28 Nisan 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

uzun zamandır elinde bulundurmuş Kilise’nin destekçileri, birbiri ardına patlayan devrimleri “insan kibrinin canlandırılması” diye yorumluyordu. Geleneksel kurumlar ortadan kalktığında çok daha kötüsünün belireceğini söyleyenler ise “geleneğin insanın ölümle ilgili korkusu için gerekli olduğunu” dile getiriyordu. İnsan kendi araçlarına (demokrasi, hak, eşitlik, bilim vs.) terk edilirse kaosun doğacağını düşünenler buna, Aydınlanma’nın Avrupa’da bir ahlaksızlık kaynağı olduğunu da ekliyordu. Buradan da anlaşılacağı üzere on sekizinci yüzyılın sonlarına dek Kilise ile Devrimciler arasında hararetli bir çatışma sürmüştü. Tüm zenginliği elinde bulunduran Katolik Kilisesi, iktidarının sarsılma emareleri karşısında daha da saldırganlaşırken Devrim yanlıları, ısrarla yeryüzünü işaret ediyordu. Bu kriz, Katolikler azınlıkta olduğundan ABD’ye fazla yansımadı. Ta ki on dokuzuncu yüzyılda kıtaya İrlanda, Almanya ve İtalya’dan yeni göçmenler ayak basana dek. “Sivil din”in, ABD’deki ve Fransa’daki demokratik devrimlerle ortaya çıktığını söyleyen Buruma, bu yapının evrensel geçerlilik iddiasına dayandığını ifade ediyor. Bu nedenle Avrupa’daki ve ABD’deki din algısını keskin çizgilerle birbirinden ayırmak yanlış. Yalnızca farklı yorumlar ya da varyantlar mevcut. Konuyu “ulusal kültür” sığlığında değerlendirmek isteyenlerin varlığı ise dün olduğu gibi bugün de çatışmadan başka bir şey doğurmuyor. Buruma, Avrupa’da şimdilerde yaşanan bir kaygıya dikkat çekiyor: “Kimilerinin korkusu, Avrupa demokrasisinin İslam yüzünden değil, Avrupalıların kendi medeniyetlerindeki iman eksikliği nedeniyle ve hayatta kalmak için mücadeleyi reddetmesi sonucu çökme ihtimali.” ÇİN VE JAPONYA ÖRNEKLERİ Demokrasi, her ne kadar Batı’ya ait bir kavramsa da Doğu; özellikle Çin ve Japon bilgelikleri Buruma’ya göre (bazı zamanlar hariç) onun içini çok daha insani biçimde doldurur. Hatta Avrupalıların, Doğu bilgeliğini idealleştirmesinin altında da bu yatar ve Konfüçyüs burada öne çıkar. Konfüçyüs’ün başını çektiği Doğu bilgeliğinin, dini değil de erdemi merkeze koyması, bakış açısını kutsaldan Hemen her öğretide olduğu gibi Doğu bilgeliği denince öne çıkan Konfüçyüs’ün öğretisi de “karizmatik lider”ler tarafından ters yüz edildi. Buruma, bu yüzden Konfüçyüs öğretisinin ilk halini ve sonradan geldiği noktayı da anlatmış. insani olana kaydırıyor. Öğrencisinin “Tanrılara nasıl hizmet edilir?” sorusuna Konfüçyüs’ün verdiği “Daha insanlara hizmet edemiyorsun, ruhlara nasıl hizmet edeceksin?” yanıtı, bunun göstergesi. Benzer bir cevabı ölüm konusunda da işitiyoruz: “Daha hayatı bilmiyorsun, ölümü nereden bileceksin?” Konfüçyüs öğretisinin de beslendiği Çin geleneğinde evrenin, toplumun, siyasetin ve kozmolojinin düzeni birbirinin içinde. Hükümdar, hem toplumsalın hem de kozmik düzenin koruyucusu. Dolayısıyla tüm bu alanların ortak noktası erdem. O erdemin mutlak temsilcisi ise imparator. Bu, yirminci yüzyılda “karizmatik lider” kimliğine bürününce Çin, adeta her şeyin tek elde toplandığı bir yönetimle baş başa kaldı. “Âdil olmayan yöneticiye karşı isyan et” görüşünün yerine mutlak itaat geçince Konfüçyüsçülük de antidemokratik şekilde uygulandı. Bugün Çin’deki arayış, din ile iktidarı Konfüçyüs’ün ahlaki görüşleri etrafında buluşturmaya yönelik. Buna karşın Japonya’da daha güçlü bir demokrasi geleneğinin varlığından bahsediyor Buruma. Budist sınıfının yumuşatıcı etkisi, Japonya’da Çin’e göre daha âdil bir yönetime kapı aralıyor. Üstelik Budist gelenek Japonya’da, dini ve dünyevi otoriteler arasında ayrım yapılmasını sağlıyor. Buruma’ya göre söz konusu ayrım, ülkenin modernleşmesini kolaylaştıracak hamleleri kolaylaştırdı. Ancak Japonya’nın tam anlamıyla demokrasiye geçmesi, imparatorluğun resmen bittiği ve Şinto’nun devlet kültü olmaktan çıkarıldığı 1945’e denk geliyor. Peki, Buruma bunca tarihi bilgiyi neden veriyor? Kitap boyu neden bir sürü örnek sunuyor? Yazar, demokrasiyle dinin bir arada var olabileceğine dair güçlü bir inanca sahip. Ama öncelikle kafalardaki zamanla başka biçimlere dönüşen “medeniyetler çatışması” tezi yerine erdem esaslı din yorumlarını da içine alacak medeniyetler buluşmasını (dikkat, “medeniyetler ittifakı” değil!) koymak gerekiyor. Korku kültürü yerine, anlama ve haysiyete saygı duyma inceliğini pekiştirmenin zorunluluğuna vurgu yapıyor. Demokrasi gibi adı her ne olursa olsun, dinin de evrensel noktalarının öne çıkarılmasının önemine göndermelerde bulunuyor. Buruma kitabında, demokrasiyi teolojik meselelerde hakem tayin etmenin yanlışlığından, dinî kavramların ve o dilin siyasetle birleştirildiğinde büyük bir açmazla baş başa kalışımızdan dem vuruyor. Çokkültürcülük yerine çokkültürlülüğün geçirilmesinin en önemli adımlardan biri bu. Buruma, bu anlamda herhangi bir tarafı tutmadığını beyan ettiği Dinin Demokrasiyle İmtihanı’nı biraz da bu nedenle yazmış. Önemli olan, insanın değeri ve erdem değil mi? O halde çözümü çok uzaklarda veya yükseklerde aramamak gerekiyor… n [email protected] Dinin Demokrasiyle İmtihanı/ Ian Buruma/ Çeviren: Deniz Ali Gür/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınları/ 144 s. 1 3 2 9 6 A Ğ U S T O S 2 0 1 5 n S A Y F A 1 3 C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle