30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K İki haftadır kısa kısa tanıttığım on bir yazardan toplam on altı çocuk gençlik yazını ürününden derlediğim ipuçlarından kalkarak önce panoramik tablo çıkarmaya, aralarında yaş, tutum farkları olan bu yazarların yapıtlarından dayanak yaparak kimi saptamalarla yaklaşımlar getirmeye çalışacağım… azınbilimci Sevinç Özer, çok kısa öykünün sıklıkla konuşulup tartışıldığı 1990’ların heyecanlı ortamında, “Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?” atasözünün çok kısa öykü bağlamında alınabilirliği üzerinde düşünülmesi, tartışılması gerektiğini de savunmuştu. Konuya ilgi duyanlar, Sevinç Özer’in kitaplarına uzanıp doyurucu verilerle zenginleşebilir elbette. Bunu dayanak yaparak başka yerlere uğrayayım istiyorum ben daha çok. Atasözünün eski karşılığı Farsça, Arapça kırması “darbımesel”. “Darb”, “zarb”la birlikte farklı anlamlara karşılık geliyor. Mustafa Nihat Özön’ün OsmanlıcaTürkçe Sözlüğü’ne göz atıldığında, “mesel” için “kendinden ziyade altındaki mana kastedilen manalı, dokunaklı söz”, “terbiye ve ahlak için yararlı hikâye” deniyor. Demek ortada “hikâye etme” var, var ama nasıl bir biçeme dayanacak, biçimce nasıl bir yapı olarak çıkacak karşımıza, sorun bu… Yoksa çok kısa öykünün toplumca bize hiç de yabancı olmadığı açık. “Özlü söz” de bu kapıya çıkmıyor mu? “Kıssa” da kabaca bu anlamda kullanılıyor. “Kıssadan hisse” deyişini anımsayalım… Demek öykünün alt türü olarak kısa öykü dışında bir “kıssa öykü” terimini ortaya atmak bile pekâlâ olası. “Elkıssa” da “sözün kısası” demek. “Kıssehan”, “kısseperdaz” böylesi kıssaları anlatan, söyleyen, düzen insan demek… Meddahlarımız, masal atalarımız var ya, bunlar da bir bakıma bu gelenekten gelen kimseler… Ortaoyunlarımızdaki “muhavere” bölümünde yer alan konuşma, anlatı da bu kapsamda alınabilir bana göre. Nitekim İsmail Dümbüllü de, geleneğin ardılı ötekiler de bu bağlamda türün anlatıcıları o halde… Ali Günay’ın “kısa öyküler” alt başlığıyla yayımladığı Çatlak Nar’ın (Kanguru, 2012) arka kapağına aldığı, yine kendi yazısından bir alıntıyı bütünüyle aktarmakta yarar var: “Kısa öykü, kökü 19.yüzyıla, sanayileşme ve kentleşme, aynı zamanda modernleşme sürecindeki kapitalist topluma dayanan ve kent yaşamının hızına ayak uydurmak için daha da kısalan öykü türüdür. Adı konusunda henüz bir görüş birliği yok. Mini, nano, itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA [email protected] [email protected] ÖYKÜCÜLERİMİZ ARASINDA 7 Öyküde yazcaz kıpırtısı: Cimcime öykü... Y piko, minimal, çekirdek, kısacık, küçürek, kıpkısa, öykücük… gibi birçok isimle anılıyor. “Uzun öykü ile kısa öykü arasına, uzunluk bakımından (sayfa sayısı, sözcük sayısı… gibi) nasıl kesin bir sınır konamazsa, kısa öykü ile sözünü ettiğimiz tür arasında uzunluktan ibaret bir ayrım yapılamaz. Kısalık farklılıklardan yalnızca biri. Biçime ilişkin olanı. “Peki, nedir bu ‘ele avuca sığmaz’ asi, yıkıcı öykü türü?/ Belirtmek gerekir ki tanım sayısı, kullanılan isim sayısından çok daha fazla. Bu nedenle, galiba en kısa tanım şu olabilir: tanımı kendinden uzun olan öykü türü. Hani dilimizde bir deyim vardır: sadede gelmek. Kıpkısa öykü sadede gelmedir, az söyleyip çok şey anlatmaktır aynı zamanda. Kısaldıkça yoğunlaşan, derinleşen bir ‘nokta atış’tır.” Gördünüz ya, ben de “cimcime öykü” deyiverdim. Sonra da götürüp “yaz”la “caz”ın ortasında kıpırtıya dönüştürdüm bunu. Dil Derneği Türkçe Sözlük, “cimcime”nin karşılığında şunları söylüyor: “Küçük ve tatlı bir tür karpuz”. Değişmeceli anlamı ise “küçük ve sevimli (kadın)”. DOĞU’NUN DİNGİNLİĞİYLE ÖRTÜŞEN ÖZLÜ SÖZ… Doğu, kendine özgü bilgeliğiyle özlü söze, hikmete ilgi göstermiş hep. Haiku, rubai, beyit vb. biçimler de bu bağlamda alınabilir. Bunlardan Kanuni’nin atasözüne dönüşen “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözü de anımsanabilir. Anadolulu ilkçağ bilgelerinin bununla örtüşür tutumda fragmentlerle dünyayı açımlamaya girişmesi de Mısır, Mezopotamya, Hint, Çin düşüncesinin dalga uzantıları olarak değerlendirilebilir… Veda metinleri de örneklenebilir hatta… Bunun matematikte sayılarla, müzikte notalarla ilgili uzantıları da söz konusu. Sanal sayı kavrayışı, 1 sayısı, karekök 2, daha başka matematiksel ifadelerle ilgili mistik yakıştırmalar, hep bir “Tanrı” kavrayışına götürüyor bizi. Tanrı’nın bir’liği, tek’liği… Kuran’daki ayetler de özellikle Doğu’daki yaşam döngüsü içinde kimi ifadelere tutunuyor bir bakıma. Kısaca söylemek gerekirse, Doğulu toplumlar, altından derin anlamlar çıkabileceğini düşündükleri durumlara karşı yoğun ilgi gösteriyor. Söylenmek istenen ya da söylenmiş olup da henüz anlaşılamadığı düşünülen gizli, sanki şifreler barındıran bir söze göre yaşanıldığı inancı egemen insanlarda. “Hurafe” bakışı, “Hurufilik” akımı vb. kavrayışlar da ilintilendirilebilir bununla. Kuran’daki “Elif Lam Mim”in, bir Doğu metni olarak Yuhanna İncili’ndeki Tanrı ile “söz” (ya da “logos”) dogması arasında kurulan bağın da bu anlamda alınmasında sakınca olacağını sanmıyorum. Zaten bir savsöz toplumu oluşumuz da bunu göstermiyor mu bir bakıma? Bütün yaşamımızı kimi savsözlerin sınırları içinde gezinerek tamamlamıyor muyuz neredeyse? Buna dönük açılımları bütün yaşamına yay mış halde, geleceğini bu kumara yatırıp kendini kilitlemiş izlenimi bırakmıyor mu insanımız topluca? Diyeceğim hepimiz de çok yatkınız bu cimcimeye. Herkesin içselleştirdiği, yaşamına kattığı bir ilişkilenme biçimi bu, sözün kısası… Dedikoduyu, bundaki imalı göndermeleri de bu yönde örneklemek pekâlâ olası… “Söz gümüşse sükut altın”, “Ağır ol molla desinler”, “Söz ağızdan çıkana dek insan söze, söz ağızdan çıktıktan sonra söz insana hâkim” vb. türündeki deyişleri bunlarla ilintilendirmek olanaklı. İnsana konuşmak yerine susması ya da konuşacaksa az söz etmesi öneriliyor hep… Aforizmaları da bu bağlamda almak gerekiyor. İnsanoğlu, arayıp da bir türlü bulamadığı, ancak kesin bilememekle birlikte her şeyi açıklayacağından neredeyse emin olduğu sözü, ondaki gizi aramayı sürdürüyor inatla. Bütün bunlar, eğer tür olarak alınacaksa bunun kökeninin, tiyatroda görüldüğünce Doğu olduğu, ama günümüz kavrayışına dayalı işlenimle geliştirimin Batı’da gerçekleştirildiği vargısına ulaştırıyor bizi. SIRA DIŞI BİR ASİ: ŞİİR… Mekân Hikâyeleri (Kanguru, ikinci basım 2013) adlı yapıtının önceki basımına değindiğim, ötesinde çok kısa öyküye, “kendi türü olduğu”nu söyleyecek denli yakınlığını bildiğim Emel Kayın’dan bir metni örnekleyeyim: “Yol uzun. Ama daha zaman çok. Öyleyse yürümeye devam edebilirim.” (94) Bunu, yukarıdan bu yana söylediklerimin bireşimi örnek bağlamında almak olanaklı. Savsöz toplumu olarak bize çok uyan bir söyleyiş. Alın bir örnek daha, gizeme kapı açan: “Gitmedim. Ama kalmadım da.” (91) Kemal Sümer, Y Yayıncılık’ça basılan 64 Söz (2009) ile 73 Söz’den (2010) sonra son olarak da 82 Söz’ü (2012) yayımlamış adeta bir aforizma yazarı olarak. O da şöyle diyor örneğin: “Doğru yaşanmış bir hayatın ödülü, ölüme hazır olmaktır.” (73) İşin dedikoduyla bağını, bunun yaşamımızdaki yerini de taşıyalım bir örnekle. Turgay Kantürk’ün, “Kısa, Çok Kısa Öyküler” olarak nitelediği Hayat Siyah Ölüm Beyaz (Sel, 2004) adlı yapıtından aktarıyorum: “’Mahallenin gülü,’ diyorlardı ağabeyler, onun için. Her akşamüstü, yoksul ve doy6 gun insanların oturduğu bu semtte, pilli radyosunu dama çıkarır (yalnızca üç tane vardı, yüz hanelik mahallede) ve sonuna kadar açardı sesini; ‘Hüsnüne güvenme..’ diye başlayıp giden bir şarkı kalmış aklımda, bir de babaannemin sigaradan iyice erleşmiş sesi: ‘Hah! Çıktı işte zilli… Dam güzeli diye buna derler.’ Kendi de eşlik ederdi şarkıya, programda söylenen tüm şarkıların sözlerini küçük kâğıtlara yazar, bittiğinde biz meraklı çocuklar eteğinde toplanır, niyet çeker gibi şarkı çekerdik kahve tepsisinden. Biz o mahalleden taşındıktan sonra (annem söylemişti sanırım) kaçmış ve bir udiyle evlenmiş; gökten üç elma…” (“Radyo Günleri”, 12) Turgay Kantürk’ün yer yer tümden imgelem evreni kurduğu, o zaman metnin şiirle içlidışlı yapıya büründüğü görülebiliyor. Şiirin temelinde bu tür bir sayısal mükemmellik arama düşüncesinin yattığı söylenemez mi? Şimdi dönelim biz Ali Günay’ın Çatlak Nar’ına, yanına Özcan Öztürk’ün “minimal öykü” olarak yayımladığı Davetsiz Misafir’ini de (Bence Kitap, 2011) ekleyerek sürdürelim… Yukarıda adlarını andığım beş yazarın da aslında şair olarak bu metinleri kaleme aldıkları savlanabilir. Çünkü andığım kitaplar, söz konusu kısa metinlerin şiir kurmaya yatkın yapılandırmayla örüntülendiğini gösteriyor. Zaten yazı boyunca bu tür kısa metinlerle ilişki kurarken bunların şiirle bağı çok açık biçimde çıkmıyor mu ortaya? Aynı şekilde Günay ile Öztürk de şiirden gelen yazarlar… Öyleyse gelin bir de Metin Altıok’a uğrayalım. İşte “Özgeçmiş”i: “Bir kapıdan çık/ tım/ yürüdüm yürüdüm yürü/ düm/ hiç aksamadan hep düne döndü gün”. (Bir Acıya Kiracı/ Bütün Şiirleri, Kırmızıkedi, 2013, 387) Şair, ses, ezgi de ekliyor demek buna. Yukarıdaki “tım”, “düm” yinelemeli dizeler kesik heceler halinde arka arkaya sıralandığında ortaya çıkan ezgi bunu gösteriyor. ALİ GÜNAY, ÖZCAN ÖZTÜRK… Çok kısa öykü için, şiir olamamış düzyazı girişimi de denebilir, eğer bir tanım daha eklenecekse terim için. Bunu andığım iki kitap aracılığıyla bir kez daha gözleyebiliyoruz. Ali Günay’ın öykümsülerinden kimileri birer şiir çalışması izlenimi bırakıyor. Yazarın şiir işçiliğinden geldiği belli bu nedenle. Ötesinde hatta, bir ezgi de doluyor kulaklara, odalarda geziniyor notalar, Metin Altıok’un örneklediğim dizelerinde görüldüğü gibi. Ama beri yandan kimileyin fıkra, olay aktarımı, nükte vb. havasında izlenim bırakan örneklerle de karşılaşılmıyor değil. Yer yer gülümseten, ötesinde güldüren yaklaşımlar, deyişler de çıkıyor insanın karşısına. Günay, bütün bunların yanında şaşırtmadan, ama bundan daha çok özce, biçemce, biçimce yansıttığı aykırı, ters tutumdan yararlanıyor. Bir örnek Ali Günay’dan: “Romanı ikisi de okumuş beğenmişlerdi. Filmine gittiler. ‘Başarılı bir uyarlama olmuş’ dedi biri, ‘değil mi?’/ ‘Cık’ diye yanıtladı öbürü, ‘olmamış’./ ‘Neden?’/ ‘Romanda ekmek sıcacıktı.’” (40) Kaldı ki Ali Günay’ın, “Her aşk bir gün ölümü tadacaktır!” (55) göndermesi sonuçta yazı boyunca gizeme dönük öne sürüşlerimi buluşturan veri gibi de okunabilir. Özcan Öztürk ise türün siyasal öyküleme bağlamında yol açacağı etkilerin nerelere uzanabileceğini gösterirken yazıda savsöz toplumu oluşumuza yönelik çözümlemeyi destekliyor bir bakıma. İşte bir örnek: “Sekseninci doğum gününü kutlayan diktatör; ülke haritası şeklindeki yaş pastanın üzerinde yanan mumları üflerken, bir dilek tuttu./ ‘Yaptıklarım, yapacaklarımın teminatıdır.’” (31) Gelin bu yazıyı yine Öztürk’ün savsöz bağlamında örneklenebilecek metninden bir örnekle noktalayalım: “Sustukça büyüyoruz, çığ büyüdükçe susuyoruz…” Öyle değil mi ama? ? 2013 ? SAYFA 15 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1216 HAZİRAN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle