Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Edebiyatta 1950 Kuşağı Türkiye tarihinin önemli bir toplumsal dönemecine denk düşen 1950’li yıllarda ürün vermeye başlamış edebiyatçıların ortak özellikleri, hemen cumhuriyet sonrası doğmuş, başka deyişle, “cumhuriyet modernleşmesi” denilen olgu içinde yetişmiş ilk kuşak olmaları. Edebiyatımızın en verimli, en üretken, en renkli, belki en “yenilikçi” kuşağından söz ediyoruz. H âlâ onların ürünleri üzerinde konuşuluyor ve onları hâlâ “aşılmamış” sayanlar var. Onlar sanki hâlâ oradalar ve Babıâli yokuşunda onlarla karşılaşmak sanki hâlâ mümkün. Ben de, bu duyguyu en çok 1950’lerin başında bir edebiyat heveslisi ve gizli parti mensubu bir genci konu alan Bir Gün Yeniden adlı romanım yayınlandığında yaşadım ve kendimi sıklıkla, romanda da adları geçen Fethi Naci, Şükran Kurdakul, Leyla Erbil ya da Attilâ İlhan acaba buna ne derdi diye düşünürken buldum. Edebiyatımızın en verimli, en üretken, belki en “yenilikçi” kuşağından söz ediyoruz. Benim doğduğum 1951 yılında, onların çoğunun adları bilinir olmuştu. Şu işe bakın ki, Malatya kırsalında, elekriği ve suyu olmayan atadan kalma geleneksel tipte bir evde, ben onlarla iç içe büyüdüm. Çünkü, gömme dolaplara, meyve sandıklarına, onların yazıp çizdiği dergiler ve kitaplar tıkıştırılmıştı. Annem ve babam, bu kuşağın mensupları olarak, edebî ürünlerinin de izleyicisi idiler. Babamın bir bölümüyle gençlik derneklerine dayanan dostluğu vardı, İstanbul’a geldikçe ziyaretlerine giderdi. KÖTÜ BASKILI KİTAPLARLA GELEN YENİLİKLER Türkiye tarihinin önemli bir toplumsal dönemecine denk düşen 1950’li yıllarda ürün vermeye başlamış edebiyatçıların ortak özellikleri, hemen cumhuriyet sonrası doğmuş, başka deyişle, “cumhuriyet modernleşmesi” denilen olgu içinde yetişmiş ilk kuşak olmaları. Bu dönemde, 1940’ların atama yoluyla milletvekili olan edebiyatçı tiplerine pek az rastlanır. Edebiyatçılarımızın sınıfsal kökeni, “yüksek zümre”den aşağıya doğru kaymıştır. Bu dönemde, edebiyatta tutum ve anlayışların çeşitliliği, ayrıca bu tutum ve anlayışların hem çok belirgin hatlara sahip oluşları, hem de hiç birinin “dominant” olmayışı, dolayısıyla “kardeşçe” bir arada yaşayabilmeleri biçiminde belirmiştir. Edebiyat, bu dönemde “resmi ideoloji”ye de fazla kapılanmadan, kendi piyasasını kurabilmiştir. “Piyasa” deyince akla günümüzdeki gibi toplumun bütün hücrelerine yayılmış bir “piyasa ekonomisi” içinde, metalaşmış ürünlerle yer tutmak gelmesin. O dönemde, devletçilik, özel sektör ve geleneksel üretim tarzları üç parçalı bir ekonomik sistem görüntüsü veriyordu. Bir “sektör” olmayan edebiyat, kendi yağıyla kavruluyor, finansmanını da kendi içinden gelenler eliyle sağlıyordu. Batıda, sanayi devrimi sonrası, gündelik koşturmacalar içinde okunsunlar diye icat edilen “cep kitabı” modeli, ilk kez 1930’larda Serteller eliyle ülkemizde de denenmişti. Enine renkli çizgilerle hemen ayırt edilen bu kitaplara sahaflardan aşina olanlar vardır, bizim evde de bir raf dolusu vardı, ilk gençlik dönemimde çoğunu elden geçirmişimdir. Bu format, asıl 1950 sonrası kitap piyasasını tutmuştu. Örneğin, Var lık Yayınları sadece bu formatta basılıyordu. Ayrıca, 1950 ve 1960’larda, Yeditepe, Seçilmiş Hikâyeler, Düşün Yayınevi, a dergisi yayınları, Ataç Yayınları... gibi bu kuşağın ürünlerini yayımlamış yayınevleri, çoğunlukla bu formatla kitap çıkardılar. Edebiyata “içerik” olarak da yansıdığı üzere, o yıllar “yokluk yılları”ydı. Aynı durum baskı teknolojisi için de geçerliydi. Kitaplar, olabildiği kadar “minimal” maliyetle kotarılmaya çalışılırdı: 8 10 punto ile dizilmiş satırlar, “çamur gibi” bir baskı, rengi silik ve soluk kapaklar... BİR MEVSİMLİK ÖMÜR Dönem edebiyatı, yine de bu şartlarda çeşitlenebildi, yeniliklere yönelebildi. Örneğin, Bilge Karasu’nun Türkiye’de modernist edebiyatın öncü örneklerinden sayılan Troya’da Ölüm Vardı’sı, 1963 yılında Forum Yayınları arasında yine cep kitabı boyutunda çıkmıştı ve formalar kapağa dikişsiz olarak yapıştırılmıştı, yani sayfalar yerlerinden çıkıp duruyordu. İşin ilginç yanı, bu kitabı, daha bir çok kitap gibi, üniversiteye başladığım yıllarda, basımından nice yıl sonra, kitapçıda bulup alabilmiştim. O tarihte kitapların ömrü “bir mevsimlik” değildi. Örneğin, Seçilmiş Hikâyeler (sonradan Dost) dergisinin yayımladığı kitaplara baskı sayısı da konurdu ve bu sayı genellikle 3000 5000 arasında olurdu, her kitap yıllar boyunca rafta kalırdı. 1950 VE 1960’LARIN BEREKETİ “İkinci Yeni” gibi en önemli şiirsel yönelişlerden biri bu kuşak eliyle gerçekleşti. Hikâye ve roman alanında da, bu yönelişe paralel gelişmeler oldu. Sait Faik’in son hikâyelerinin yanı sıra, batı edebiyatındaki gelişmelerden de etkilenmiş olan, sonraları a dergisi çevresinde kümelenen, çoğu şehir kökenli genç yazarlar, ilk kitaplarını da bu derginin yayını olarak çıkardılar. Yine, o güne kadar “manzume” niteliğini aşamamış mistik İslami şiir, Sezai Karakoç eliyle bu dönemde çıtayı modern şiire yükseltti ve bu payda ile kabul görmeye başladı. Bu kuşağın Köy Enstitüsü kökenli yazarları eliyle ise, ülke insanlarının büyük bölümünün kapanıp kaldığı ve ilkel şartlarda yaşadığı bir dünya görünür hale geldi. Köy kökenli edebiyatçılar arasından şairden çok hikâyeci çıkması “anlatmak ihtiyacı”nın ağır basmasıyla ilgili olsa gerek. Öte yandan, tam da bu yıllarda, ülke “hür dünya”ya intikal ederken, yönetenler toplumsal muhalefet akımlarını bastırma doğrultusunda da “zımni” bir taahhütte bulunmuş ve bunu hemen uygulamaya koymuşlardı. Önceki kuşaktan olup da, “hayat şartları”nı, cezaya yatırılmaları, engellemeleri olağanüstü yetenekleriyle ancak aşabilen gerçekçi yazarlar, sözgelimi Üç Kemaller, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz vd. asıl önemli ürünlerini bu dönemde verebildiler. Buna karşılık, şiirin “ajitatif” özelliğinin göze batar oluşunun yol açtığı engellemelerden ve bunun getirdiği motivasyon eksikliğinden, sosyalist şairler daha sınırlı bir etkinlik gösterebildiler. Ürünlerin bu kadar “bereketli” olduğu bir ortamda, edebiyat eleştirisinin de lojistik destek sağlamak amacıyla “hazır ve nazır” olması, doğaldır. Ataç’ın “izlenimci” eleştirisi, biraz “sosyolojik” biçimde olsa da, bu dönemde aşılır olmuştur. Ancak o alanda da ciddi engellemeler vardı. Sözgelimi, dönemin “kötü baskılı” kitaplarından biri, Fethi Naci’nin kendi imkânlarıyla yayımlayabildiği, İnsan Tükenmez adlı yazılar toplamı, çıkar çıkmaz toplatılmış, soruşturma konusu olmuştu. Fethi Naci, ancak 1960 sonrası okunur yazılarıyla eleştirideki ağırlıklı yerini edinebildi. Bu kuşağın, kültür hayatında iz bırakmış en önemli adlarından birisi, yine ancak 1960 sonrası daha etkin olabilmiş Memet Fuat’tı. Gerek modernist edebiyatın, gerek sosyalist edebiyatın, ayrıca çeviri edebiyatının “nitelikli” hale gelmesinde payı büyüktür. 1970’lerde, 1980’lerde, genç kuşak edebiyatçılarının çoğu hep bu kuşağın “ağzının içine” baktılar, onlar tarafından kabul görmek için didindiler. Hâlâ da onları konuşup duruyoruz... n 8 11 Nisan 2019