30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Mehmet Yaşın’dan ‘Evden Kaçan Çocuk’ ‘O benim çocukluk hayaletim’ Mehmet Yaşın’ın Evden Kaçan Çocuk adlı şiir kitabını okurken çocukluğunuzun hayaleti de kapıdan içeri giriveriyor. Tuhaf ve anlatması güç bir durum bu. Zor iş insanın kendi çocukluk hayaletiyle arkadaşlık etmesi, onunla kavga etmesi, oyunlar oynaması. “Çocukluk kendi içine bakar” diyor Yaşın ve ekliyor: “Bu kitap, işte, o bakışa ithaf olsun – Ol’sun.” Galiba oluyor da; “çocukluk söndürülemiyor” ve siz de Yaşın’ın şiir evrenine girdiğinizde çocukluk hayaletinizle birlikte “İnsanın çocukluğu başkasıdır” cümlesine takılıp kalıyorsunuz. Sonrası mı? O size ve çocukluk hayaletinize kalmış. Kitaptaki şiirleri okunduğunda ne demek istediğim anlaşılacaktır. Yaşın’la Evden Kaçan Çocuk’u, kendi çocukluğuna babalık etmeyi ve bakın daha neleri konuştuk. Ë Sibel ORAL “BENİM ARTIK ÇOCUK GİBİ DAVRANMAM MÜMKÜN DEĞİL” Kitabın başındaki ithaf yazısında “kendi çocukluğuna babalık etmek” sözü çok düşündürdü beni. Belirttiğiniz “ikiz çocuk hayaletiniz” çerçevesinde nasıl açıklarsınız bunu? Ben yetişkin bir adamım, çocukluğumsa işte, orada olduğu gibi duruyor. O çocuk bir hayalete dönüştüğünden artık ölmesi mümkün değil. Benden bir parça. Ama benim artık çocuk gibi davranmam da mümkün değil. Çocuksu duygulanımlarla bir alakam yok. Hatta yaşını başını aldığı halde çocukluk yapanlarda kötü bir taraf görüyorum. Bakıyorsunuz 50 yaşında adam, 60 yaşında kadın, ‘Ayy ben pek naifim, bende bir çocuksuluk var, büyümek istemiyorum, filan’ diyerek başkasına yaptığı düşüncesizliği, şımarıklığı, sorumsuzluğu gerekçelendirmeye kalkışıyor. Fikri ve edebi yetersizlikleri örtbas etme aracı olarak çocuksuluğa sığınılıyor. Şiir dahil edebiyatımızda bu cinsten bir çocukça halin sürdürülmesi üzerinde ayrıca konuşmayı gerektiren bir konu. Edebiyat yetişkinlerin, kendini sofistike anlamda yetiştirebilenlerin işidir. Var oluşu sorgulayabilecek bir düşünsel derinlik, birikim gerektirir. Dünya edebiyatını içinize sindirmeden, yazma deneyimlerinden geçmeden bir ustalık kazanabilir misiniz? Bunlar da tabii şu ya da bu biçimde olgunlaşmakla ilişkili. Şair kendi çocukluğuna babalık yapabilecek kadar olgunlaşınca, yani naifliği aşkın bir algılayış boyutu kazanınca, çocukluğa bağlı değerleri de yapıtlarına daha etkili yansıtabilir. Ama sözünü ettiğiniz ithaf dizesinde, nihayet bir baba bulabilmiş gibi göründüm size galiba. Kendi babam yine kendim oluyorum. Kitapta üç bölüm var: “Başkasının Babası”, “Başkasının Hayatı” ve “Başkasının Sözleri.” Kim bu başkası sahi? Kendi kendimin babası olunca, birçok başkası da oluyorum tabii. Çocuk olarak başkası, şair olarak başkası, yetişkin olarak, sevgili olarak, bir baba olarak başkası... Bunlar hep birbirine karşı ya da farklı başkası. Öte yandan yazma sürecinin getirdiği bir başkalaşma var ki sanırım bunu hemen hemen her yazar yaşıyor. Ortaya çıkan kitap yazarın değil başkasınınmış gibi oluyor. Yazar kendini başkasına dönüştürüyor yaratırken. Aynı biçimde başkasına ait hayat deneyimlerini ve sözleri de kendisinin kılıyor. Bu da onu kendine karşı başkası haline getiriyor. Sonra tabii, sözünü ettiğiniz üç bölümdeki ‘Başka’lar da başka başka. Mesela ‘Başkasının Babası’, eğer sizin babanız değil de başka bir çocuğun babasıysa, ondan babalık beklemiyorsunuz. Ne üzerinizdeki otoritesinden şikâyetçi oluyorsunuz ne de sizi ihmal etmiş olmasından. O zaman da, çocuklarıyla sorunlu 2013 sanları, hep daha çok sosyal statü ve para kazanmak, daha genç, trendlere uygun görünmek adına sürekli kendi kendilerinden hoşnutsuz eden, doyumsuzluğa ve dolayısıyla mutsuzluğa iten bir sistemde yaşıyoruz. Modernlik merakının ve tüketim toplumunun hayaletlerimizi elimizden alması bu çağın hastalığı ve şiir için de çok engelleyici. Çünkü hatırası kalmayan bir yerde şiir de kalmaz. Hani, ‘Bu evin ruhu yok’ denir ya, işte o, hayaletsiz kalmış bir mekân demeye gelir. Hatırasız bir yer, hafızası boşalmış, herhangi bir duygulanım veremiyor, orada zaman siliniyor ve hayaletler de görünmez oluyor. Gerçek ölüm bu. “BURASI GARİP BİR ÜLKE” “Başkasının Hayatı” adlı şiirinizde “Polislerin şair, şairlerin polis olduğu/ yazılanın zul, yazmanın zulüm, yazdıranın zalim olduğu bir Türkçenin içinde misafirlikteyim” diyorsunuz… Burası garip bir ülke. O şiiri yazdığım sırada Anadolu’da edebiyat turundaydım ve okurum olan polislerle karşılaştım. Şimdi hangi kentlerde, hangi rütbede polisler olduğunu söylemeyeyim. Ama esaslı şiir okuruydular ve benim şiirimi de hakikaten iyi tanıyordu özellikle bir tanesi. O polis şiir de yazıyordu. Bana değerlendirmem için fotoğraflarla süslediği şiir defterini vermişti. Öte yandan biliyorsunuz, Cumhuriyet dönemi boyunca şairlerimizin ihbarcıları, genellikle en yakınlarından, edebiyat camiasından kişilerdi. Kaldı ki, belirttiğiniz dizeler bire bir anlaşılmamalı. Hele dil bağlamında... Ben baştan beri hem yatay, hem dikey anlamda çoğul Türkçelerle yazıyorum. Yatay derken farklı bölgelerde ya da cemaatler arasında konuşulan Türkçeleri, dikey derken de tarihsel olarak Osmanlıcadan bugüne değişen Türkçeleri kastediyorum. O dediğiniz şiirde bir de dil yapısını değiştirme çabası var: “Gelsem de gelinemeyen bir yerdir üveyanadillerim/ Yusuf’un özkardeşler’ne benzer/ ne anlar ne de anlatabilir kuyuda benim neler yaşadığımı/ Bu başkasının hayatı... (Evet/ ben muvakkaten tayin edildim Dilbilgisi’nize.) Şiirimi kurarken dilin sınırlarını zorlamamda sanırım Türkçelerim dışında, hayatımda şu ya da bu şekilde olagelmiş diğer dillerin de katkısı var. Türkiye Cumhuriyeti’nin ders kitaplarındaki ‘Dilbilgisi’ benim için başka bir yer, âşinası olduğum yabancı ülke gibi bir şey. Türkiye’de dil devrimi etrafında yapılan ve öztürkçe sözlük mü Osmanlıca sözlük mü düalitesiyle süren tartışmalar beni pek ilgilendirmedi. Asıl rahatsız olduğum, Cumhuriyet dönemi Türkçesinin halen devam eden otoriter ve seksist edası, üslubuydu, ki bu giderek dil yapısını da etkiledi. Türkçenin bu yanını yıkıp yeniden yapmak için, yani öztürkçesine ‘yapısökümcülük’ dedikleri ‘deconstruction’cu’ bir girişim için, şiir, romandan daha fazla imkâna sahip. Çünkü her şair, içine doğduğu verili anadilin üveyliğini daha en baştan hissedip, kendi bireyliğine, dolayısıyla poetikasına uygun bir dil yaratmaya çalışır... İlber Ortaylı birkaç ay önce bir tartışma programında“Türk edebiyatı romanla Nobel alırsa, hak etmiş sayılmaz. Çünkü Türk edebiyatının Nobel’i hak edişi şiirle¥ “Ben yetişkin bir adamım, çocukluğumsa işte, orada olduğu gibi duruyor. O çocuk bir hayalete dönüştüğünden artık ölmesi mümkün değil. Benden bir parça. Ama benim artık çocuk gibi davranmam da mümkün değil.” bir ilişkisi olduğunu görseniz bile onunla hoşgörülü bir diyalog kurabiliyorsunuz. Oysaki bunu kendi babanızla yapamazsınız... FARKLI BİÇİMLERDE ÖLMEK 2009 ve 2012 arasında farklı ülkelerde yazdığınız şiirler bunlar. Kimisi ölenlerin ardından yazılmış. 2011’de de babanız Özker Yaşın’ı kaybettiniz. Onun ölümü nasıl etkiledi şiirlerinizi? ‘Ölüm’ derken gövdenin canlı organizmalara ilişkin işlevlerini yitirmesinden söz ediyorsunuz sanırım. Ama insanlar esasen farklı biçimlerde ölüyor ya da tersine fiziken ölmüş biri başka biçimde yaşayabiliyor. Evden Kaçan Çocuk’taki şiirlerde pek çok hayalet gezinmesi o yüzden. Hayaletin de iyisi, kötüsü var. Onları ayıklayıp bakımlarını yapmak şairin işi. Hayatımızın belli bir dönemindeki kendimiz de ölüp hayalete dönüşüyoruz. Mesela benim çocukluk hayaletim ayağıma dolanmaya devam ediyor. Çocukluk hayaletimin babası yok. Üstelik o çok küçükken ölen babasının hayaletini sürekli kovmaya çalışıyor. Sorunuzun cevabını bilen de aslında çocukluk hayaletim, ben o değilim. Bir gençlik hayaletim daha var ki onun da annesi ölü. Ancak bu sefer, annesinin hayaleti bir köşede baki kalsın diye, kadının diktiği çiçeklere su vermeye, ihtiyaç duyabileceği ev eşyalarını tamir etmeye devam ediyor. O da ben değilim. Değişik yaşlardaki kardeşlerim gibi bir şey oluyor hayaletlerim. Zamanımızda edebiyatın sorunlarından biri, dekorasyon dergilerine göre bir evi tepeden tırnağa yenileyenlerin sayısının git gide artması. Böylece ne sevdikleri bir insanın hayaletine yer kalıyor ne de kendi çocukluk ve gençlik hayaletlerine. İn siniz? Şimdi o çocuğun ben olduğumu söylersem bu tam doğru olmayacak. O benim çocukluk hayaletim. Sanki bir ikizim vardı da hayatını sürdüremediğinden hep çocuk haliyle kalmış gibi. Yani bir ikiz çocuk hayaletim. O çocuk tırmandığı ağaçtan bugün nasıl bakıyor, ne görüyor, ne hissediyor? Ağaçtan beni izliyor, ona sadık kalmamı istiyor, onu kollamamı... Bilirsiniz, çocuklar en iyi arkadaşlarını kimseyle paylaşamaz. Kıskançtırlar. Anlaşılamamak duygusu onları hırçınlaştırabilir. Evden kaçıp ağaca tırmanan o çocuk da, ona uymayan bir şey yaparsam bana tepki gösteriyor. Bir eleştirmenden, editörden daha büyük bir güce sahip yazdıklarımın üzerinde. Kitaplarımdan yeterince memnun olmadığını sanıyorum. Aramızda sık sık tartışma çıkıyor, bunu öyle değil şöyle yazmalıydın, burası eksik olmuş orası fazla. SAYFA 12 ? 6 HAZİRAN K ırk yıl önce şiir defteriyle evden kaçıp ağaca tırmanan çocuk siz mi CUMHURİYET KİTAP SAYI 1216
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle