarabı. Özünü kaybetmeden yeniliklere her zaman açık olmaya inandığımdan bu çiçek sofrası bana çok cazip geldi. Hayalî, divanında "Hayli müşkildir kişi terkeylemek mutâdını" diyor. Hakikaten insanın alışkanlıklarından ayrılması zor ve kendi damak zevkini belli yöre ve milletlerin yemeklerinde bulamaması G olağan, fakat illa da her yemeği maydanozla süslemek şart değil. Tatlı yaparken, belli çiçeklerin özünden faydalanmak, geçmiş çağlarda da geçerliydi. Içinde gül suyu olmayan güllaç, bir su muhallebisi veya badem ezmesi düşünülemez. Kuzey Afrika mutfağında ise portakal çiçeği suyu çok kullanılır. Bizde de satılan bu nefis kokulu sıvıyı, mutfağa meraklı bazı hanımlarımız kullanmakta. Gelincik şurubu ise birçok evde hâlâ tüketilmekte. Eski Yunanlıların sofralarında bahar aylannda gelincik salatası bulunurdu. Eskiler çiçeklerin sihirli olduklarını da düşünmüşler. Yemeği yapılan hodan çiçeklerini şekere ya da bala batırıp yiyenlerin kara sevdaya tutulmayacağına inanmışlar. Birçok çiçeği mutfakta kullanabileceğimiz gibi, yüksük otu, sarısalkım gibi zehirli çiçeklere dikkat etmeli. Değişik çiçeklerle yapılan yemekler enteresan olmakla beraber yine de biz, damak tadımıza en uygun veya yakın olanlarıyla baharda birkaç çeşit tatlı ve içecek yapabiliriz. Z Menekşe bisküvıleri 250 gr. menekşe yaprağını 500 gr. şekerle beraber karıştırarak, ateş üstünde hafifçe ısıtın. Diğer tarafta 1 yumurta beyazını hafifçe çırpıp kar haline getirin. icine 20 gr. pudra şekeri koyun, tekrar çırpın ve menekşe şeker karışımımn üstüne döküp karıştırın. Yağlanmış bir kalıba döküp 2030 dakika orta ısılı fırında tutun. 27
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle