29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

‘KALABALIKTAN BIRILERI’ VE ‘TORIK AKINI’ ‘Yaşam gerçeği öykülerimin özü’ FOTOĞRAF: LÜTFİ ÖZGÜNAY Adnan Özyalçıner: Geçmişin karabasanlarını, geleceğin mutlu düşlerine dönüştürmek değil midir yazarın, sanatçının görevi? İnsanların kendi yarattıkları uygarlığın bütün zenginlikleriyle güzelliklerinden eşit pay alması/alabilmesidir aslolan. NAZMİ BAYRI Son iki kitabınız diyebileceğimiz Kalabalıktan Birileri ve Torik Akını kitaplarınız sizin bugüne kadar süregelen öykü anlayışınızdan biraz uzağında kitaplar. Biçim, biçem olarak farklı kitaplar. Buna değinebilir misiniz? Öykü anlayışımın uzağında sözünü kabul etmiyorum. Çünkü öykü anlayışımda da, toplumcu görüşümde de bir değişiklik olmadı. Genelde insanı, özelde insanımızı toplumsal yapımız içinde, siyasal, politik ortamı da – güncelliği demek istiyorum – göz önünde tutarak geçmişten geleceğe uzanan yaşam gerçeği öykülerimin özünü sürdürüyor. Yapısal bir farklılık olabilir. O da kısalık, uzunluk, anlatımsal özellikler bakımındandır. n Bir de olay öykülerinin yanı sıra durum öykülerinin kestirmeliği var. Değişikmiş gibi gelmesi ondan olmalı. Benim 1964 Sait Faik Hikâye Armağanı kazanan ikinci öykü kitabım Sur da son kitabım Torik Akını gibi uzunları yanında kısa öykülerden oluşmuştu. O zamanlar bugünkü gibi “kısa, kısarak, küçük, küçürek” denilen öykülerden hiçbiri yoktu. İcat edilmemişti daha. O yüzden kitaptaki öykülerin tanımını “exercise” karşılığı “alıştırmalar” yapmıştım. O gün olduğu gibi, bugün de bir metnin öykü olabilmesi, yazının başlangıcıyla sonunu bağlayan bir çerçeve içinde yapılanmasına, içinde belirli bir iletisinin olmasına bağlıdır. n Sanırım Çehov’un bir sözüydü, “Zamanı yoktu uzun öyküler yazıyordu, şimdi zamanı var kısa öyküler yazıyor,” bu söz sizin için ne kadar geçerli? Çehov’un o sözü, yazılanlarda – öyküde demek istiyor elbet – yoğunlaşmak gerektiğini söylüyor. Benim öykü yazma zamanım kısasında da, uzununda da değişmiyor. Çünkü öyküler önce kafamda gelişiyor. Kâğıda işlenmesiyle kısa bir öyküde uzun bir süreyi, uzun bir öyküde kısa bir süreyi kapsayabilir. n Torik Akını kitabınız, çocukluk, gençlik, olguluk yıllarından iz bırakan dönemin ekonomik, siyasal, sosyal yaşamına da ışık tutuyor. Ne dersiniz? Torik Akını, özü ile biçimi açısından benim öykü yapımın tipik bir örneği diyebilirim. Özünde yaşamda insanın toplumla olan ilişkileriyle çelişkilerinden kaynaklı. Biçiminde de geçmişten bugüne uzanan bir süreci kapsıyor. Babanın ağzından günümüze metaforik bir ileti bırakarak. AYAYA n Kalabalıktan Birileri, kitabınız için, deneme, kısa, kıpkısa öykü, belki biraz da gözleme dayalı anı öyküler toplamıdır diyebilir miyiz? Kalabalıktan Birileri kitabındaki metinleri değinmeler üst başlığıyla yazmaya başladım. Kitapta da bu metinler, “izlenim” olarak tanımlanmıştır. Zaten kitabın ana başlığının altında da şu not yer alıyor: Yaşam, yaşananlar, düşler, düşünüşler. Bundan da anlaşılacağı gibi hayalleri, düşünceleri, düşleriyle yaşadıklarımızın izleri. Güncel açıdan baktığımızda da bize yaşatılanların – dayatılanların da diyebiliriz – eleştirileri. Ben değinmeleri öykü, öykücük gibi düşünmekten çok yaşadıklarımızı, bize yaşatılanları insansal, toplumsal, siyasal, politik olaylarla olgularla yazınsal bir metinle göndermeler yapmak olarak görüyorum. Yeter ki, benim görüp göstermek istediklerimi okurun da görebilmesi, acısını hissetmesidir. Hep birlikte ses çıkararak karşı koyabilmemizdir. Acıların sevince, savaşların barışa çevrilebilmesi için. n Torik Akını, kitabınızdaki “Cennet Bahçesi,” öykünüz dünyada ve Türkiye’deki siyasal yansımalara çizikler atıyor. 68 kuşağından 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ne ve sonrasına bir uzam var. Üç kuşağın yaşam pratiklerine bir gönderme ve bugüne anımsatmalar söz konusu, görüşleriniz nedir bu konuda? Bu öyküyü anlatmakta ki amacım, yıkımın, herhangi bir mekânın, eşyanın yıkımıyla insanla toplumun yıkımının nasıl adım adım geldiğini vurgulamaktı. Halkın yararlandığı bir bahçe olan mekânda eşitçe paylaşılan bir güzelliği yok ederek yerine yalnız üst kesimin yararlanacağı binalar dikmekle ekonomik, politik, siyasal, toplumsal çöküntümüzün nasıl hızlı dibe vurduğunu göstermekti. İstanbul’un tarihsel, toplumsal zenginlikleriyle güzelliklerinin daha nicelerinin böyle böyle halktan nasıl uzaklaştırıldığını/ uzaklaştırılabileceğini duyumsatmaktı. Sonuçta öykü kahramanlarının Gezi Parkı’na gitmeleri, orada oturur ken Dolmabahçe’de Amerikan askerlerinin nasıl denize döküldüklerini anımsamaları, toplumsal baskılara karşı çıkılması gereğinin vurgusuyla Gezi eylemlerine bir gönderme oluşturmaktadır. n Büyük Şemsiye, başlıklı anlatı, “...Şemsiyeleri tek tek karıştırdım. Her birini açıp kapayarak büyük olanını aradım. Yoktu. Çünkü sen yoktun,” diye bitiyor.  Sennur Sezer’le 50 yılı aşkın arkadaşlığımızla birlikteliğimizden gelen yaşanmışlığın sürdüğünün/süreceğinin göstergesi o öykü. AYAYA n Çevre sorunları, politik gelişmelerden kesitler, umutsuzluk, barış,emek, ayrılık, kitap fuarı gözlemleri şiirsel bir dille anlatılmış özellikle Kalabalıktan Birileri kitabınızda.  Ne dersiniz? Demiştim ya, değinmeler adını verdiğim bu metinler, günümüzde yaşadığımız/yaşatılan politik, siyasal, toplumsal olayların bizde kalan, kalması gereken izleri. Gelecek düşlerimiz, hayallerimiz, düşünüşlerimizle birlikte. n Muzaffer İzgü ile olan bir anınız benim de yüreğimi burktu. Sizin kuşak birbirinize gereken değeri verirken, sizden sonrakilerde bunu pek göremiyoruz. Bizim kuşağımızı bir araya getiren baskılardır. Demokrat Parti diktasından başlayarak 12 Mart 1971 muhtırasına, sonrasında 1980 askeri darbesine varana kadar. Baskılar karşısında varlığımızı korumak adına direnen bir güç olma güdüsüydü bizi bir arada tutan. Bir anlamda kültürel karşı koymaydı. n A. Çehov, alaycı, eleştirel tavrını hayatı boyunca sürdürmüştür. Bunu sizin öykülerinizde de görüyoruz.  Alaycı, eleştirel tavır durum öyküsünün değişmez ögelerinden biridir. Benim öykülerim, olaya da karışsalar, sonuçta bir durum saptamasıdır. Özellikle insanın insanla, insanın toplumla, doğayla dahası yaşadığı kentle, ülkeyle, dünyayla ilişkilerindeki çelişkiler, bu alaycı, eleştirel durumu, ister istemez yaratıyor, Güler misin, ağlar mısın gibisinden. n 12 6 Haziran 2019 ‘Ben varsam, Sennur da var olmalı/olacak’ Geleceğin düşlerine ilmekler n Kalabalıktan Birileri ve Torik Akını kitaplarınız geçmişin izleriyle geleceğin düşleri arasına ilmekler atıyor, bana göre. Yanılıyor muyum? Geçmişin karabasanlarını, geleceğin mutlu düşlerine dönüştürmek değil midir yazarın, sanatçının görevi? Edebiyatın, sanatın işlevi bu değil mi? İnsanların kendi yarattıkları uygarlığın bütün zenginlikleriyle güzelliklerinden eşit pay alması/alabilmesidir aslolan. Edebiyatın sanatın gerçeği, barış içinde birarada yaşanacak dünyadaki bu paylaşımda yatar. Hep SeninleSennur’la Konuşmalar, Adnan Özyalçıner’in Sennur Sezer’in sesi ve soluğuyla, yaşıyormuşçasına yazdığı kitap, şiir ve yaşamla iç içe metinlerden oluşuyor. GAMZE AKDEMİR [email protected] S evgili Sennur Sezer’den sakladığınız, 5 Nisan 2014’de yazmaya başladığınız ve adını “Günübirlik Düş(ünce)ler” koyduğunuz bir defterle başlıyor her şey. Hangi düşler ve düşüncelerle kaleme aldınız? Günlük yazmayı sevmem, sevmedim de. “Günübirlik Düş(ünce)ler” gün gün yazıldığından başlığını öyle koydum. Günlük yaşamın, yaşadıklarımızın, bize yaşatılanların – dayatılanların mı desem – bendeki yansımasıydı o kısa metinler. Düşlerimin eşliğindeki minik öykümsüler. O metinlerde yaşananlar, yaşadıklarımız, öykü anlayışımın gereği düşlerle karıştığı, gelecek hayallerimi içerdiği için öyle bir başlık altına almam doğaldır. Hep Seninle Sennur’la Konuşmalar’a dönüşmesi Sennur’un 7 Ekim 2015’te alıp başını gidişiyle oldu. Yaşadıklarımdan, yaşadıklarımızda Sennur’un da birlikte oluşuyla. Onun da tanıklığıyla. n Kitabın her bölümü bağımsız da okunabilecek bir biçeme sahip. İçeriğini bu bağlamda da değerlendirir misiniz? Sennur’un çekip gidişinin ardından üç yıllık bir yaşanmışlığın dökümü yer alıyor kitapta. Her öykücük (her metin) kendi içinde bütünlendiği gibi, birbirini izleyen bu metinler de ayrı bölümler olarak o öyküleri oluşturdu. Yaşamın, yaşadıklarımızın izini sürmenin sonucunda elbet. Kurgusal yapısı böyle de, içeriği açısından kitabımda yazdığım Kısa Bir Açıklama’nın şu bölümü doğrulayacaktır demek istediğimi: “Kitaptaki öykülemelerin içinde hangimiz sen, hangimiz ben birbiriyle karıştı. Kalanla giden ayırt edilmiyor birbi rinden. Çünkü ikimiz biriz, birbirimiz de ikimiz. Yani ikimiz de – senle ben – kalanız. Kalacak olanız. En azından bu kitabın bildirimi açısından bu böyle olmalı. Unutma!” İşte böyle ben varsam, Sennur da var olmalı/olacak. Hepsi bu. n Hep SeninleSennur’la Konuşmalar, Sennur Sezer’e nasıl bir elveda ve yeniden merhaba? Deftere yazdığım her metin, yaşamın, yaşadıklarımızın tanıklıkları. Sennur yaşıyormuşçasına onun da tanıklıklarıdır anlatılanlar. Onun sesi, onun soluğuyla. Sennur, yaşanan hemen her olayda bir şiiri, bir sözüyle var oluyordu. Üç yıl boyunca bütün yaşanmışlıklar içinde ikimizin de düşleri, hayalleri var. “Seni sen, beni ben diye anan ikimiziz biz” dediğimce. Dostlarımızla, arkadaşlarımızla yaşadıklarımızın yaşananların sürmesinin/süreceğinin anlatımıdır Hep SeninleSennur’la Konuşmalar’daki her satır, her sözcük. Canlı/capcanlı bir biçimde. Bugün de sürüyor bu birliktelik/iç içelik. İşte “Unutamıyorum” başlıklı 24.3.2019 tarihli o metin: “Unutamıyorum... Düşler de olmasa karşılaşamayacağız. Arkamdan heyecanla üstüme atılarak bütün gövdenle sarılmanı unutamıyorum. Yüzünün yüzüme değişini, saçlarının kokusunu, soluğunun ılık bir bahar esintisi gibi ensemi okşayışını, yüreğimde duyduğum yürek çarpıntısını, diri memelerinin tenimi yakışını. Bir de kireçlenen omuz başlarımın geceleri azıtan ağrısının sıcaklığınla şıp diye kesildiğini. Unutamıyorum.” Dedim ya, defterdeki bu metinler, Sennur çekip gidince yayımlanmaya başladı. Öteki metinlerde birlikte. Onlar “Değinmeler” üst başlığıyla Evrensel’in pazar sayfalarında yayımlanıyor. Bir bölümü Kalabalıktan Birileri adıyla bir kitap da oluşturdu. n PETER STAMM’DAN ‘UZAĞIN ÖTESİNDE’ Gündelik hayatın yazarı Peter Stamm, bu kez bir terk edişin öyküsünü anlatıyor. CAN SEMERCIOĞLU K urgunun sınırları her geçen gün genişliyor. Dijitalleşme ve fantazi dünyasının erimi nin giderek artması anlatılan hikâyelerin de giderek çeşitlenmesini be raberinde getiriyor. Teknoloji bazlı dis topyalardan hiç var olmamış dünyalara kadar farklı ölçütlerde kendini yenileyen ve düşünsel ve algısal sınırlarımızın öte sine geçmeye çalışan bir kurgu var. Öte yandan da gündelik hayatımızın derin liklerine daha da inmeye çalışan, sıradan duygularımızın aslında hayatımızın akı şını belirlediğini bize ısrarla hatırlatan bir kurgu damarı var. İsviçreli yazar Peter Stamm de bunlardan biri. Türkiye’de de ses getiren Yedi Yıl ro manında bir ayrılığın anatomisini ele alan Stamm, Uzağın Ötesinde’de ben zer bir evrende bu kez bir terk edişin öy küsünü anlatıyor. Eşi Astrid’le birlikte İspanya’da yaptıkları tatilden dönen Tho mas, bir gün kimselere ses etmeden ev den öylece çıkıp gider. Herkesten, özel likle de eşi ve çocuklarından uzaklaşma yı hedefleyen Thomas, arkasında eşinin nereye gittiğini merak eden ve sorgula yan Astrid’i bırakır. Thomas kâh tuhaf yerlerde yatıp kalkar, kâh or manın içine dalar, kâh aç lıkla mücadele eder, eşi Astrid ise çocukları na babalarının geri döneceğini söyle se de içinde bulun duğu belirsizlikten çıkış yollarını arar. Thomas’a göre bu bir özgürlüktür, Astrid’e göre ise yalnızlık. Thomas o anda özgür lüğün içine mi dalmış tır, yoksa yalnız lığın ortasına düşen ço cuklarıy la birlik te Ast rid mi dir, bi linmez. Uzağın Öte Peter Stamm sinde, bu soruya yanıt vermez. Stamm bu sorulara yanıt aramak yerine, içinde bulunduğumuz çağın ilişki dünyasına dair sorular sorar. Bu sorular, dile gelen sorunlar aslında idealize edilmiş karakterlerin değil, gündelik yaşamımızdaki gerçek kişilerin, yani bizim sorduğumuz sorular. Bu anlamda Stamm’in karakterlerine “antikahraman” yaftası yapıştırılabilir tabii ama bu kolaycılık olacaktır. Çünkü ne Thomas ne Astrid ne de Yedi Yıl’daki karakterler bir figürün temsili değildir. Tam tersine içinde bulundukları sıradanlığın, rutin hayatın akışı içerisinde hepimizin alabileceği kararları alarak bir yola giren karakterlerdir. Bir ayrılık, boşanma, terk ediş: Bunların hepsi hayatın olağan akışı içinde gerçekleşir Stamm’de. Sıradışılığa asla mahal vermez. Her ne kadar alınan kararlar bazen mantıksız olsa ve olayların gelişimi saf tesadüfden ibaret olsa da. KİŞİLİKLER Stamm, Uzağın Ötesinde’de öteki kitaplarında olduğu gibi orta yaş ve orta sınıftaki karakterleri anlatmayı sürdürür. İsviçreli yazarın sınıfsal özgünlüklere ve ayrıntılara odaklanması, onu bir anlamda bir “orta sınıf yazarı” haline getiriyor. Hırsla sınıf atlamaya çalışanlar, içinde bulunduğu koşulları cennet gibi görenler, orta sınıfın banalliğinden kaçmaya çalışanlar… Uzağın Ötesinde’deki bir başka dikkat çekici özellik ise yazarın olayları tek bir kişinin gözünden anlatmaması. Thomas başından geçenleri anlatırken, geride bıraktığı hayatına dair düşüncelere sahipken, eşi Astrid de kocasının niye onu terk etmeye çalıştığını kendi sözcükleriyle sorguluyor. Son yıllarda her bir karakterin kendi dilinden konuşması yükselen bir trend. Yazımı ve kurgusu her ne kadar zor olsa da her karakterin kendi özgünlüğünü saf biçimde anlatmanın en iyi yollarından biri. Ancak Stamm gibi çağımızın ilişkileri üzerine kafa yoran bir yazar için bu anlatım mucizeye dönüşebiliyor. Uzağın Ötesinde, tıpkı Yedi Yıl gibi Stamm’in gündelik yaşamın ayrıntılarına odaklanırken ne kadar usta bir yazar olduğunu gösterdiği romanlardan yalnızca biri. n Uzağın Ötesinde / Peter Stamm / Çev: Levent Tayla / Nebula Kitap / 139 s. / Nisan 2019 136 Haziran 2019
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle