04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Şeref Bilsel’den “Sürgündeki Rüzgâr” lamazsa bir ağaçla söyleşir, bir ırmağa bakar; iyi ki şairden kurtuldum, dünya ne kadar havadar der! “YAZAR, GEÇTİĞİ YOLLARA DA BAKMASINI BİLMELİ” Son olarak toplu şiirlerin yayımlandı. Şairlerin toplu şiirlerinin yayımlanması, geçmiş birikimini kendi inisiyatif ve değerlendirmeleriyle ortaya koyması açısından önemli gibi görünüyor. Bu bağlamda soracağım. Ama önce bir anımsatma: Behçet Necatigil’in şairin üç burcu olduğunu söylediği bilinir. “Bence şair, hayatı boyunca üç burçtan; gurbet, hasret ve hikmet burçlarından geçiyor” diyor Necatigil. Şairin toplu yapıtlarını yayımlaması, aynı zamanda artık “hikmet burcu”na girdiğini, geri dönüşünün olmadığını, bundan böyle izleyeceği yolun ayak izlerinin devamı olacağını beyan etmesi anlamına da geliyor sanki... Bu konuda neler söylersin? Dört şiir kitabının bir araya toplanması sürecini hızlandıran şey, gelecek yıl Altın Portakal Şiir Sempozyumu’na katılacak insanlara derli toplu bir eser sunmaktı. Yoksa “toplu” sıfatından oldum olsa hiç hazzetmedim. Kitabın üzerinde sadece “Sürgündeki Rüzgâr” yazılmasını istedim ama ortada bir “kitap”tan bahsediyorsanız aynı zamanda bir piyasa ilişkisinden de bahsediyorsunuz demektir. Kitap sadece size ait olmuyor; yayıncıya, dağıtımcıya ve nihayet yerinde bulunursa okuyucuya da ait. Bu çark içinde kitabınıza verdiğiniz adın altına “toplu/tüfekli şiirler” yazılması kaçınılmaz oluyor. Bu açıklamalarımı umarım sevgili Cihan Oğuz da anlaşılır bulacaktır! 23 yıl boyunca yazdığım her biri dergilerde yayımlanmış 105 şiir bir arada olsun istedim. Böylece geriye dönüp bakma şansımızı da elimizde tutmuş olacağız. Yazan insan önüne baktığı kadar geçtiği yollara da bakmasını bilmeli. Günahıyla sevabıyla geçtiği çalılıkların hışırtısını, dokunduğu suların serinliğini, aldandığı güneşlerin sıcaklığını yanında tutmaktan çekinmemeli. Necatigil Hoca, edebiyatla ibadet eder gibi bağlılıkla saflıkla ilgilendi. Kendi dünyası içinde söylediklerinin elbette karşılığı var. Fakat bugün üç beş şiir kitabı çıkartmış birine “hikmet” sözcüğünü gösterseniz, o sözcüğün Nâzım’ın yanında doğduğunu düşünür! “Bundan böyle izleyeceği yolun ayak izlerinin devamı olacağını beyan etmesi anlamına” geliyor mu? Hani şu sürekli tekrarlanan “dilini buldu vs” var ya o geldi aklıma. İnsan kaybettiği bir şeye rastlayınca onu bulduğunu anlar. İyi kötü baştan beri yazdıklarımın arasında benzerlikler olduğunu görüyorum. Her kitapla değişen mekânlar, temalar, seslenmeler olacaktır. 78 yıl önce çocuklarımız yoktu ama o vakitler yazdıklarımda da çocuklar vardı; belki son kitapta bu vurgu daha bir arttı. Yaşadıklarımıza benziyoruz. Şiir bize, yaşadıklarımızın arasından seçme şansı veriyor sanki. Buna Sürgündeki Rüzgâr kendimle çektirdiğim toplu fotoğraf olarak da bakabiliriz! Kimi ne kadar ilgilendiriyor? O ayrı mesele. n Sürgündeki Rüzgâr/ Şeref Bilsel/ Yitik Ülke Yayınları/ 248 s. K İ T A P S A Y I 1278 ‘Şiir bize seçme şansı veriyor sanki’ Şiir okurlarının, şiir dergilerini takip edenlerin yabancısı olmadığı bir isim şair Şeref Bilsel. Hazırladığı antolojiler, şiir üzerine tanıtma, eleştiri, sunuş, değerlendirme yazılarıyla da öne çıkan bir isim. Son Altın Portakal Şiir Ödülü’nün sahibi olarak geldi gündeme. Şeref Bilsel, ödüller ve şiirin günümüzdeki durumu, şairin sosyal, siyasal, kültürel gündemle ilişkisi ve toplu şiirlerinin yer aldığı “Sürgündeki Rüzgâr” üstüne yönelttiğimiz soruları yanıtladı. r Enver TOPALOĞLU odern dönem Türkçe şiirin geçmiş deneyimlerden edindiği birikimi ve günümüz şiirini nasıl değerlendiriyorsun? Yeni eğilimler, yeni arayışlar, yönelimler, açılımlar... Her dönemden biraz daha fazla yollar açıldı şiirimizin önünde. Farklı arayışlar, deneysel çalışmalar, seslenişler var; bir taraftan da kendinden önceki birkaç şairin sesini (özellikle İkinci Yeni’ye mensup şairlerin sesini) çoğaltanlar dikkat çekiyor. Ben Hâşim’in şiir poetikasının bir tarafa bırakılmaması gerektiğini düşünüyorum ama bir tarafa bırakılmış. İçinde hem melâl, hem mahcubiyet, hem müzik hem de parçalanarak batmış güneşler var Hâşim’in. Cumhuriyet sonrasının ilk büyük kırılması olduğunu düşünürüm; ardından Nâzım’ın tesiri gelir. Gençlerin çoğu gelenek deyince büyük ölçüde İkinci Yeni’yi anlıyor. Dıranas okuyan var mı mesela? Şiir dışındaki alanlarda pek çok nitelikli çalışma var; örnek olsun diye söylüyorum: Hasan Ali Toptaş’ın yazdıkları, özellikle şairlerin okuması gereken özel bir külliyat. Edebiyatın nasıl ciddiyet gerektirdiğini, onun yazma serüvenine kulak verenler biliyordur zaten. Bazı arkadaşlarımızın geçmişin şiir yükünden haberi yok. Sadece yazanlar var. Şiiri sözcüklerden, sesten kopartıp geometrik bir daireye sokanlar var. “Ne var bunda, ben de yazarım!” diyor belki ve böylece iyi bir “okur” olma vasfını da ıskalamış oluyor. Çünkü herkes yazıyor; herkesin yazmaya hakkı var ama kitaplar, dergiler satmadığına göre kimse okumuyor demektir. Bilginin bir görgüye dönüşme süreci de ortadan kalkarsa o zaman fena. Necatigil bugünleri görseydi ne düşünürdü acaba? “Ev”den çıkar mıydı? Şiir ortamımıza bakanlar bizim hem merhamete, hem mahcubiyete, hem ciddiyete hem de güvenilecek insanlara ihtiyacımız olduğunu hemen anlar. Sadece dilinden değil, elinden de emin olacağımız insanlara ihtiyaç var. Bütün S A Y F A 4 n 1 4 M bunları, edebiyatın ahvalini, Semih Poroy’un “Feklavye”sinin müdavimleri yakından rasat ediyordur zaten. Ne diyordu şair: “Dağ görgüsü kazanır Ağrı’yı bir kez görse de kişi.” Yeni bir şair mi? Evet, Engin Özmen. Tek başına bir yönelim. “ESKİDEN ŞAİRİN BİR GİZEMİ, ÖNEMİ VARDI” Sence şiirin bugün ve gelecek açısından müdahil olunması gereken sorunu ya da sorunları ne? Yukarıda bir kısmını vurguladım sanırım. Birbirine bağlı şair, dergi, kitap noktasında nicelik patlaması. Eskiden, bizim de bir ucundan gördüğümüz zamanlar da dahil, şairin bir gizemi, önemi vardı. Şairin imgesi yağmalandı artık. Elektronik ortam bu gelişmeyi daha da hızlandırdı. Siz farkında olmadan sizinle çektirilmiş fotoğraflar, yorumlar okuyorsunuz; bir sektörel dağılım yaşanıyor! Bir de bildiğimiz anlamdaki hafızanın dışında yeni bir “bellek” oluştu artık. Bizden beslenen ama bize ait olmayan. Sesimiz, fotoğrafımız başta devlet olmak üzere, ilgilenenlerin arşivine hemen inebiliyor. Gerçek insan hafızası üzerinden değil, bu bellek üzerinden muhatap alınıyoruz. Ben bugün yazılan şiirde organik olmayan, tamamen mekanik böyle bir belleğin ortaya çıktığını düşünüyorum. Bu bir sorun mudur, bilmiyorum ve bazı arkadaşlar ortaya koyduğu metni kendi başına bırakmıyor, şiirin doğasındaki o kendi halinde yürüyüşünü farklı imkânlarla hızlandırmaya çalışıyor; böylece şiirin önüne o şiir için “yapılanlar” geçiyor. Gençlere de hak vermek lazım. İnternet üzerinden bütün ihtiyaçlarını gidermeye alışmış bir genç adını şairlerin hizasına yazdırmak istiyorsa bunu da gerçekleştirebileceğini düşünmeye hakkı var. Çünkü her şey ekranda artık: Şair, yayıncı, dergi editörü. Yola kötü bir şairi okuyarak çıkmış, kulağı o şairin sesiyle dolmuş biri ömür boyu o sesten tam manasıyla kurtulamaz diye düşünüyorum. Çok ve hızlı yazıyor şuara taifesi, gelecekte şairleri toprağa değil, internet ortamına gömmeye başlarsa okurlar, 2 0 1 4 “Gençlere de hak vermek lazım. İnternet üzerinden bütün ihtiyaçlarını gidermeye alışmış bir genç adını şairlerin hizasına yazdırmak istiyorsa bunu da gerçekleştirebileceğini düşünmeye hakkı var” diyor Şeref Bilsel. buna şaşmamak gerek! Hangi sesi çok yoğun dinlemişseniz o ses sizin sesinize yerleşip taşınıp duruyor sizinle. Sadece ağzımızdan çıkanlara değil, dinlediklerimize de dikkat etmek lazım! Şiirle ilgili tartışmalarda en çok dile getirilen kaygıların başında şiirin geleceği var. Şiirin geleceğini nasıl görüyorsun? Pablo Neruda şöyle der: “Şiir her çağda ölüme terk edilmiştir ama o, savurucu ve dayanıklı olduğunu göstermiştir.” Bu kaygı çok eskiden de vardı. 1930’larda “Şiirimiz ölüyor mu?” başlığı altında soruşturmalar yapıldığını, anketler düzenlendiğini biliyorum. Sanıyorum o dönemde de şiirin değil de asıl şairin hâl ve gidişine bakanlar böyle bir kanıya kapılmış olmalı. Başkasına ait bir şiirdeki güzelliği paylaşamayan; kıskanmayı, bencilliği bir hastalık biçimi olarak yaşayan; şiir kültürünü dedikodu üzerinden kazanmış şairlere sıkça rastlayanlar, elbette şiirin geleceğine dair kaygı duymakta haklı. Şiir kırlardan geldi bize, şehirler kurulmadan önce vardı, şehirleri yıktıktan sonra da var olacak. Her türlü insani değerin üzerine basıldığı megapollere, metropollere cepheden saldıracak en kavi araçlardan biri şiir. Batı edebiyatını, şiirini içeriden bilen Erdoğan Alkan’ın yazın serüvenine bakanlar, bir şairin kırla kent arasında hangi tercihlerle yoluna devam ettiğini, neyi koruyup neyle hesaplaştığını yakından görebilir. Kaygı duyulacak şairdir, şiir nerede olsa yaşar, son insan öldükten sonra da gelir, hiç kimseyi bu A Ğ U S T O S C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle