Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
gadrine uğramış ve artık yaşamayan edebiyatçıların ağzından yazılmış mektuplardan oluşacaktı o kitap. Ben de Vüs’at O. Bener’in diline öykünen, onun mukallidi bir dille böyle bir mektup yazmıştım. Kitabı hazırlarken bu metnin de aslında bir öykü olduğunu düşünerek kitaba aldım. “YAZARI SINIRLAYAN ŞEY KENDİSİDİR” “Anlatılmak istenenin yazarınca başka türlü anlatılamamasına ne dersiniz? demiştim, neden karanlık öyküler yazdığım sorulduğunda. Karanlık denilen, yazarı için aydınlıksa hiç mesele yoktur, diye eklemiştim peşinden.” Bu cümle beni çok düşündürdü. Anlatılmak istenenin yazarınca başka türlü anlatılamaması meselesi... Bir yazar ve anlatıcı olarak hadi sen anlat bize… Bu cümleler Vüs’at Bey’in cümleleri. Ona bir söyleşide neden karanlık öyküler yazdığı sorulduğunda söylüyor bunları. Tam olarak Vüs’at Bey ne düşünerek bu yanıtı vermiş, bilmemiz mümkün değil. Benim anladığım şu; yazar, anlattığı olay kendisiyle hiç ilgili olmasa bile kendinden bir şeyler katar, kendi tonundan, renginden, renksizliğinden, sesinden, bakışından, sezişinden bir şeyler. Yazarın sınırsızca anlatma özgürlüğü vardır, dilediği gibi anlatır, deriz, ama alttan alta onu sınırlayan bir şey varsa, o da kendisidir. Bir başka yazarı taklit ederken bile kendisini büsbütün çıkaramaz aradan. Biraz farklı bir bağlama çekeceğim ama bu cümlede şöyle bir şey de var sanırım. Çok zaman bir edebiyat eserini değerlendirirken kafamızdaki ölçütlerden, beklentilerimizden, kendi algı dünyamızdan bakarak bir şeyler söyleriz, o eseri okumadan önce elimizde olanlarla onu bir tartıya koyarız. Oysa o eserin ne dediğine kulak kabartmak, neden başka türlü yazılmamış olduğunu araştırmak gerekir önce. O eser başka türlü yazılamayıp böyle yazıldığına göre bu haliyle ne anlama gelmektedir? Bir edebiyat eserinin biricikliğini araştırmaya buradan başlamak gerekir. Tabii bireye özellikle odaklanıldığını düşündüğüm öyküler de var. Bireyin salt kendi bilinçaltı ve hikâyesiyle aktardığın öykülerde kahramanlarını yaratırken, onlarla öykünün satırlarında yürürken ister istemez toplum içindeki tanıklıklarından besleniyorsundur yani aslında tamamen bireye odaklı değil. Etkitepki, toplumsal travmaların bireylerde yarattığı alttan alta da olsa etkiler var değil mi? Elbette var. Üstelik bizden önceki kuşağın toplumsal sıkıntıları bile bize miras kalabiliyor. Toplumsal varlıklarız, birbirimizle etkileşim içerisindeyiz sürekli olarak, mesela aile içerisinde soluduğumuz hava bizi biz yapan hikâyemizin önemli bir parçası. Bazen o travma bizim başımıza gelmemiştir, bir başkasının acısıdır, elimizi uzatamamış, kendimizi korumak adına çekinik durmuşuzdur. Bazen de başkalarının acısında payımız vardır, doğrudan ya da dolaylıdır, ama vardır. Acıya sebep olmamışsak bile, bizim hayatımızdaki nimetler başkalarının acıları pahasınadır. Toplumsal travmaları edebiyatta daha çok bu gibi haller içerisinde, bireylerde yarattığı olumsuz etkiler üzerinden anlatmayı yeğliyorum. Son yıllarda Türkiye’nin nabzı toplumsal olarak çok yüksek. Gazetelere C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I haber olan ve olamayan her vakada gerek toplumsal gerek bireysel travmalar yaşıyoruz. Ben son zamanlarda okuduğum kitaplara baktığım zaman tüm bu olanların etkilerini öyküde belki iddiasız ama çok güçlü romanlarda görüyorum. Öyküler daha çok dert ediniyor, dertlerin peşine gidiyor gibi geliyor bana… Öteden beri edebiyattoplum ya da edebiyatsiyaset ilişkisi roman üzerinden tartışılmıştır. Edebiyat sosyolojisi dense de bu başlık altında daha çok roman sosyolojisi ele alınmış, incelenmiştir. Öykünün etinin budunun böyle “büyük” meselelere yetmeyeceği sanılır. Oysa modern Türkçe öykü üzerinden de pekâlâ memleketin toplumsalsiyasal gelişimi takip edilebilir. Memduh Şevket’in, Sabahattin Ali’nin, Orhan Kemal’in olduğu kadar Leyla Erbil’in, Hulki Aktunç’un, Necati Tosuner’in öyküleri de Türkiye’nin toplumsal dertlerinin bir fotoğrafını verir. “Günümüzde roman mı, öykü mü, hangisi bu gibi dertlerin daha çok peşinde” sorusuna biri ya da öbürü diye yanıt vermek bana doğru görünmüyor. Her iki türde de bunu yapan ve yapmayan yazarlar var. Öykünün bu konuda daha çok görünüyor olması, belki de tematik öykü seçkilerinin, derlemelerinin artmış olması ve bu kitaplarda toplumsal meselelerin önde olması. Artık her yerde siyaset var. Maçta, konserde, cenazede, sosyal medyada, parklarda… Her yer, her şey politize. Tüm bu karmaşa içinde edebiyat ve siyaset ilişkisinin varlığından söz edebiliriz sanırım. Bu bağlamda sen ne düşünüyorsun? Edebiyat her şeyi konu alabilir, elbette siyasi meseleleri de. Mesele bunun nasıl yapıldığında ya da hangi amaç güdüldüğünde. Edebiyat, doğru siyasetin hangisi olduğunu anlatmak için yapıldığında araçsallaştırılmış olur ve edebiyat olmaktan hızla uzaklaşır. Beri yandan, siyaseti sadece ülkedeki siyasi partilerin arasındaki çekişme ve iktidar mücadelesine indirgediğimizde de edebiyattan uzaklaşırız. Günümüzde her yerde rastladığımız politik söylem biraz bu çerçevede kalıyor. Oysa hayatlarımızı güdük kılan, ilişkilerimizi soluklaştıran, sevincimizi azaltıp derdimizi çoğaltanlar esas olarak güncel siyasetin ötesinde. İnsani olan her şeyin metaya indirgenmesi, güç ilişkilerinin her yerde, en kişisel ilişkilerde bile kendini yeniden üretmesi, çoğaltması vs. Bu güç ilişkilerinin kurulduğu ve yeniden üretildiği noktaları sorgulamayan siyaset profesyonel siyasetçilerin kariyer mücadelesinden öteye gidemez. Edebiyatınsa, insanı merkez alması, insanı araştırması nedeniyle meseleleri daha kökten biçimde görme, tartma ve aktarma imkânı var. “Her acı acıttığı yere kayıtlıdır, orayı deşer, kanatır ama başkalarının acılarına kayıtsız kalmamızı gerektirmez bu…” cümlesini okuduğumda da edebiyata düşeni düşündüm. Bu söyleşide son sözlerin de bu cümleyle ilgili olsun… Edebiyat, bize başka hiçbir biçimde edinemeyeceğimiz bir bilgi verir. Başkalarını içeriden görme, kendimizi onun yerine koyabilme yeteneğimizi güçlendirir. Bu bir başkası acı çekiyorsa buna kayıtsız kalamayız zaten. n sibelo@gmail.com Kaldığımız Yer/ Behçet Çelik/ Can Yayınları/ 144 s. 1315 Yazılar, 248 sayfa 3 0 N İ S A N 2 0 1 5 n S A Y F A 1 5