Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
>> Osmanlıların yaşamı hem insan kaynakları tarih boyunca ihmal edilmişti. Üstelik yöneticileri bağnazdı. Çağın yeniliklerini anlamamakta direniyorlardı. Sonuç olarak Rumeli’nin Müslümanları can derdine düştüklerinde yurtlarından kopmaktan başka çareleri yoktu.” Osmanlı’nın yayılmacı günlerinden savunmacı küçülme dönemine geçişini etkileyici bir imgeyle özetler: “İmparatorluk, yayılmak için dışarılara uzattığı kol ve bacaklarını geriye çekiyor, cenin pozisyonuna dönüyordu.” Modern öncesi dünyanın, farklı etnik ve dinsel toplulukları, uyrukları olarak bir arada tutan eski imparatorluk rejimleri günlerini doldurmuştur. Ali Sabir, tebaa ve reaya ayrımının çağın yükselen eşitlik ve özgürlük anlayışına aykırı olduğunun farkındadır: “Devlet dediğin, toprağı vatan bilmiş herkesi korumalıydı. Biri tebaa, öbürü reaya olunca, ‘aşağı’ veya ‘gayrı’ görünen; sonuna kadar sessiz ve hareketsiz kalmazdı.” Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun eksikleri, zaaf ve hataları, geri kalmışlığı, modern dünyada Ortaçağ imparatorlukları için kaçınılmaz son olan çözülme ve yıkılış sürecini hızlandırmıştır. HAYATA TUTUNMAK Romanın ana karakteri Hasret, eğitim almamış, göç yoluna düşene kadar evinin bahçesinden başka yer görmemiş, küçücük bir dünyada hayatını sürdürmüştür; doğal olarak kocası Ali Sabir’in yaşam deneyimi ve entelektüel donanımından yoksundur. Öte yandan gündelik yaşam bilgisi zengin ve duygu dünyası derin bir insan ve yaşama insan sevgisiyle bağlanan, yaşadığı göç süreci içinde sevdiklerini koruma mücadelesiyle güçlenen bir kadındır. Saraybosna’nın hemen dışındaki evinden, toprağından ayrılmasıyla son durağı İzmir’e varışı arasında otuz yılı aşkın süren, çok duraklı, savrulmalı, kayıplarıyla yokluklarıyla kanatan bir göç yaşar Hasret. Kocası Ali Sabir’in ana vatanı Vidin’den henüz on beşinde bir yeniyetmeyken geride “kırılmış yaşamlar, mezarlar bırakarak” kaçışı gibi, Hasret de bu uzun süren göç boyunca başta kocası Ali Sabir’inki olmak üzere mezarlar bırakır ardında, kavuşması olmayan ayrılıklar yaşar. Bu zahmetli ve acılı süreçte tek arzusu, göçlerinin ilk durağı olan Üsküp’te öldürülen kocası Ali Sabir’in vasiyetini yerine getirmektir: “Osmanlı tuğunun altını vatan bilin. Onun dalgalanmadığı yerde yaşamak size haramdır. Benim için tek uğraşınız, kemiklerimi yâd ellerde bırakmamak olsun.” Böylece, otuzlu yaşlarının başında dul kalan Hasret’in yaşamındaki nihai hedef ve yegâne umut, özgürce dalgalanan bir bayrak altında, ailesinden hayatta kalanlarla birlikte, kendini yeniden vatanında sayabileceği güvenli ve onurlu bir yaşama ulaşmak olmuştur. Yaşamının ikinci yarısını, tümüyle bu hedefe ulaşma mücadelesiyle yaşamış, tüm zorluklara, savaşlar, hastalıklar, yokluk ve yoksulluğa karşın bu umutla hayata tutunmuştur. VATAN TOPRAĞINA VARIŞ Yedinci Bayrak, başta adı olmak üzere, bayrak ve vatan sözcüklerinin sıklıkla yinelendiği ve birbirine sımsıkı örüldüğü bir tarihsel anlatıdır. Ancak her iki sözcük de yüzeysel ya da tehditkâr bir milliyetçi söylemin ötesinde sürekli yeniden tanımlanır metnin bütününde. Ailesine, tuğun altını vatan bilmelerini vasiyet eden Ali Sabir, vatan ve tuğ sözcüklerini ırkçı etnik bir milliyetçilik anlayışıyla değil, özgürlük, güvenlik ve bağımsızlıkla ilişkilendirerek tanımlar: “Vatan denilen yer, yalnızca son galip ırkın ayağının bastığı yeryüzü parçası değildi. Vatan, orada yaşamış ve yaşayacak bütün insanların bağlandığı toprak ve gelecekti: İnsanın iç ve dış dünyasında varlığı gerçek, etkisi duygusal olan koruyucu çatıydı.” Öte yandan “[v]atanın anlamını yaşatan, eskiden tuğ olarak düşünülen bayraktı. Ayağı yere basan, kendisi yukarıda salınan, simgesiyle çok özel anlam yüklü olan bağımsızlığı temsil ediyordu.” Ali Sabir’in “bayraktar” anlamına gelen adını seçerek koyduğu oğlu Alemdar ise babasının ölümünden uzun yıllar sonra, bayrağın ardında Anadolu topraklarına erişmişken, vatanı, “insanın güven duygusunun beslendiği yer” olarak tanımlayacaktır. Romanın akışı içinde akarsu imgeleri özel bir yer tutmakta hem Hasret’le hem de göç ile bağlantılı kullanılmaktadır. “Sular ve köprülere tutkundu[r]” Hasret. Milyaçka Nehri’nin bir uzantısı olan ve köpüklü suları babasının eski değirmenini döndüren derenin kıyısında doğmuş, büyümüş, mevsimleri onun suyunun çağıltısında izlemiştir. Anadolu’ya geçip Salihli’ye vardıkları, yeniden tuğun altında yerleşik hayata başladıklarını umdukları günlerde, artık yaşlı bir kadın olan Hasret, eski bir türkünün çağrışımlarıyla anımsar doğduğu yeri: “Yeşillikler, çimenli bayır, koyu renk taşlarla yapılmış kunt, eski değirmen. Baharları içine düşen her şeyi bir anda kapıp götüren su: Yani hayat.” Hasret’in tanık olduğumuz son yolculuğu, savaşa gönderdiği oğlu ve torunlarından haber alabilmek üzere torun çocuğu Salih’le birlikte Salihli’den İzmir’e yaptığı yolculuktur: “Şimdi tek dileği Salih’i emin ellere teslim etmek. Artık Yüce Tanrı’dan Hasret Kadın’ın önüne koyduğu sınavların bitmesini istiyordu. Bayrağa kavuşmanın yükselip içini kanatlandıran sevincini kaygısız yaşamaya hakkı vardı. Denize varmalı, kıyıda durup, aynı denizin ötelerinde kalan vatan topraklarına son kez el sallayarak huzur içinde vedalaşmalıydı.” Deniz kıyısına ulaştıklarında Hasret sadece denize değil, “bayrak direğinde salınan,” “özgürce dalgala[nan]” bayrağa da kavuştuğunu görecektir. Hasret, genç bir kadın olarak başladığı, hem zaman hem de mesafe olarak upuzun göç yolculuğunda nehirlerle birlikte akmış ve nihayet İzmir’de yaşlı bir kadın olarak “cennet saydıkları vatan toprağının cis[imleştiği]” bayrağa ve denize ulaşmıştır. n Yedinci Bayrak / Ayla Kutlu / Bilgi Yayınevi / 472 s. Kutlu, Ayla. Bir Göçmen Kuştu O. 1985. Ankara: Bilgi Yayınevi, 1996. . Emir Bey’in Kızları. Ankara: Bilgi Yayınevi, 1998. . “Rumeli Parçalanırken 7. Bayrağa Doğru.” Mülkiyeliler Birliği EBülten. Sayı: 20142. 1217. http://mulkiye.org.tr/ebultenler/252014 . Zehir Zıkkım Hikâyeler. Ankara: Bilgi Yayınevi, 2001. KItap 1325 Şubat 2016