02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Türkiye’de Resmi İdeoloji ve Kültür Türkiye’de “resmi ideoloji”yi salt Kemalizm ile özdeşleştiren anlayışlar, hegemonya içinde daha katı ve daha tektipleştirici bir başka kutbun da var olduğunu ve resmi ideolojinin hep çift başlı olduğunu gözden kaçırmıştır. Bu çapraz durumun kültür alanına yansımaları da benzer sonuçlar vermiştir. C umhuriyet tarihinin utançla anılacak olaylarından biridir, 1945’de Tan ve Yeni Dünya gazetelerinin, kitabevlerinin yıkılıp yakılması. Olayları CHP milletvekili Ali İhsan Göğüş ve parti müfettişi Alaaddin Tiritoğlu’nun “organize” ettiği yazılıp söylenmiştir. Sabiha Sertel de, Roman Gibi başlıklı anılarında bu iki adı verir. İlginçtir, aynı Tiritoğlu, 27 Mayıs’tan sonra Sosyalist Parti kurucularından biri olarak sahneye çıkacak, Tan olaylarındaki rolünün abartıldığını da öne sürecektir. Necip Fazıl ise, Bâbıâli adlı kitabında, bu utanılacak olayı “Büyük Doğu gençliğinin ilk icraatı” olarak sunar. Fırsatçılık ettiği, çapı küçük hareketinin rolünü abartmaya kalkıştığı söylenebilir elbette, ancak bu sahipleniş “resmî ideoloji”nin hep çift başlı olduğunu,salt “Kemalizm”e indirgenemeyeceğini de gösterir aynı zamanda. Kemalizm, çoğu kez bir “ritüel / tören ideolojisi” olmuş, işleyişi daha katı ve daha tektipleştirci bir anlayış, “resmi ideoloji”inin öteki ucu olarak varlığını hep hissettirmiştir. Hatta, özellikle “Milli Şef” olduğu dönemde İsmet İnönü’nün, resmi ideolojinin bu ucunun temsilini daha çok üstlenmiş olduğu bile söylenebilir. Nitekim, Alman faşizmiyle kısmen “ihtiyatlı olmak” ile açıklanabilir olsa da kollama ilişkileri, savaş sonrası telaşla “hür dünya”ya intikali ve bu nedenle sosyalist hareketin bile “ofsayt”a düşmesine yol açması, Köy Enstitüleri konusundaki ikircikli tutumu, sosyalist harekete karşı acımasızlığı akıllardadır. Seçtiği başbakanların nitelikleri de ortada. Demokrat Parti kurulurken “tarafsız kalma” rolüne soyunduğu, kurucularla sürekli “görüş teatisi” yaptığı, hatta seçimi kazandıklarında onların bile cumhurbaşkanı adayı olma hesabı yaptığı da bilinmekte. Öte yandan, bazı konularda o da etkisiz kalabilmekteydi. Örneğin eski komünist, sonraki “Kadrocu”lar, Şevket Süreyya Aydemir İsmail Hüsrev Tokin ikilisinin hazırladıkları “millî sanayi” programı, İnönü’ye rağmen bir kenara bırakıldı. İnönü, çoğu kez değişim taleplerini “sağırlığa vurarak” karşılayan bir klasik “paşa” olarak tarihe geçti, bir “yenilikçi” olarak değil. ÇİFT BAŞLI RESMİ İDEOLOJİ Özellikle 1980’den sonra, İsmet İnönü’nün kimi icraatlarını da ona ekleyerek, “heyula” olarak nitelenen resmi ideolojiyi hep Kemalizm olarak betimleyen, sadece onu hedef alan bir eğilim gelişti. “Paşalar vesayeti” romanlara bile konu edildi. Siyasal İslam önderliğinde demokrasi gerçekleştirme hayallerinin ardında da, “bundan kötüsü olamaz” mantığının izi vardır. 1960’larda, “Asya tipi üretim tarzı”na verilen abartılı önem de bu anlayışı besledi ve geliştirdi. Resmi ve egemen ideoloji Kemalizm olunca, öbür ideoloji seçkinlerin değil, halk hareketinin ideolojisi oluyordu bu hesapça. Aslında, biri batıcı bürokrat ve bir bakıma “burjuvasız burjuva devrimi” örgütlemeye soyunmuş, öteki toprak ağası tefeci tüccar ve bir bakıma “burjuva olma adayı” iki toplumsal katman, resmi ideolojinin birer kutbunu oluşturmuş, bazen iktidara tek başına egemen olma çabası gütmüş, çoğu kez de uzlaşmış iki egemen kesimdir. ATÜT olgusundan türetilen abartma, üretici halk yığınlarıyla ilgisi olmayan ikinci katmanın da aslında iktidara ortak olduğunu ört bas etmeye yaradı. DÜZENİN YABANCILAŞMASI 1960’larda, Sencer Divitçioğlu ATÜT kavramını sosyalist harekete kitleleşme yolunu açan bir sihirli değnek gibi sunarken, İdris Küçükömer de hızını alamıyor, Düzenin Yabancılaşması adlı kitabında, sözgelimi seçkinlerin işret alemleriyle anılan Lale Devri’ni, bir yanıyla kitleleşme denemesi olan “Ortanın Solu” hareketiyle bile ilişkilendirerek, “batıcı hegemonya” karşısında doğucu Müslüman halk kitlelerinin pragmatizmiyle asıl yenilikçi devrimci konumu tuttuğunu öne sürüyordu. Sonradan, sadece hayat değil, kimi bilim adamlarının analizleri de, bu yaklaşımın varış limanını göstermiştir. Sözgelimi, batıdaki “görececi” akımlara karşı hâlâ demokratik bir “aydınlanma düşüncesi”nin olabilirliğini savunan siyaset bilimci Ernest Geller, Postmodernizm, İslam ve Us adlı kitabında, “halk İslamı” ile “yüksek İslam” arasındaki farkları ortaya koyarak, ilkinin ikincisi tarafından nasıl “manipüle” edildiğini, yani 2000 sonrası bizzat içinden yaşayarak gözlemlediğimiz “İslami popülizm”in asıl işlevini ve resmi ideolojiye egemen oluşunu örnekliyor. RESMİ İDEOLOJİ ÇAPRAZI VE KÜLTÜR “Resmi ideoloji” devlet aygıtının kaptan köşkünde oturan siyasal iktidarın yönergesidir kuşkusuz. Ancak, eskil bir toplum modelini, bütün toplumsal sınıfları örgütleyerek yıkabilen toplumlarda, resmi ideoloji aşağıdan yukarı örgütlenerek egemen ideoloji haline gelmiştir. Gramsci’nin dediği gibi, devlet gücü, salt “politik toplum” içinde değil, çeşitli ikna yöntemleriyle “sivil toplum” içinde de etkindir. Türkiye gibi, üretim biçimlerinin iç içe yaşandığı bir toplumda, yukarıdan aşağı bir “resmi ideoloji”yi tek başına egemen kılmak neredeyse imkânsızdır. Bu tür toplumların çift başlı resmî ideoloji içinde yaşaması kaçınılmazdır. Kültürel alanda daha çok “kültürel ikililik” kavramı kullanılmakla birlikte, ayrıntılı analizler de gerekmektedir kuşkusuz. Ancak, uzağa gitmeden, örtük biçimde de olsa “kültürel süreklilik” düşüncesinde konumlanan, bunu yaparken de sınır koyucu “muhafazakârlık”ın kuyruğuna takılmayan, dolayısıyla iki kesime de bir türlü yaranamayan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dramatik durumunu örnek olarak gösterebiliriz. TANPINAR’IN DEMOKRATİK UFKU Tanpınar’ın son yıllarda gördüğü yoğun ilgide, salt edebi yetenekleri değil, yaklaşımının “demokratik” ufku da hayli rol oynamıştır. Gel gelelim, hâlâ ilerici batıcı kesim ile, İslami popülizmi kullanan yüksek İslam’ın yoğun ateşinin ortasında bulunmaktayız. Bu iki kesimin nasıl bir “üretim biçimi” önerdikleri ise boşlukta kalmakta. Çünkü, biri “otarşik” bir kapitalizm hayaliyle avunurken, öteki mal ihraç eden ülkelerin işine gelen “ticaret kapitalizmi”ni bir türlü aşamamakta ve 1970’lerde Marksist çevrelerde tartışılan, emperyalizmin “azgelişmiş” ülkelerde olsa olsa ticaret kapitalizmini geliştireceği, ötesine izin vermeyeceği tezini doğrulamaktadır. Uzlaşıp “antiemperyalizm”den bir “alt emperyalizm” üretmek hevesinde buluşanlar da yok değil. Oysa antiemperyalizmin ufkunu antikapitalizm ile tamamlamadıkça “resmi ideoloji” çaprazlarından kurtulmak zor. n 12 10 Ekim 2019
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle