23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ian Buruma’dan “Dinin Demokrasiyle İmtihanı” Önemli olan insanın değeri ve erdem Ian Buruma, “Dinin Demokrasiyle İmtihanı”nda Avrupa’ya, ABD’ye, Çin’e ve Japonya’ya uzanıyor. Bu üç coğrafyadaki din ve demokrasi algılayışını ele alarak ikisinin birbirini nasıl etkilediğini anlatıyor. Buruma, din ile demokrasinin, ancak dinî ve seküler otoritelerin kesin bir biçimde birbirinden ayrılması koşuluyla yan yana var olabileceğini kesin bir dille ortaya koyuyor. r Ali BULUNMAZ ietzsche’nin “üst insan” kavramında olduğu gibi “Tanrı öldü” lafını da yanlış anlayanlar, garip politikaların yaratıcılığı ve savunuculuğuna soyundu. Yetmedi, 1980’lerde “Tanrı geri döndü” diyenler, 1990’ların ortalarından itibaren silah kuşanıp “ava” çıktı, “başarılı” da oldular; keza “medeniyetler çatışması” tezi epey bir işlevselleşti, ortalık savaş alanına döndü. Dindevlet işbirliği ya da ayrılığı minvalindeki birleştirici veya gerilim yaratan ortamlar, hem düz anlamıyla hem de siyasi babta çok önemli tüccarları tarih sahnesine yolladı. Dini kullanmanın; siyasi, ekonomik ve kültürel malzemeye dönüştürmenin nasıl bir gayya kuyusu olduğu apaçık meydanda. Kültür araştırmacısı Ian Buruma da bu bozukluğun peşinden gidip şiddeti körükleyen pragmatizmin ötesine geçmeye uğraşıyor ve dinle demokrasinin birlikte var olma ihtimallerine yönelik bir tartışma açıyor. Dinî ve dünyevi işler arasındaki bağı inceleyen, değişik kültürlerde din ve demokrasi algısına eğilen Buruma, atlanmaması gereken bir yorum yapıyor: “Refahın, insanları İsa’nın bağrında yeniden doğma fikrinden soğuttuğu doğru olabilir ama Avrupalıların her zaman şu anki kadar zengin kalacağını kim söyleyebilir? Ayrıca ABD’nin güneyinde artan zenginlik, en az iki eski başkan dâhil, oranın görece zengin sakinlerinden bazılarının dine ilgisini azaltmış görünmüyor.” Din hakkında söz sahibi olanların siyasileştiğinde gerilimin yükseldiğini söyleyen Buruma, bu gibi durumlarda uzlaşı kültürü demokrasinin, mutlak veya ilahi hakikati temsil ettiğini savunanlarca farklı mecralara itildiğini veya kullanıldığını savunuyor. Öte yandan, örneğin İslamiyet’in Avrupa’yı teslim alacağı ve Hıristiyanların azınlığa dönüşeceğine dair korku, kimi entelektüellerin, aşırılık yanlılarının ve bu ikisinin sesi olduğunu iddia eden kimi politikacıların olay çıkarmasına yetiyor da artıyor. Hatta Avrupa’nın İslamlaşma ihtimali için oluşturulan bir “kavram” ya da kelime bile var: “Avrabistan”. Hal böyle olunca Müslümanlarca “dinimize küfretti” diye bir yönetmen öldürülebiliyor. Bunun gibi bir başka örnek, Londra’da metroya yetişmek için koşan ve polis tarafından “İslamcı” olduğuna karar verilip vurulan, sonra da Brezilyalı olduğu anlaşılan bir genç. Batı’nın kendi yaratıp sonra da yadsıdığı çokkültürlülük, “duruma göre” yorumlanarak anlamından uzaklaştırıldığında sorunların baş gösterdiği unutulmamalı. Buruma, “gerçek her zaman karışık” diyerek kolaycılığın veya soyutlamacılığın yoluna sapanlara da bir uyarı gönderiyor. Buruma, dinin rasyonel bir kurum olmadığını, bireyin metafizik iddialara inanıp inanmamasının da herhangi bir gerilim yaratmaması gerektiğini savunurken konunun, “irrasyonel tutkuların şiddete dönüşümünün nasıl engellenebileceğinde” kilitlendiğini belirtiyor. İşte bu nokta, aynı zamanda demokrasi ve dinin ortak sorunu ya da çalışma alanı. “SİVİL DİN” VE AVRUPA’DAKİ ENDİŞE Buruma, demokrasiden şüphe duymayan ama onun bir ortaoyununa dönüşmesine ve dinle soslanmasına ses çıkarmayan, üstelik rolünü hep en iyi yapan adayı başkan seçen ABD’lilere alaycı bir gülümseme gönderiyor. Bu gösterinin nedeni, dinin de demokrasinin de ticari kaygılarla veya oy endişesiyle ağza sakız edilmesi. Buruma, “Hıristiyanlığın ABD’de aldığı tuhaf biçimler, aslında Amerikan demokrasisiyle yakından ilintili” diyor. Siyaset ve ahlak bağının din üzerinden sağlanması da bunu bir köşesinden destekliyor. Tabii ABD’lilere göre bu tabloyu özgürlük zeminine oturttuğunuzda algı değişiyor ve herhangi bir çatışmanın akla gelme olasılığı zayıflıyor. Avrupa’da, siyaseti ve dini çok N ‘Bir partizan gibi yazmam mümkün değil’ daha fazla liberal Avrupalının Amerika’yı küçümsemesinin sebebi bu; başkanlarından birinin kendisini hidayete ermiş bir günahkâr ve kefaretini ödemiş bir insan olarak tanımlaması da bu görüşü destekliyor.” “Din özel bir iştir ama propagandası kiliselere bırakılamaz. Spinoza özerk dini kurumlara karşıydı; bu, din adına gücün kötüye kullanımına yol açabilirdi. Kiliselere herhangi bir ayrıcalık tanınmasından yana değildi: Toprak tahsisi, vergi indirimi, dini doktrin üzerinde yetki, fikirleri sansürleme hakkı vb. olmamalıydı. Zaman ve mekân göz önünde bulundurulduğunda (kiliselerin gerçekten çok güçlü olduğu on yedinci yüzyıl Hollandası) radikal bir tavır sergiliyordu. Ülkelerin çoğu için bugün bile fazla radikal.” “Yurttaşların haysiyetine yasayı araya sokmadan saygı göstermenin yolları da mevcut. Medeni toplumlarda insanlar pratikte incitici olacak kelimeler kullanmaktan ya da bu tarz görüşler ifade etmekten kaçınır. İncinme, büyük ölçüde kimin kime neyi hangi koşullarda söylediğine bağlı. Dini inançları eleştirmek kesinlikle yasa yoluyla yasaklanmamalı. İnananlar arasında eleştiri aslında iyi bir şey ve bu konularda eleştiride bulunanlar şiddet biçimindeki tepkilere karşı yasalarla korunmalı.” Buruma, kitabı yazarken hangi duyguyla ve duruşla hareket ettiğini de açıklıyor: “Bir dini terbiyenin ne nimetlerinden yararlandığımız ne de ıstırabını çektiğimizden (biz ‘liberal payanda’ya mensuptuk), herhangi bir inancın partizanı gibi yazmam mümkün değil. Bir insanın birden fazla tanrıyı arkasına alarak bahse girmesini daha akıllıca bulsam da tektanrıcılık yerine çoktanrıcılık lehine özel bir tercihim yok. Militan ateist değilim ama dini inanca ilişkin tartışmalarda agnostizmin güvenli kanatları altına sığınıyorum. Ancak bir şeye ikna olmuş durumdayım: Dini inancın; akılla yanıtlanamayacak sorulara metafizik yanıtlar verme tutkusunun; mistik ritüel ve dini spekülasyon ihtiyacının ve bunlardan duyulan hazzın ortadan kalkacağını sanmıyorum. Ortadan kalkmaları gerektiğine de inanmıyorum.” “İMAN TAZELEYENLER”(!) Türkiyeli okurların Garbiyatçılık (Avishai Margalit’le beraber) ve Sıfır Yılı kitaplarından hatırlayacağı Buruma’nın uzmanlığının Çin ve Japon kültürü olduğunu anımsatalım. Dinin Demokrasiyle İmtihanı, bu coğrafyayla beraber Batı’dan örneklerle dinî ve seküler otoriteler arasındaki gerilimi incelerken çeşitli kültürlerin bundan nasıl etkilendiğine de yoğunlaşıyor. Pek çok siyasi figür, gerek kampanyasında gerek kazandığı seçimin ardından dini siyasetle harmanlamadan sağlam bir iktidar oluşturamadı. Hatta kimi “politik öznelerden”, “Din toplumun çimentosudur” gibi veciz sözler bile işittik! Dolayısıyla bu politikacıların, koltuğunda rahat oturması için Buruma’nın da dediği gibi “iman tazelemeleri gerekiyordu”, onlar da gereğini fazlasıyla yaptı. Özellikle Avrupa’da gücünü yitiren Kilise, ABD’de Cumhuriyetçiler’i önüne katarak nüfuzunu günden güne arttırdı ve evanjelizmin yıldızı yeniden parladı. S A Y F A 1 2 n 6 K itaptaki sallantılı tek nokta şu: “Muhafazakârların nefret ettiği ‘çokkültürlülük’ aslında büyük ölçüde Britanya İmparatorluğu’nun sömürgeleştirdiği toplumların üyelerini belli gruplara bölüp liderleri aracılığıyla yönlendirme biçimindeki yönetim tarzını yansıttığı için eleştiriyi yapanların özrü kabahatinden büyük…” Eğer çeviride bir hata söz konusuysa durum başka. Ama Buruma, özgün metinde “çokkültürlülük” diyorsa çok ciddi bir bilgi yanlışıyla karşı karşıyayız. Çünkü çokkültürlülük bölmeyi değil birleştirmeyi, düşman yaratmayı değil düşmanlığı engellemeyi içeren bir kavram. Burada tanımlanan şey, muhafazakârların gerçekten de nefret ettiği çokkültürlülüğü alaşağı eden; onun kasıtlı biçimde yanlış ve pragmatik bir yorumu olan, ortaklıkları değil farklılıkları öne çıkararak kimlik siyasetine kapı açıp şiddet yaratılmasını kolaylaştıran “çokkültürcülük”. Buruma’nın, bu netameli durum dışında bugünkü gerilimler de göz önüne alındığında üzerinde düşünülmesi gereken satırları var. İşte onlardan birkaç örnek: “2004’te yapılan bir Gallup anketi, Amerikalıların yüzde 43 ila 46’sının kendilerini hidayete ermiş Hıristiyanlar olarak gördüğünü, Amerikalı Hıristiyanların yüzde 77’sinin cehenneme, yüzde 70’inin de şeytana inandığını ortaya koyuyor. Bu arada çoğunluğu Katolik olan Fransa nüfusunun ise yüzde 20’sinden daha azı Komünyon’a katılıyor. Avrupa’nın geri kalanında ise eski kilise ve katedrallerin daha pek meşhur olmayanları şık apartmanlara ya da camilere çevrilirken çoğu, turistler için açık tutuluyor. Giderek A Ğ U S T O S 2 0 1 5 C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 1 3 2 9
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle