26 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EKİN CAN GÖKSOY’DAN BİR ROMAN: “EPOPE TATAVLA” Tatavla ağıtı Eray ak [email protected] B undan iki yıl kadar önce yayımlanan Münhal, Ekin Can Göksoy hakkında, kendine özgü bir dünya yaratabilmiş ve bu kendine özgü dünyada gezinme yetisini kazanabilmiş bir yazar kanaati uyandırmıştı bende. Üstelik Münhal, Göksoy’un daha ilk kitabıydı. Yani daha ilk kitabıyla yarattığı dünyanın çekiciliğini ve öykü dilinin olgunluğunu, kendini gösterecek düzeye getirmişti yazar gözümde. Münhal’de bir araya gelen öykülerinde dikkati çeken en önemli yön de buydu zaten. Aynı zamanda yazarın bahsettiğim bu özgün dünyası ve dili, farklılığının yanında, çok yakından ses de verebiliyordu. Üstelik tüm bunlar, genç bir yazarın kaleminden çıkanlardı ve tam da bu nedenle Ekin Can Göksoy ismi, ne yapacağı merak edilenler listesinde üst sıralarda geziniyordu. ZORLAYICI BİR MERKEZ Küçük bir not: Aynı ilk kitabına olduğu gibi öyküydü ancak Göksoy’dan beklediğim. Bu beklenti Ekin Can Göksoy’un belki öykü dilini iyi kullanmasından belki de öykülerini tam kıvamında sunmasıyla ortaya çıkan bir durum; bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey varsa eğer, az önce de dediğim gibi Ekin Can Göksoy’dan yeni bir şeyler okuma isteğiydi ve yazar bunu bir romanla karşıladı: Epope Tatavla. Beklenmedik ve güzel bir hediye almış gibi mutlu oldum romanı elime aldığımda ve aynı oranda merak uyandıran. Bu merakın sebebi ise sadece Ekin Can Göksoy’un romanda nasıl bir sınav verdiği değildi. Aynı şekilde romanın, sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin en özel yerlerinden biri olan, bugünkü adıyla Kurtuluş’un ismini taşımasıydı. Romanın sayfaları arasında dolaştıkça bu merakım daha da cilalandı çünkü Göksoy, 1933 Türkiyesi’ne götürüyordu bizi aynı zamanda ve genç Cumhuriyet’in yaşayışını, yeni kurallarını, “fazla yeni” olmaktan doğan aksaklıklarını anlatıyordu. Dahası; bugün özlemle anılan, aranan ama bir türlü tadı yakalanamayan bir zaman kesitine odaklanıyordu. Sadece genç bir yazar için değil pek çok kimse için zorlayıcı bir merkez “Münhal” adını verdiği öykü kitabından sonra Ekin Can Göksoy bu kez bir romanla okur karşısında: “Epope Tatavla”. Göksoy, bu ilk romanında, 1933’ün İstanbulu’na doğru yolculuğa çıkıyor ve bu yolculuğun başkentini de bugün Kurtuluş bildiğimiz Tatavla olarak ilan ediyor. seçmişti anlayacağınız Göksoy kendine ve başa çıkıp çıkamadığı da ayrıca bir merak konusu haline dönmüştü bende. Bu soruları düşündürkten sonra cevabını vermemek olmaz. Sonda söylenmesi gerekeni başa çekip ilk kez Münhal’le okur karşısına çıkan yazarın, Epope Tatvla’da bu çetrefil konunun üstesinden geldiğini belirtelim. Yanında; okuruna güzel olduğu kadar, merkezine aldığı dönemi kapsamıyla canlandıran bir okuma vaat ettiğini de. Ancak romanı eline alan pek çok kimsenin de dikkatini çekeceği gibi Epope Tatavla, daha dikkatli bir edisyonu hak ediyor. Aynı şekilde Ekin Can Göksoy’un Münhal’de dikkati çeken özenli dilini de. Göksoy’un ilk romanı Epope Tatavla, umarım pek çok baskıyı üst üste görür. Yapılan bu yeni baskılarda ise yine umarım, bu küçük aksamalar ortadan kalkar. KURU ÖZLEMDEN UZAKTA İsminden de anlaşılacağı gibi Ekin Can Göksoy’un romanı, eski Tatavla günlerini özlemle anıyor. Bu bağlamda Epope Tatavla’yı, bir Tatavla güzellemesi olarak okuyabiliriz; evet. O eski ama güzel yaşayış, birliktelik, sahicilik, samimiyet. Döneme dair tüm güzel duygular hissediliyor Göksoy’un yazdıklarında ancak bence Epope Tatvla bir ağıt. Hemen bir önceki cümlede okuduğunuz o eski ama güzel yaşayışa, birlikteliğe, sahiciliğe, samimiyete yakılmış bir ağıt. Bunu da girildiğinde çıkılması zor nostalji çukuruna düşmeden yapıyor Göksoy ki bu daha da önemli. Romandaki nostaljik atmosfer, objeler, mekânlar, kıyafetler... Bunlar olması gerekenler. Benim bahsettiğim nostalji çukuru ise salt kuru bir özlemi ifade ediyor. Ekin Can Göksoy, işte bu “ne güzeldi eski günler” basitliğinden sıyrıldığı için romanda dönemi öne çıkarmak, anlatmak için kullanılanlar Ekin Can Göksoy’un romanı, eski Tatavla günlerini özlemle anıyor. da basitleşmiyor. Tatavla’nın destanını anlatmaya ise kahramanı Mahir’i hayal ederek başlıyor yazar. Döneme uygun biçimde genç Cumhuriyet’in kalkınma ve yeni bir medeniyet kurma fikriyle yurtdışına okumaya gönderdiği gençlerden biri romanın kahramanı Mahir. Gördüğü kimya eğitiminden sonra da ülkesine dönüp Cumhuriyet’e hizmet etmek için Avrupa’da üretimi yasaklanmış bir madde üreten fabrikada mühendis olarak çalışmaya başlar. Bu yasaklı maddenin adı eroin. Dünyanın pek çok ülkesinde zararları erken kavranmış ama genç Cumhuriyet’e maddi kaynak yaratmak için İstanbul’daki fabrikasında üretimi yapılmaktadır. Mahir de bu fabrikanın en kıymetli mühendisi. Diğer yandan, üretimini yaptığı bu maddeye bağımlılık da geliştirmiştir Mahir ve ev arkadaşı Kavalieros’la düzenli bir şekilde kullanırlar eroini. Mahir’in kimya mühendisliği dışında bir marifeti daha vardır: Şairliği. Ancak bugüne kadar ne bir şiir kitabı yayımlatmış Mahir ne de bir yerde şiiri neşr edilmiş. Sadece kafasında dönüp duran büyük bir şiir vadır. Bunu da sadece yakın çevresiyle paylaşır. Mahir’in ağzından sık sık, “Tatavla’nın destanını yazacağım,” çıkışını duyacağız roman boyunca. “Geçmişiyle, bugünüyle. Orada yaşayanıyla, ölüsüyle, kiracısıyla, ziyaretçisiyle. Her şeyini anlatır bir şiir yazacağım, bir destan.” Mahir’e, bir destan yazma isteği uyandıracak kadar Tatavla’ya sevgi duymasını ise basitçe şu cümlelerle anlayabiliriz: “Buradaki sakin hayatı ne Avrupa kentlerinde ne Cumhuriyet’in başkenti Ankara’da bulabilmişti. Her şeyin en güzeli bulunurdu Tatavla Caddesi’nde; son moda kıyafetlerden, en kaliteli şarküteri ürünlerine kadar her şey.” Tabii bir de o iç içe geçmişlik, karmaşadan rengini bulan bütünlük. Fakat Mahir, yazmak istediği bu şiirde ilerleyemez. Fikir aşamasında kafasında dönüp durur. Eroine bağımlılığı da yaratıcılığı tetiklemesi için daha da artar. Eroin kullandıkça dalıp gittiği rüya âlemini şiirine yansıtmak ister Mahir. Kendisine “gerçek gibi gelen bu rüya benzeri âlemde daha çok dolaşırsa zihnini uzun süredir meşgul eden o şiiri belki daha kolay yazabilirim” diye düşünmektedir. Bu, roman boyunca takip edeceğimiz en önemli merak unsurlarından biri olacak. Mahir şiirini yazabilecek mi, yazamayacak mı? Bir diğer merak unsurunu ise aşkın kollarında arayacağız. Bu aşk da tıpkı Ekin Can Göksoy’un destanını yazmak istediği Tatavla gibi naif bir çeperle sarılıyor. BİR DÖNEM ROMANI Yine Mahir’in gözlerinden izleyeceğimiz bir başka çevre ise o yılların İstanbulu’nun bohem hayatı olacak. Gerçek kişiler üzerinden kurmuş Ekin Can Göksoy bu çevreyi. Romanın sayfaları arasında dolaşırken Reşat Ekrem Koçu’ya, Peyami Safa’ya, Aktedron Fikret’e rastlayabiliyoruz. Bu roman adına ayrı bir merak unsuru olmasının yanında çünkü acaba başka kim girecek hikâyeye diye merak ediyorsunuz metne derinlik katan da bir unsur. Öyle ki romanın gerçekle bağını güçlendirdiği gibi yazarının çizmek istediği dönemi vurgulamasına da yardımcı oluyor. Nazi zulmünden kaçan Alman profesörlerin İstanbul Üniversitesi’nde kürsü sahibi olması ve bu yeni gelişlerin eskileri nasıl sarstığının romanın art alanında yürüyen bir mesele olarak ele alınması da aynı şekilde bu vurguyu güçlendirmek için yapılmış. Bu bağlamda, Epope Tatavla’nın bir dönem romanı olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekle kurgunun iç içe geçtiği, kimi zaman gerçeğin, kimi zaman kurgunun hâkimiyeti ele aldığı ancak hangisi öne çıkarsa çıksın bir şekilde bağlamlarını koruyan bir roman aynı zamanda. Odaklandığı dönem: 1933. Mekân: İstanbul. Ancak biz mekânını ve zamanını koruyarak kendine farklı bir zaman ve mekân boyutu açan bir roman okuyoruz Ekin Can Göksoy’un kaleminden. n Epope Tatavla/ Ekin Can Göksoy/ İletişim Yayınları/ 244 s. 14 25 Şubat 2016 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle