08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Behçet Çelik’in yeni öykü kitabı: “Kaldığımız Yer” Fotoğraf: Kaan SAĞANAK ‘Kabuk bağlamamış yaraya ne değse acıtır’ Behçet Çelik’in yeni kitabı “Kaldığımız Yer”; toplumsal felaketlerin, yıkımların ve hesaplaşmaların bireye uzanan yanlarından yaratılan öyküleriyle dikkat çekiyor. Kitabına aldığı on dört öyküsünde edebiyatımızın önemli isimlerinden Behçet Çelik, kimi zaman bu kırılmaların tam ortasından kimi zaman da insana değen tarafından yakalıyor bizi. Türkçe ise Çelik’in kaleminde baki... Kitaptaki tüm öykülerde dilin zarafetine tanık kılıyor bizi. Behçet Çelik’le yeni kitabını, paralelinde edebiyatımızdaki hal ve gidişi konuştuk. r Sibel ORAL itaba adını veren öykü…” diye bir soruya başlayabilirdim belki ama kitapta Kaldığımız Yer adından bir öykü yok. Diken Ucu’nda vardı bu öykü… Kaldığımız Yer’in bu kitaba dair anlamından bahsedelim önce biraz, Kaldığımız Yer adı ile neyi işaret etmek istedin? Haklısın, bu isimde bir öykü vardı Diken Ucu’nda, ama orada bu başlığın ima ettiğiyle kitaptaki biraz farklı. Öyküde “kaldığımız yerden devam etmek” anlamında kullanmıştım, kitaptaysa geçtiğimizi sanıp aslında kalmış olduğumuz yerleri ifade etmek için seçtim bu başlığı. Kitaptaki çoğu öykü böylesine kaldığımız, ötesine geçemediğimiz bir yeri, bir eşiği işaret ediyor. Kaldığımız yer, kimi zaman yüzleşmediğimiz bir katliam, bir soykırım ya da sokakta görmemek için başımızı çevirdiğimiz bir mülteci, kimi zaman da kişisel hayatımızda çözemediğimiz için her yeni denememizde tökezlememize neden olan bir düğüm ya da ağzımızdan çıkıverip geri alma şansımızın olmadığı bir söz olabilir. İnsanın kendisini haklı çıkarmak ya da mazur göstermek için cin gibi çalışan bir zihni var, belki de ayakta kalabilmek, hayatımızı sürdürebilmek için farkında olmadan geliştirdiğimiz bir yeti bu; ama zihnimiz o anda nasıl çalıştığını, nasıl mazeret ürettiğini de pekâlâ S A Y F A 1 4 n 3 0 bunu yapıyor diye düşündüm. Böyle bir sinizmle önceki soruyu yanıtlarken sözünü ettiğim mistifiye etme süreci birbirini koşulluyor. Üzerine hiçbir suç kırıntısı düşmemiş gibi kendini pirüpak görmek, ama aynı zamanda olan bitenler karşısında kimsenin yapacak bir şeyi olmadığını düşünüp müdahale edenleri küçük görmek ortak ve yaygın bir tutum. Meseleye böylesi bir ruh hali üzerinden bakmaya çalıştım bu öyküde. Son yıllarda dillerimize pelesenk olan sözcükler var; adalet, yüzleşme, bellek, vicdan ve niceleri. Kaldığımız Yer kitabını düşündüğümde belki örtük bir dille dahi olsa öncü duyarlıklar izinde bu sözcüklerden beslendiğini düşündüm. Sen ne dersin? Katılıyorum bu tespitine. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki hemen her şey gelip bu kavramlara dayanıyor. Zamanında yüzleşmediğimiz, vicdanları rahatsız eden, unutturulmak istenmiş ama unutulmamış olayların üstünün artık örtülemeyeceği bir noktaya geldik. Eski TürkiyeYeni Türkiye söylemi çok yaygın bu sıralar; şunu aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor, eski Türkiye’nin yaraları iyileşmeden yeni bir Türkiye’den söz etmek ham bir hayal olur ancak. Yaraların iyileşmesinin, bir eşiği aşmanın koşulu da sorunda söz ettiğin kavramlarla yakından ilgili. “BİREYSEL SIKINTILARIMIZ TOPLUMSALLIKLA DA İLİNTİLİ” Peki, biraz daha toplumsal ya da topluma, tarihe mâl olmuş acıların ve sorunların özellikle bu kitaptaki öykülerde biraz daha öne çıktığını söylesem naçizane… Toplumsal meselelerle bireysel meselelerin kesiştiği, üst üste geldiği, birinin öbürünün bir yanını gösterdiği, ima ettiği öyküler yazmayı seviyorum. Bireysel sıkıntılarımızın toplumsallıkla da ilintili olduğunu düşünürüm. Bireysel sanılan bunalımlar da çok zaman kişinin topluma uyum sağlayamamasından kaynaklanır ve bu toplumsal bir meseledir. Türkçe öykü geleneğinde de toplumsallıkla bireysellik arasındaki kesişime sıklıkla rastlarız. Sait Faik’in “Bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada bir insanı sevmekle bitiyor her şey,” sözünün ilk cümlesi ezberlerdedir, oysa devamı daha önemli. Orada da öykü kişisinin bireysel sıkıntısı, yalnızlık sorunu toplumsallıkla ilişkisi içerisinde ifade edilir. Bununla birlikte, haklısın, bu kitapta belki tarihe mal olmuş acı ve sorunlar önceki kitaplardan farklı olarak öne çıkıyor. Kitaptaki üç öyküyü derleme kitaplar için yazmıştım. Murathan Mungan’ın derlediği Bir Dersim Hikâyesi ile Merhaba Asker’de ve Neslihan Önderoğlu’nun kayıplarla ilgili öyküleri bir araya getirdiği Burada Öyle Biri Yok’ta yayınlandılar. Sadece bunlar değil ama, söyleşimizin başında konuştuğumuz öykü ve biriki öykü daha toplumsalsiyasal meselelere ucundan değen öyküler. “Alavüsata” ise beni epey bir düşündüren, dönüp dönüp yeniden okuduğum, bitmesin istediğim metinlerden biriydi… Ve Bay Muannit Sahtegi’ye de bir selam yolluyor anlatıcı. Okurken Bener’in metnindeki “seni konuşmak değil, yazmak kurtarır” cümlesi geldi aklıma mektubu okuyunca. Sendeki hikâyesi nedir bu öykünün, mektubun? Bu öykünün biraz değişik bir versiyonunu bir derleme kitap için yazmıştım, ama o proje hayata geçirilemedi. Devletin K İ T A P S A Y I 1 3 1 5 “K görüyor, biliyor. Başkalarını kandırsak, ikna etsek (ya da öyle olduğuna inansak) bile kendimizi ikna etmemiz kolay değil. Kimse bilmese de bir muhasebe sürüyor bazen, ne yollar yürüsek, ne adımlar atsak da, o kritik andaki muhasebe, o düğüm aklımıza düştüğünde bir adım bile atmamış gibi hissedebiliyoruz. Kalmışız orada, o zamanda. Peki, seni oraya götüren neydi? Hatırlamak sanırım, bizi kaldığımız yere gerisin geri götüren bu, ya da unutmamak, unutamamak. Vicdanın tam anlamıyla rahatlamamış olması, bunu temin edebilecek şeyleri yapmamış olmamız, yüzleşmemiş olmamız mesela; geçtim başkalarıyla kendimizle bile. Yaptıklarımızı, seçimlerimizi haklı çıkarma, mazeret bulma çabamızı sürdürmemiz meseleyi daha da katmerlendiriyor, bunu yapmayı sürdürdükçe olağan şartlarda unutacağımız şeyler bile hafızamıza kazınıyor. Neyse ki kendimizi kandıramıyoruz, neyse ki vicdan diye bir şey var… Belki bir nedeni daha var bunun. Hayatın cilvesi olduğunu sanmıyorum, bir zorunluluk belki de; hayat da karşımıza benzer başka durumlar çıkarıp duruyor. Kabuk bağlamamış yaraya ne değse acıtır, belki de böyle oluyor. Bizi kaldığımız yere götürüp duruyor her dokunuş. “TARİH TEKERRÜR EDİYOR GİBİYDİ” İlk öyküde, hikâyeye uygun bir şekilde en çok lanet sözcüğü var, hikâyesinden mi, N İ S A N 2 0 1 5 aileden mi, yüz yıllık acısından mı ne… Neydi seni bu öykünün peşine düşüren? Bu öyküye verdiğim ilk isim “Lanet”ti. Önceki soruyu yanıtlarken hayatın karşımıza benzer durumlar çıkarmasından söz ettim, bazen bunun bir lanet olduğunu söyleyerek meseleyi mistifiye etmeye çalışırız, sanki doğaüstü bir güç her şeyin sorumlusuymuş gibi düşünüp rahatlamaya çalışırız. (Toplumsalsiyasal tarihimizdeki kapanmamış yaralarla ilgili sürekli olarak dış güçleri, başkalarını suçlayan söylemde de benzer bir mistifikasyon yok mudur?) Oysa bu benzer şey neden gelip bizi yeniden buluyor sorusunun maddi, nesnel yanıtları vardır çok zaman. Söz konusu olan doğaüstü nedenler değildir. Bu öyküyü yazma fikri aklıma geçtiğimiz yaz Şengal’de Ezidilerin katledildiği haberlerini duymaya, okumaya başladığımız sıralarda geldi. Tarih tekerrür ediyor gibiydi, neredeyse yüz yıl sonra aynı coğrafyadaki hâkimiyet mücadelesi sırasında genç yaşlı, çoluk çocuk, erkek kadın demeden, sadece ırklarından, inançlarından ötürü azınlıktaki toplulukların canına kıyılıyordu. Yüz yıl önce yaşananlar konusunda adalet temin edilememiş, yapanlar yaptıklarıyla kalmış, hatta bununla güçlenmiş, varsıllaşmış olduğu için, benzer insanlık suçlarını işlemekte beis görmüyordu katiller. Daha öncekinde nasıl birileri hiçbir suçları yokmuş gibi davranabilmek için kabahati, kusuru dışarıda aramış, olan biteni sinik bir tavırla seyretmişse, birileri gene C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle